Cumhuriyet

Cumhuriyet idaresinden halkın haberi yoktur. Halk yalnızca onu Kemal Paşa’nın yeni bir unvanı olarak öğrenir. Halkın gündelik hayatında hiçbir olumlu katkısı görülmez. Halk hiçbir konuda karar ve yetki sahibi sayılmaz. Halk iradesini kendi kendine gasp eden bir idare, aldığı bütün kararları “Egemenlik milletindir” ilkesiyle açıklar. Mutlakıyetin ad değiştiren yeni çeşidiyle halk, bir çeşit rehine hayatına mahkûm edilir.

CUMHURİYET ile birlikte mutlakıyet idaresinin sona erdiği iddiasına karşılık, işin aslı öyle değildir. Cumhuriyet ile mutlakıyet ad ve şekil değiştirerek yoluna devam etmiştir.

Dünyada mutlakıyetleri mumla aratacak tek adam yönetimleri/diktatörlükleri hep “cumhuriyet” ismi ile anılmıştır. Kuzey Kore Cumhuriyeti, İran İslâm Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Küba Cumhuriyeti gibi…

Hepsi cumhuriyettir ama hepsinde mutlakıyet idaresi vardır. Tepedeki yönetici, genel sekreter, genel başkan, rehber, ulu önder adıyla bir gelir ve ölünceye kadar bir daha gitmez. Yetkilerinde sınır olmadığı gibi, yapıp ettiklerinden dolayı kimseye hesap vermez.

Osmanlı’nın tasfiyesi ile yerine nasıl bir idarenin kurulacağı yüz yıldan beri tartışılmıştır. Bazılarına göre Tanzimat’tan beri süren gelişmenin doğal bir sunucu cumhuriyettir. Bu iddianın cazibesi olmakla birlikte, hakikattense çok uzaktır. Çünkü ne Osmanlı, ne de Millî Mücadele döneminde hiçbir parti, lider veya yazar cumhuriyet hedefinden söz etmemiştir.

CHP Genel Başkanı Kemal Paşa, cumhuriyet idaresini Nutuk’ta “millî bir sır olarak” Millî Mücadele boyunca hedef olarak seçtiğini anlatmıştır. Bir kişinin aklındaki hedef nasıl bir sır olabilir? Belki kişisel bir sır olabilir; öyle bile olsa Paşa’nın böyle bir kişisel sırrının olduğu şüphelidir. Çünkü Paşa, “kuvvetler birliği” esasına dayalı yönetimi savunmuştur. Meclis yasama, yürütme ve yargı yetkisine sahiptir ve Kemal Paşa da o Meclis’in Başkanı olarak bütün kuvvetleri yani mutlakıyet yetkisini elinde toplamıştır. Bunun adını da “meclis sistemi” diye adlandırmıştır.

Kemal Paşa, 1922 sonuna doğru Kilikya’da yaptığı konuşmada “cumhuriyetin çürümüş ve zamanı geçmiş bir yönetim biçimi olduğunu, meclis hükümetinin Türk halkına daha uygun olduğunu” savunmuştur (Halide Edip Adıvar, Türkey Faces West, New Haven, 1930, s.203-204).

Bütün cihan tarihinde mutlakıyet, meşrutiyet, bir de cumhuriyet idarelerine tesadüf edildiğini, meşrutiyet ve cumhuriyet idarelerinin kuvvetler ayrılığı ilkesine dayandığını, buna karşılık Türkiye’nin kuvvetler birliği ilkesine dayalı hükümet tesis ettiğini, hakikatte kuvvetler ayrılığı değil de birliğinin olduğunu savunmuştur (Atatürk’ün Bütün Eserleri, ABE, C.14, İstanbul 1998-2011, s.252-253).

1923’te Eskişehir’de yaptığı konuşmada, Türkiye’deki hükümetin mutlakıyet ve meşrutiyet hükümeti olmadığını, Fransa’daki ve Amerika’daki cumhuriyetlere benzemediğini, bir halk, bir şura hükümeti olduğunu açıklamıştır (Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara 1996, s.97). Meclis hükümet sisteminin cumhuriyetten üstün olduğunu, dünyadaki hükümet sistemlerinin ilerledikçe sonunda meclis hükümet sistemini kabul edeceklerini ileri sürmüştür (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.1, Ankara 1999, s.230).

Meclis hükümet sisteminde meclisin yasama ve yürütme yetkisine sahip olmasından dolayı her iki yetkiyi elinde tutan bir mâkâma ihtiyaç olduğunu, bu mâkâmın yasama ve yürütme diye ikiye ayrılmasının meclisin mahiyetini değiştirmiş ve bozmuş olduğunu, onun için her ikisinin de bir reisinin olması lâzım geldiğini ileri sürerek söz konusu yetkilerin kendisinde toplanmasını istemiş ve “meclis hükümet sisteminin şekli ve mahiyeti, yalnız gelecekteki saadetimizi değil, belki şerefimizi, namusumuzu ve bütün manevî vasıflarımızı temin edeceği” iddiasında bulunmuştur (ABE, C.9, s.79, 181).

Birinci Dünya Savaşı’nın mağluplarında (Almanya, Avusturya,-Macaristan, Bulgaristan) İtilaf Devletleri (özellikle İngiltere) krallık/padişahlık yönetimlerini değiştirip cumhuriyet idareleri kurdurmuştur. Elbette sıra, Türkiye’de bu işin nasıl olacağına da gelmiştir. Görüldüğü gibi Kemal Paşa’nın başından beri aklında millî bir sır olarak sakladığını iddia ettiği bir cumhuriyet idaresi yoktur. O aslında kendi konumunun peşindedir. Kendisini mutlak yetki sahibi edecek bir idarenin peşindedir. Cumhuriyet ve meşrutiyet idareleri kuvvetler ayrılığını öngördüğünden dolayı Paşa bu yönetimlere karşıdır. Çünkü kuvvetler ayrılığı ile yasama, yürütme ve yargının kendi yetki ve denetiminden çıkmasından kaygılıdır.

Cumhuriyetten önce Ankara başkent yapılır. Zaten İngiltere Başbakanı Lloyd George, Ocak 1919’da Paris Barış Konferansı’nda “artık İstanbul’un başkent olmayacağını” duyurmuştur. Sonradan “Ankara’nın başkent olması için Türkiye’nin ortasında olması, savunmasının kolay olması” gibi nedenler icat edilmiştir. Kemal Paşa da “Public Ledger” adlı İngiliz gazetesine 3 Mart 1921’de Ankara’nın başkent olacağını müjdelemiştir.

9 Ekim 1923’te çıkarılan bir kanun ile “Ankara’nın başkent” olması resmileştirilmiştir. Ankara’nın başkent olmasına sadece Gümüşhane bağımsız milletvekili Kadirbeyoğlu Zeki Bey itiraz etmiştir.                                        

Böylece sıra cumhuriyetin ilânına gelmiştir. Kemal Paşa senelerce karşı çıktığı cumhuriyet idaresini, ilk defa 22 Eylül 1923’te, Fransız Wiener Neue Freie Presse gazetesine yaptığı açıklamada söz konusu etmiştir (İsmet İnönü, Hatıralar, C.1, Ankara 2006, 432-433). Paşa, millî sır olarak sakladığını iddia ettiği cumhuriyet idaresi teklifini ilk defa Türk halkına değil, Fransızlara açıklamıştır.

Bir dönem Kemal Paşa’nın “dünyanın hayran kaldığını” söylediği meclis hükümet sistemini terk etmeye nasıl razı olduğu anlaşılmamıştır. Dünyada meclis hükümet sistemi gibi hayran olduğu bir örnekten yoksun kalmıştır. Buna rağmen Paşa, Eylül 1922’de “Avrupa ve Amerika’daki cumhuriyetler birbirinden farklı değildir, fark yalnız şekle aittir. Türk cumhuriyetinin Batılı cumhuriyetlerden farkı da sırf bir şekil meselesidir; biz de kuvvetler birliği ilkesi vardır” demiştir. Paşa ölünceye kadar kuvveler birliği ilkesini hiç unutmamıştır.

5 Ekim 1922’den itibaren Türk basınında “cumhuriyet haber olmaya” başlamıştır. Ancak rejim değişikliğini bir kazaya kurban etmek istemeyen Kemal Paşa, 21 Ekim 1923’te subay maaşlarına zam kararı aldırır. “Subayların diğer memurlar ile asla eşit tutulamayacağını, bu yüzden en büyük mükâfatlara lâyık olduklarını” anlatır. Zaten silahlı olanla silahsız olanların eşit olması beklenemez. Böylece ordunun sadakatini aldığı gibi cumhuriyet idaresi daima “ordu korumasında” bir yönetim şeklini almıştır. “Subay sınıfı, ordu cumhuriyetin sahibi, koruyucusu, kollayıcısı olmak” gibi bir ayrıcalığı da böylece kazanmış olur.

Rauf Orbay, “saltanatın kaldırılması ile Türkiye’de şahsî saltanata son verildiğini, hâkimiyetin milletin elinde olduğunu” ileri sürüp 1 Kasım’ın bayram yapılmasını teklif etmiştir. Ancak aynı Rauf Orbay, 1926-1938 arasında Türkiye dışında yaşamak zorunda kalması ile şahsî saltanatın Türkiye’de kimde olduğunu anlamıştır.

Cumhuriyet’in ilânı elbette önce parti grubunda kararlaştırılmıştır. Geriye artık Meclis formalitesi kalmıştır. Meclis’te zaten başka parti yoktur. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gibi potansiyel muhaliflerin Ankara’da olmadığı bir gün, 28 Ekim 1923’te Halk Fırkası Başkanı Kemal Paşa’nın “Arkadaşlar! Yarın cumhuriyet ilân edeceğiz” demesi son hazırlık olmuştur. Böylece bir kişinin kararı, onun isteği ile ertesi gün toplanan Meclis’te Cumhuriyet ilân edilmiş, Kemal Paşa ilk partili cumhurbaşkanı seçilmiştir.

Dönemin yönetim anlayışında, Meclis ve parti grubundan daha önemli bir yönetim organı vardır, o da “Çankaya’daki sofra”dır! Ülkenin geleceği için en önemli kararlar orada alınır. Parti ve Meclis grubu ise o sofrada alınmış olan kararları şeklen onaylamaktan öteye bir ağırlığa sahip değildir (Kemal Atatürk, Nutuk, C.II, Ankara 1973, s.532). Sofranın bu kararı ancak ertesi gün, önce parti grubuna, sonra Meclis grubuna taşınır. Böylece parti grubu ve Meclis grubu yalnızca Genel Başkan’ın emir erleri durumundadır.

İsmet Paşa ise Meclis’teki konuşmasında, “cihanın bizim hükümet şeklini konuştuğumuzu bildiğini, bu konuda müzakere yapmanın ise bir zaaf olacağını” iddia ederek yeni yönetimin içeriğini açıklamış olur. Arık Meclis’te, temel konularda müzakere bir zayıflıktır, gereksizdir. Üstelik bunu bütün dünyanın da bildiğini iddia eder.

Meclis’te yapılan müzakerelerde 158 milletvekili hazır bulunur. Cumhuriyet’in ilânı için önce anayasa komisyonu toplanır. Bir buçuk saatlik bir görüşmeden sonra komisyon kararı genel kurula gelir. Bu arada kanun değişikliği teklifine “Devletin dini İslâm’dır” maddesi de eklenir. Subay maaşlarına yapılan zam gibi, bu maddenin eklenmesi de bir çeşit tedbir mahiyetindedir. İslâm’ın toplum üzerindeki her türlü etki ve belirtisini ortadan kaldırıp “bütün şekil ve aşkali ile Batılı bir toplum oluşturmaya çalışan bir yönetimin” böyle bir maddeye ihtiyaç duyması takiyye sınırlarını bile çok aşmıştır.

Cumhuriyet idaresinden halkın haberi yoktur. Halk yalnızca onu Kemal Paşa’nın yeni bir unvanı olarak öğrenir. Halkın gündelik hayatında hiçbir olumlu katkısı görülmez. Halk hiçbir konuda karar ve yetki sahibi sayılmaz. Halk iradesini kendi kendine gasp eden bir idare, aldığı bütün kararları “Egemenlik milletindir” ilkesiyle açıklar. Mutlakıyetin ad değiştiren yeni çeşidiyle halk, bir çeşit rehine hayatına mahkûm edilir.