Cumhuriyet Türkiye’sinde basın

Devrin ünlü gazetelerinden Tasvir-i Efkâr, “Almanların sınırlarımıza dayanması üzerine ‘Bakın, biz demedik mi? Olacağı buydu’ şeklinde yayın yapacağı varsayımıyla, bir ihtimâle binaen altı hafta boyunca kapatılmıştı

TÜRKİYE’DE 1923 yılında Cumhuriyet rejimine geçilmiş, ancak milletin cumhuriyet ve demokrasi ile yönetilmesine henüz karar verilmemişti. Bu yüzden Türkiye araştırmacısı Eric Van Zürcher, Cumhuriyet dönemini “Üçüncü Meşrutiyet Dönemi” olarak adlandırır.

Gerçekten de Birinci ve İkinci Meşrutiyet döneminin sahibi İttihatçılar gitmiş, onların yerine bayrağı devralmış “neo-İttihatçılar” yönetime hâkim olmuşlardı. Hâl böyle olunca, ülkemizde ilân edilse de, cumhuriyet ve demokrasi yerine İttihatçı yönetim tarzı iktidara egemen olmaya devam etmişti.

Bu devirde cemiyeti bütün hücreleriyle kuşatan baskı atmosferinin tabiî olarak en önemli hedefi, basın-yayın organları olmuştur. Halkın kendisini ifade etmesinin önündeki bütün kanalları tıkayan bürokratlar, yayın dünyasındaki bütün hareketlilikleri de büyük bir dikkatle izlemiş ve çizgi dışı hareket edenleri insafsızca cezalandırmışlardı.

İşte bu anlayışı müesses hâle getirmek için 1931’de Matbuat (Basın) Kanunu çıkarılır. Bu kanuna zemin hazırlamak maksadıyla önce basın hürriyetinin kötüye kullanıldığı yönünde bir kampanya yapılır. Bu kanunla, Bakanlar Kurulu kararıyla gazete ve dergi kapatılması mümkün hâle getirilmekte ve kapatılan gazetelerin sorumlularının başka gazete çıkarmaları yasaklanmaktadır (Doğan M., 2014:395).

Basın Yasası 25 Temmuz 1931 tarihinde kabul edilmişti. 28 Haziran 1938 tarihinde de önemli ölçüde değiştirilmişti. Yasanın ilk hâlinde yayın çıkarmak için sadece beyanname verilmesi yeterli görülmüşken, 1938 yılında yapılan bir değişiklikle yayın çıkarmak isteyenlerin, bulundukları yerin en büyük mülkî idare âmirinden ruhsatnâme yani izin almaları şartı getirilmişti.

Matbuat Kanunu, hür basının önünde bir utanç duvarı misâli durmaktaydı. Uzmanlara göre, “bu kanunla tüm basın CHP emrine girmişti” (Ekinci, 1997:88).

Bu kanunun en önemli hususiyeti, hükûmete, iktidarın sürdürdüğü politikalara aykırı yayın yapan gazeteleri kapatma salâhiyeti vermesiydi. 1931 tarihli bu kanun, tek parti idaresinin genel karakterine uygun olarak güdümlü bir basın rejimi oluşturuyor, basın üzerinde hâkimiyete dayanan bir karakter taşıyordu. “Yani hükûmet, yeni bir yayına izin verip vermemekte tamamen serbest kalıyordu” (Akandere, 1998:210).

Bu siyasî konjonktürde basın-yayın hürriyeti, bürokratların iki dudağının ucunda varlık yokluk mücadelesi veriyordu.

Çeşitli kademelerdeki bürokratlar kendilerince akortsuz buldukları bütün seslere kırmızı renge saldırır gibi saldırıyor ve onları imha ediyorlardı. Tıpkı krallık ve padişahlık rejimlerinde olduğu gibi, basın hürriyeti iki dudak ucundaydı. Matbuat Kanunu’nun meşhur 50’nci maddesi öyle zorluydu ki, “orkestra şefinin istemediği bir ses korodan çıktı mı, bu değnek, akortsuz sesin sahibinin kafasına iniyordu” (Toker, 1970:32).

Meselâ “İzmir’de çıkan Yeni Ekonomi Gazetesi, valinin oğlunun yaptığı bir otomobil kazasını haber yaptığı için kapatılabiliyordu” (Karpat, 1996:133).

Bu anlayışla yönetimi devralan Millî Şef Devri’ndeki basın hayatı da bu mânâda sayısız örneklerle doludur. Millî Şef bir gazetenin yayınını beğenmedi mi, “Kapatın şu gazeteyi!” diyor, aynı gün gazete bir telefon emriyle kapatılıyordu.

Savaş yılları boyunca gazeteler Matbuat Umum Müdürlüğü’nün verdiği emir ve direktiflerle yönetilmişti. Basın, idarenin denetimi ve güdümü altına sokulmuştu. “Savaşın devam ettiği altı yıl boyunca verilen gazete kapatma kararları, ülkede ilk gazete çıkışından beri verilen toplam kapatma kararlarından daha fazlaydı” (Akandere, 1998:218).

Dönemin ünlü gazetecilerinden Emin Karakuş’un naklettiğine göre, savaş yıllarının atmosferi içersinde sabun fiyatlarının yüksekliğinden bahsetmek, gazetecinin Matbuat Umum Müdürü tarafından aranılıp, ‘Kanatlarını kopartırım’ ikazına uğramasına sebep olabiliyordu” (Karakuş, 1977:25).

Gazete sahiplerine silahlı tehditler

Gazete sahiplerinin, yazar ve muhabirlerinin azarlanması ve tehdit edilmesi günlük hâdiselerdi. “Bir daha böyle bir şey yazarsanız kemiklerinizi kırarım” gibi sözler o yıllarda gazete sahiplerinin ve gazetecilerin sıkça duydukları sözlerdi (Akandere, 1998:218).

Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, o devrin önemli bürokratlarındandı. Ankara, âdeta onun yönettiği bir krallıktan ibaretti. “O da beğenmediği yayınlarla ilgili gazetecileri mâkâmına çağırarak ikaz ediyor, çekmecedeki tabancasını göstererek bu tür haberler yazılmasının mukadder netîcesini şimdiden hatırlatıyordu” (Karakuş, 1977:19).

Polis müdürleri, savcılar, ticaret ofisi idarecileri, basın-yayın genel müdürleri... Bilumum Şef yönetimi bürokratları, basın hürriyetinin önünde önemli bir engel teşkil ediyorlardı. “Gazeteciler her gün bunlardan bir direktif almaktan, mahkeme kapılarında mübaşirlerin dik sesli davetleriyle kendilerini çağırmalarından iyice bıkmışlardı” (Baban, 1970:29).

1949 yılında yazar Rıfat Ilgaz, Cumhurbaşkanına hakaretten üç yıl, Mısır Kralı ve İran Şahı’na hakaretten yedi ay, Aziz Nesin de Mısır Kralı ve İran Şahı’na yayın yoluyla hakaretten yedi ay hapis cezası almıştı.

Bu dönem içerisinde bütün yayınlar gibi dinî yayınlar da baskı ve kısıtlamalardan nasibini alıyordu. “Matbuat Umum Müdürü, 1942 yılında bir genelge yayınlayarak memlekette dinî atmosfer yaratacak yayınlara müsaade edilmeyeceğini bildirmişti” (Heyet, 1995:9).

Daha sonra bir adım daha ileri gidilmiş, “1945 yılında Matbuat Umum Müdürü, İstanbul gazetelerine bir yazı göndererek, îmâ ve benzetme yoluyla da olsa dinden bahseden yazıların gazetelerde yer almaması gerektiğini belirtmişti” (Heyet, 1995:10).

Nihâyetinde, “gazetelerde çıkan bazı dinî bilgiler devrin iktidarını rahatsız etmiş, dinle ilgili tefrikalara üç gün içinde son verilmesi bildirilmişti” (Akandere, 1998:239).

Millî Şef devri Türk basını, Demokles’in kılıçlarının gölgesinde trajikomik bir varlık-yokluk mücadelesi veriyordu. Kimin neyi, ne zaman, neden dolayı yasaklayacağı belli değildi. Bir bürokratın “ülke menfaatine ters” gördüğü her şey bir anda potansiyel tehlike ilân ediliyor ve insafsızca cezalandırılıyordu.

Millî Şef’in mahzurlu saydığı her şey ülkede yasaktı. “Yazı işleri müdürünün masasının arkasındaki kilitli dolapta yasak kararları saklanıyordu; gün geçmezdi ki, birinci şubeden bir memur gelip yeni bir yasak kararını getirip dosyayı şişirmesin” (Toker, 1970:24).

Millî Şef bürokrasisinin yasakçılık refleksi iyiden iyiye paranoya şeklinde bir devlet hastalığına dönüşmüştü. “Hava durumu ile ilgili yayınlar dahi yasak kapsamına giriyordu. Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan ‘Yarın hava iyi olacak’ haberi üzerine Sıkıyönetim Komutanı, Doğan Nadi’yi mâkâmına çağırarak ağır bir uyarıda bulunmuştu” (Karakuş, 1977:26).

Millî Şef bürokratları, “halkı paniğe sevketmek” kavramının sınırlarını o kadar geniş tutuyorlardı ki neredeyse gazetelere haber adına yazılacak hiç bir malzeme kalmıyordu. Millî Şef İsmet İnönü’nün geçirdiği kalp krizi işte bu saikle ‘Vagatani krizi’ şeklinde kamuoyuna resmen tebliğ edilmişti” (Toker,1970:339). “Tan gazetesi, bilâhare ‘şiddetli sürmenaj’ olarak halka duyurulan bu rahatsızlığı ‘Uzun süren teessür’ biçiminde yazdığı için hükûmet tarafından 10 gün süre ile kapatılmıştı” (Bozdağ, 1991:136).

Millî Şef ne buyurursa…

Tasvir-i Efkâr gazetesinin iktidar tarafından kapatılma sebebi ise rejimin rengini gösterme bakımından çok sembol bir örnekti. “Devrin ünlü gazetelerinden Tasvir-i Efkâr, “Almanların sınırlarımıza dayanması üzerine ‘Bakın, biz demedik mi? Olacağı buydu’ şeklinde yayın yapacağı varsayımıyla, bir ihtimâle binaen altı hafta boyunca kapatılmıştı” (Tercüman, 1986).

Millî Şef Türkiye’sinde, tıpkı krallıklarda olduğu gibi, kişilerin ve kurumların geleceği, bir Şef bürokratının iki dudağı arasındaydı. “Bir İçişleri Bakanı’nın, kişinin hürriyetini istediği zaman elinden aldığı, istediği zaman verdiği bir devirdi bu” (Sertel Sabiha, 1987:223).

Basın mensuplarının konuşmak, mukayese veya mütalâa beyan etmek bir kenara, nefes alması bile zorlaşmıştı. Gazetelerin en yaygın kapatma sebeplerinden biri, Millî Şef ve ailesiyle ilgili haberlere gerekli yer ve önemin verilmemesiydi. Olması gerekeni, devlet idarecileri, basının ilgili şahıslarına öğretmişlerdi. Buna göre, “Millî Şef’in dosta düşmana kudretinin gösterilebilmesi için bütün harp yıllarında Cumhurbaşkanı’nın bir konserde, bir at yarışında gazetelerde çarşaf çarşaf haberinin yapılması bir devlet zorunluluğu” idi (Toker, 1970:26).

Uygulanan bu baskı ve devlet terörü, tabiî olarak gerisinde çok sayıda mağdur bırakıyordu. Devrin istibdat politikasından nasibini almayan basın mensubu neredeyse yok gibiydi. “Birçok ünlü gazeteci ve yazar hükûmetçe çizilen istikamette yazı yazmadıkları için cezalandırılmışlar ya da yazmaktan men edilmişlerdi” (Akandere, 1998:222).

Bu devrin önemli mağdur gazetecilerinin başında Zekeriya Sertel geliyordu. “Sertel’in arkadaşları Cami Baykurt, M. Ali Aybar, Millî Şef’e hakaretten yok yere 4 yıl ceza almışlardı” (Uyar, 1999:216). Bütün şimşekler muhalif gazetecilerin üstündeydi. “İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de uzaktan yakından biraz dili sürçen gazeteci, kendisini cezaevinde buluyordu” (Karakuş, 1977:261).

Görülen lüzum üzerine kapatılan gazetelerin başında ise Tan ve Vatan gazeteleri geliyordu. “Vatan ve Tan Gazeteleri, 10 Mart 1944’te bir ay süre ile kapatılmaktan kendilerini kurtaramamışlardı” (Ekinci, 1997:273).

Vatan Gazetesi’nin başına gelen sansür, basın tarihine geçecek boyuttaydı. “Gazete bir dönem tam altı ay boyunca kapatıldığından, 26 Ağustos 1944 ve 23 Mart 1945 tarihleri arasındaki nüshaları gazete koleksiyonlarında bulunamıyor, arayanları şaşkına çeviriyordu” (Toker, 1970:33).

Sol ve liberal basın kadar Türkçü basın da bilhassa Almanya’nın yenilgilerinin başlamasından sonra ağır müeyyidelere uğratılmıştı. Küllük Dergisi’nin kapatılma emrini gösteren vesika ise, devrin hesap defterine düşülmüş mânidar bir kayıttır. 1940’ta gerçekleşen kapatılma hâdisesinde, üzerinde ne mühür, ne bir adres, ne de bir resmî sayı bulunan bir evrakla dergi kapatılmıştı. Evraktaki kapatma iradesi şu kısa cümleden ibaretti: “Sahibi bulunduğunuz Küllük Mecmuası’nın Dâhiliye Vekâleti’nin emirleriyle bugünden itibaren kapatılmış olduğu tebliğ olunur. Emniyet Müdürü Muzaffer Akalın.” (Ağaoğlu Samet, 1993:104).

1949 yılında yazar Rıfat Ilgaz, Cumhurbaşkanına hakaretten üç yıl, Mısır Kralı ve İran Şahı’na hakaretten yedi ay, Aziz Nesin de Mısır Kralı ve İran Şahı’na yayın yoluyla hakaretten yedi ay hapis cezası almıştı.

 

Kaynaklar

Ağaoğlu Samet, (1993), Siyâsî Günlük, İstanbul: İletişim Yay.

Akandere Osman, (1998), Millî Şef Devri, İstanbul: İz Yay.

Baban Cihat, (1970), Politika Galerisi, İstanbul: Remzi Kit.

Bozdağ İsmet, (1991), Demirkırat Aldatmacası, İstanbul: Emre Yay.

Deliorman Altan, (2001), Türk Yurdunun Bilgeleri, İstanbul: Timaş Yay.

Doğan D. Mehmet, (2014), Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş, Ankara: Yazar Yayınları

Ekinci Necdet, (1997), Çok Partili Hayata Geçişte Dış Etkenler, İstanbul: TD Yay.

Gökmen Oğuz, (1999), Bir Zamanlar Hariciye, İstanbul

Heyet, (1995), Her Yönüyle Tevfik İleri, Ankara: TDV Yay.

Karakuş Emin, (1977), İşte Ankara, İstanbul: Hürriyet Yay.

Karpat Kemal, (1996), Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul: Afa Yay.

Koçak Cemil, (2011), Kayıp Tarihimiz, İstanbul: Yakın Plan Yay.

Koçak Cemil, (2013), Tarihin Buğulu Aynası, İstanbul: Timaş Yay.

Sertel, Sabiha, (1987), Roman Gibi, İstanbul: Belge Yay.

Tercüman Gazetesi, (1986), 23.01.1986

Toker Metin, (1970), Tek Partiden Çok Partiye, İstanbul: Milliyet Yay.