OSMANLI döneminde egemenlik gökte iken Cumhuriyet ile
birlikte egemenliğin halka verildiği iddiası sıkça söylenir. Cahilce bir sözdür
bu. Kıymet-i harbiyesi yoktur. Sıkça tekrarlandığı için rahatsız edicidir.
Çünkü egemenliğin sarayda yaşayan bir padişaha/krala ait sayılmasından ötürü
gökte olduğu sonucunu çıkarmak için fenâ hâlde akıl melekesini kaybetmiş olmak
gerekir. Üstelik saray, hiçbir zaman gök ile eş anlamlı hâlde de
kullanılmamıştır.
Hatırlamak icap eder ki, Birinci Dünya Savaşı’nı
kaybeden ülkelerde 1919 yılı içinde padişahlık/krallık yönetimleri yıkılarak
Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan’da cumhuriyet idareleri
kurulmuştu. Padişah Vahdettin ve çevresi bunu göremedi, anlayamadı. Osmanlı
Devleti’nin de tasfiye edilmesi, savaşın sonuçlarından birisidir.
Türkiye’de Cumhuriyet’in ilân edilmesi de “cumhuriyet
idaresi Türklerin karakterine uygun bir rejim” olduğundan ileri gelmez. Doğrudan
savaşın sonucudur. Savaş mağlûbu olan ülkelerde yönetim değişikliğinde galipler
tayin edici iken, “Türkiye’de böyle
değildir, halkın özgür iradesiyle bu değişim olmuştur” nakaratı ile teselli
bulmak elbette serbesttir. Böyle düşünenler, bu nakarat ile kıyâmete kadar
teselli bulabilirler.
Şinasi’nin Mustafa Reşit Paşa’ya “Ahalinin cumhurreisi” demesi, Ali Suavi’nin “Dünyada cumhuriyetten başka tam meşru hükûmet olamaz” diye
belirtmesi, Ziya Paşa’nın “Cumhuriyet
idaresinde padişah, imparator, sadrazam yoktur” vurgusu, Osmanlı’nın son
döneminde bir cumhuriyet/halk egemenliği arayışı olduğundan, bir asır gibi bir
hazırlıktan sonra cumhuriyet idaresine geçildiğini göstermez.
Türk halkının iradesiyle eski padişahlığın bırakılması
ve yeni padişahlık dönemine geçildiğini gösteren hiçbir bilgi, olay, işâret
yoktur.
Egemenliğin Cumhuriyet ile birlikte bir
hanedandan/saraydan alınarak halka verildiği iddiası da bir aldatmacadır. Kamal
Paşa, Ocak 1923’te İzmit’teki basın toplantısında, çok partili özgür seçimlerin
yanlışlığını anlatırken, “Halkı kendi hâline,
başıboş bırakacak değiliz” demiştir. Kendi hâline, başıboş bırakılamayacak
kadar vasıfsız sayılan bir halka egemenlik verilir mi? Nitekim verilmemiştir.
Kişi egemenliği, “cumhuriyet” adıyla el değiştirip devam etmiştir.
Çok partili özgür seçimlerin başlamasından sonra da
kişi egemenliğine yeni bir formül bulunarak anayasalara yazılmıştır. Bugün bile
tek parti döneminde CHP’nin yaptıkları,değiştirilemez, değiştirilmesi teklif
dahi edilemez. TBMM ise değiştirilmesi teklif dahi edilemez olan CHP’nin
işlerine aykırı yasalar bile çıkaramaz. Bütün idarî mevzuat, o değiştirilemez
bilinenlere göre ayarlanmıştır.
Yönetim hakkındaki bütün yetkilere CHP Genel Başkanı
sahip olmuştur. Elbette seçim yapılmamıştır.
1923-1950 arasındaki TBMM’nin durumu, Osmanlı Mebusan
Meclislerinden daha geridir. TBMM üyeleri tayin edilmiş birer memur
durumundadır. Oraya tayin eden şahsa karşı kendilerini sorumlu tutmuşlardır.
Muhalefet, vatan hainliği sayılmıştır. Muhalefet liderlerinin önemli bir kesimi
idam edilmiştir. Türk halkı, özgür basını 1925-1950 arasında hiç görmemiştir.
5816 sayılı yasa bugün bile, Milât sonrası 2020’de basın ve düşünce
özgürlüğünün önünde engeldir.
Osmanlı döneminde padişahların halka seslenirken “Vatandaşlarım”
yerine “Kullarım” dediği bilinmektedir. Bundan dolayı eski padişahlık döneminde
kul sayılan halkın, yeni padişahlık döneminde eşit vatandaşlar durumuna
ulaştıkları iddiası külliyen yanlıştır. İkinci Meşrutiyet döneminde (1908-1913)
çok partili özgür seçimler yapılmışken, 1923’ten sonraki padişahlık döneminde
yapılamamıştır. Çünkü seçme hakkı olmayan, çok partili özgür seçimlerin
yapılmadığı, özgür basının ve muhalefetin vatan hainliği sayıldığı Türkiye’de
halk egemenliği iddiası boştur, ancak mizah konusu olabilir.
Fark ne?
Ancak kişi egemenliği konusunda Cumhuriyet döneminde
bir mesafe kat edilmiştir. Eski padişahların egemenliği, hayatları ile sınırlı
olurdu. Ölümü ile birlikte egemenlik hakkı da bitmiş sayılırdı. Yeni padişahlık
döneminde ise kişi egemenliği bir mezara intikal etmiştir. Egemenlik hakkı
artık o mezarındır. Törenlerde egemenliğe sahip olduğu tekrarlanan halkın ise
bütün bu işlemlerde bir dâhli olmamıştır.
Cumhuriyet idaresi, akıl çağı (Aydınlanma Dönemi) ve
Fransız İhtilâli ile başlamış olabilir mi? Belki Fransa için bu görüş doğru
olabilir; Fransız İhtilâli ile birlikte cumhuriyet idaresiyle kişi egemenliği
yerine halk egemenliği orada başlamış olabilir. Ancak Fransa örneği, Türkiye
için oldukça uzaktır. Çünkü cumhuriyet idaresiyle birlikte kişi egemenliği
Türkiye’de sona ermemiş, el değiştirmiştir.
Eski padişahlar, “kul” diye seslendikleri halka İkinci
Mahmud zamanına kadar (1807-1839) reaya derlerdi. Bu, Türk halkının ancak
“1923’den sonra ulus olabildiği” iddiası ile eş anlamlıdır. Çünkü Türkler bu
görüşe göre siyâsî bilinçten yoksun olup bir ulus (veya millet) değilken, ancak
1923’ten sonra yavaş yavaş CHP inkılapları ile ulus/millet olabilmiştir.
Ulus/millet olmayan bu Türklere ise ancak “sürü”,
Arapça karşılığı ile “reaya” olmak düşmektedir. Eski padişahların halka
reaya/sürü demelerine karşılık yeni padişahların “Reayayı/sürüyü alıp ulus/millet
yaptık” demeleri arasında anlam itibarı ile bir farklılık yoktur.
Ulus sayılmayan, geri, ilkel bir topluluğa düşen
nedir? Elbette ileri/gelişmiş, asrî/medenî olanları taklit etmek... Nitekim
öyle olmuştur.
“Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkilapların gâyesi, Türkiye Cumhuriyeti
halkını tamamen asrî ve bütün mânâ ve eşkali ile medenî bir heyet-i ictimaiye
hâline irsal etmektir. İnkilaplarımızın umde-i asliyesi budur.”
Böylece yeni padişahlık dönemi sadece kişi
egemenliğinin el değiştirmesi olarak kalmamış, halkın tamamen bütün mânâ ve
eşkali ile birlikte “asrî/medenî” sayılan Avruplılara benzetilmesi çabası,
devlet zoruyla uygulanmaya başlamıştır.
Her şeyi ile Batılılara benzemeye zorlanan bir halkın
kimlik/kişilik sorunu yaşaması kaçınılmazdır. Ancak teslim edilmelidir ki, eski
padişahlar bu ölçüde sınırsız/ölçüsüz bir Batılılaşmaya, halkın her şeyini
değiştirmesine zorlamamışlardır. Tarihî ve kültürel hiçbir değeri bırakılmayan,
müziğine kadar değişime zorlanan bir halkın, ulus/millet bilincine ulaştığı
iddiası, sadece eğlence konusu olabilir. Nitekim Türk halkının bir kesimi bugün
Fransızdır, İngilizdir, Almandır, Batılıdır ama sadece Türk değildir.
Türk halkının ihtiyaçlarının başında kişi egemenliğinden
kurtulmak vardır; varlığını bir kişiye ve onun yaptıklarına borçlu bilmek
vardır…
AK Parti’nin Türk halkına sosyal ve ekonomik alanda
kazandırdıklarından daha önemlisi, kişi egemenliğine dayalı boğucu bu
atmosferden halkı kurtarmak olmalıdır.
Buna karşılık, İbn Haldun Üniversitesinin açılış
töreninde, 19 Ekim 2020 günü Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaptığı konuşmada, 18
yıllık siyâsî iktidarlarına rağmen fikrî iktidar olamadıklarından, eğitim ve
öğretimde, kültürde arzu ettikleri ilerlemeyi sağlayamadıklarından yakınarak,
fikrî iktidarı ise siyâsî kadroların değil, ilim ve sanat erbâbının inşâ edeceğini
bu konuda sorumluluğun bir kısmının AK Parti kadrolarına, bir kısmının da ilim
ve fikir adamlarına ait olduğunu belirtmiş, eğitimde topyekûn bir müfredat
değişikliği ihtiyacını vurgulamış, sosyal hayatta ve eğitimde ölçüsüz Batı
taklitçiliğini “Cumhuriyet’in ayıbı” olarak nitelendirmiştir.
Konuşmanın içeriği elbette bir siyâsî liderin
yakınması ve nefis muhasebesi diye sınırlandırılamaz. Türkiye tarihinde Batılılaşmanın
tarihinin iki yüzyıllık geçmişi hatırlandığında, konunun oldukça eski olduğu
teslim edilecektir. Erdoğan’ın “eğitimde topyekûn bir müfredat değişikliği
ihtiyacından” söz etmesi, gecikmiş ama önemli bir tespittir. Çünkü bu süre
içinde AK Parti’nin her şehre üniversite kurduğu, hemen her il ve ilçede çeşitli
derecede sayısız okul açtığı, modern araç gereçlerle donattığı, denizin
altından tüneller, üstünden köprüler geçirdiği, otoyollar ve barajlar inşâ
etmesine karşılık müfredatın tek parti döneminin kalıpları içinde sürüp gittiği
bilinmektedir.
Okulların birer CHP ocağı/yan kuruluşu gibi faaliyet
göstermesi, on sekiz yıllık iktidarında AK Parti’nin bu duruma müdahale
etmeyişi büyük bir yanlıştır. Yol, köprü, baraj, hastane veya tünelden belki
daha önemli, daha acil bir ihtiyaçtır.
Okul müfredatı CHP’nin ideolojik dogmalarından
arındırılmalıdır. Çünkü bu dogmalar her şeyden önce özgür düşünceyi suç
saymaktadır. Genç kuşakların özgür düşüncelerini engellemektedir.
Üniversitelerde sosyal bilimlerin özgür bir havada işlenmesini, müzakere
edilmesini imkânsız hale getirmektedir.
1933’te “inkılap muhalifi” diye üniversiteden özgür
düşünceli hocaların tasfiye edilmesi ile başlayan ve tek görüşe, yalnızca Kemalizme
insanları şartlandırma çabası devam etmektedir. Sosyal bilimler alanında bütün
çalışmalar Kemalizm ile sınırlı tutulmaktadır. O sınırları aşanların üniversitede
kalmaları ve eser yazmaları neredeyse imkânsızdır ve ancak bir cesaret
konusudur.
İlginçtir ki, Türkleri sürü olmaktan kurtarıp
uluslaştırdığını iddia eden bu dogmatik anlayış, 1933’te üniversite hocalarının
üçte ikisini tasfiye ederken yerlerine Almanya’dan, Hitler’in kovduğu Yahudi
asıllı hocaları yerleştirmekle övünmektedir. Böyle bir uluslaşma örneği
bulunabilir mi? Türk hocalarını tasfiye ederek, onların yerine istihdam edilen
Yahudilerle yapılan bir üniversite reformu veya uluslaşması ibretlik bir
olaydır.
AK Parti’nin on sekiz yıl sonra bu konuya eğilmesi
elbette hiç yoktan iyidir. Çünkü bayındırlık alanındaki işleri belki başka
siyâsî kadrolarda yapabilir, ancak eğitimin CHP dogmalarından arındırılması
gibi doğrudan Türk halkının kimliği, kültürü, tarihi ve geleceği hakkındaki
böyle bir değişimi AK Parti’den başkasından beklemek beyhudedir.
Çünkü CHP dogmaları siyâset alanında “Cumhuriyet’in
kazanımları” diye ortak bir önyargıya, takıntıya dönüştürülmeye
çalışılmaktadır. Her siyâsî parti CHP’nin dogmalarını tekrar etmeye kabul
etmeye zorunlu tutulursa, o takdirde başka siyâsî partilere de ihtiyaç
kalmayacaktır. Türkiye çok partili, özgür sayılacak bu döneminde bile tek
partili CHP döneminin baskıcı, boğucu, istibdat şartlarını yaşamaya mecbur
edilmemelidir.
AK Parti sağlık ve bayındırlık alanına harcadığı
mesainin bir bölümünü hiç olmazsa eğitim politikalarının ıslah edilmesine de ayırarak
yüz yıldan beri devlet zoruyla sürdürülen bir yanlışı, genç kuşakları CHP
sempatizanı olarak şartlandırma yanlışından/ayıbından Türkiye’yi kurtarmalıdır.
Okullar hiçbir siyâsî partinin yan kuruluşu veya ocağı olmamalıdırlar. Hiçbir siyâsî parti liderinin egemenlik sahası da…