“Cumhuriyet’in ayıbı”

AK Parti sağlık ve bayındırlık alanına harcadığı mesainin bir bölümünü hiç olmazsa eğitim politikalarının ıslah edilmesine de ayırarak yüz yıldan beri devlet zoruyla sürdürülen bir yanlışı, genç kuşakları CHP sempatizanı olarak şartlandırma yanlışından/ayıbından Türkiye’yi kurtarmalıdır. Okullar hiçbir siyâsî partinin yan kuruluşu veya ocağı olmamalıdırlar. Hiçbir siyâsî parti liderinin egemenlik sahası da…

OSMANLI döneminde egemenlik gökte iken Cumhuriyet ile birlikte egemenliğin halka verildiği iddiası sıkça söylenir. Cahilce bir sözdür bu. Kıymet-i harbiyesi yoktur. Sıkça tekrarlandığı için rahatsız edicidir. Çünkü egemenliğin sarayda yaşayan bir padişaha/krala ait sayılmasından ötürü gökte olduğu sonucunu çıkarmak için fenâ hâlde akıl melekesini kaybetmiş olmak gerekir. Üstelik saray, hiçbir zaman gök ile eş anlamlı hâlde de kullanılmamıştır.

Hatırlamak icap eder ki, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden ülkelerde 1919 yılı içinde padişahlık/krallık yönetimleri yıkılarak Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan’da cumhuriyet idareleri kurulmuştu. Padişah Vahdettin ve çevresi bunu göremedi, anlayamadı. Osmanlı Devleti’nin de tasfiye edilmesi, savaşın sonuçlarından birisidir.

Türkiye’de Cumhuriyet’in ilân edilmesi de “cumhuriyet idaresi Türklerin karakterine uygun bir rejim” olduğundan ileri gelmez. Doğrudan savaşın sonucudur. Savaş mağlûbu olan ülkelerde yönetim değişikliğinde galipler tayin edici iken, “Türkiye’de böyle değildir, halkın özgür iradesiyle bu değişim olmuştur” nakaratı ile teselli bulmak elbette serbesttir. Böyle düşünenler, bu nakarat ile kıyâmete kadar teselli bulabilirler.

Şinasi’nin Mustafa Reşit Paşa’ya “Ahalinin cumhurreisi” demesi, Ali Suavi’nin “Dünyada cumhuriyetten başka tam meşru hükûmet olamaz” diye belirtmesi, Ziya Paşa’nın “Cumhuriyet idaresinde padişah, imparator, sadrazam yoktur” vurgusu, Osmanlı’nın son döneminde bir cumhuriyet/halk egemenliği arayışı olduğundan, bir asır gibi bir hazırlıktan sonra cumhuriyet idaresine geçildiğini göstermez.

Türk halkının iradesiyle eski padişahlığın bırakılması ve yeni padişahlık dönemine geçildiğini gösteren hiçbir bilgi, olay, işâret yoktur.  

Egemenliğin Cumhuriyet ile birlikte bir hanedandan/saraydan alınarak halka verildiği iddiası da bir aldatmacadır. Kamal Paşa, Ocak 1923’te İzmit’teki basın toplantısında, çok partili özgür seçimlerin yanlışlığını anlatırken, “Halkı kendi hâline, başıboş bırakacak değiliz” demiştir. Kendi hâline, başıboş bırakılamayacak kadar vasıfsız sayılan bir halka egemenlik verilir mi? Nitekim verilmemiştir. Kişi egemenliği, “cumhuriyet” adıyla el değiştirip devam etmiştir.

Çok partili özgür seçimlerin başlamasından sonra da kişi egemenliğine yeni bir formül bulunarak anayasalara yazılmıştır. Bugün bile tek parti döneminde CHP’nin yaptıkları,değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez. TBMM ise değiştirilmesi teklif dahi edilemez olan CHP’nin işlerine aykırı yasalar bile çıkaramaz. Bütün idarî mevzuat, o değiştirilemez bilinenlere göre ayarlanmıştır.

Yönetim hakkındaki bütün yetkilere CHP Genel Başkanı sahip olmuştur. Elbette seçim yapılmamıştır.

1923-1950 arasındaki TBMM’nin durumu, Osmanlı Mebusan Meclislerinden daha geridir. TBMM üyeleri tayin edilmiş birer memur durumundadır. Oraya tayin eden şahsa karşı kendilerini sorumlu tutmuşlardır. Muhalefet, vatan hainliği sayılmıştır. Muhalefet liderlerinin önemli bir kesimi idam edilmiştir. Türk halkı, özgür basını 1925-1950 arasında hiç görmemiştir. 5816 sayılı yasa bugün bile, Milât sonrası 2020’de basın ve düşünce özgürlüğünün önünde engeldir.

Osmanlı döneminde padişahların halka seslenirken “Vatandaşlarım” yerine “Kullarım” dediği bilinmektedir. Bundan dolayı eski padişahlık döneminde kul sayılan halkın, yeni padişahlık döneminde eşit vatandaşlar durumuna ulaştıkları iddiası külliyen yanlıştır. İkinci Meşrutiyet döneminde (1908-1913) çok partili özgür seçimler yapılmışken, 1923’ten sonraki padişahlık döneminde yapılamamıştır. Çünkü seçme hakkı olmayan, çok partili özgür seçimlerin yapılmadığı, özgür basının ve muhalefetin vatan hainliği sayıldığı Türkiye’de halk egemenliği iddiası boştur, ancak mizah konusu olabilir.

Fark ne?

Ancak kişi egemenliği konusunda Cumhuriyet döneminde bir mesafe kat edilmiştir. Eski padişahların egemenliği, hayatları ile sınırlı olurdu. Ölümü ile birlikte egemenlik hakkı da bitmiş sayılırdı. Yeni padişahlık döneminde ise kişi egemenliği bir mezara intikal etmiştir. Egemenlik hakkı artık o mezarındır. Törenlerde egemenliğe sahip olduğu tekrarlanan halkın ise bütün bu işlemlerde bir dâhli olmamıştır.

Cumhuriyet idaresi, akıl çağı (Aydınlanma Dönemi) ve Fransız İhtilâli ile başlamış olabilir mi? Belki Fransa için bu görüş doğru olabilir; Fransız İhtilâli ile birlikte cumhuriyet idaresiyle kişi egemenliği yerine halk egemenliği orada başlamış olabilir. Ancak Fransa örneği, Türkiye için oldukça uzaktır. Çünkü cumhuriyet idaresiyle birlikte kişi egemenliği Türkiye’de sona ermemiş, el değiştirmiştir.

Eski padişahlar, “kul” diye seslendikleri halka İkinci Mahmud zamanına kadar (1807-1839) reaya derlerdi. Bu, Türk halkının ancak “1923’den sonra ulus olabildiği” iddiası ile eş anlamlıdır. Çünkü Türkler bu görüşe göre siyâsî bilinçten yoksun olup bir ulus (veya millet) değilken, ancak 1923’ten sonra yavaş yavaş CHP inkılapları ile ulus/millet olabilmiştir.

Ulus/millet olmayan bu Türklere ise ancak “sürü”, Arapça karşılığı ile “reaya” olmak düşmektedir. Eski padişahların halka reaya/sürü demelerine karşılık yeni padişahların “Reayayı/sürüyü alıp ulus/millet yaptık” demeleri arasında anlam itibarı ile bir farklılık yoktur.

Ulus sayılmayan, geri, ilkel bir topluluğa düşen nedir? Elbette ileri/gelişmiş, asrî/medenî olanları taklit etmek... Nitekim öyle olmuştur.

“Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkilapların gâyesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün mânâ ve eşkali ile medenî bir heyet-i ictimaiye hâline irsal etmektir. İnkilaplarımızın umde-i asliyesi budur.”

Böylece yeni padişahlık dönemi sadece kişi egemenliğinin el değiştirmesi olarak kalmamış, halkın tamamen bütün mânâ ve eşkali ile birlikte “asrî/medenî” sayılan Avruplılara benzetilmesi çabası, devlet zoruyla uygulanmaya başlamıştır.

Her şeyi ile Batılılara benzemeye zorlanan bir halkın kimlik/kişilik sorunu yaşaması kaçınılmazdır. Ancak teslim edilmelidir ki, eski padişahlar bu ölçüde sınırsız/ölçüsüz bir Batılılaşmaya, halkın her şeyini değiştirmesine zorlamamışlardır. Tarihî ve kültürel hiçbir değeri bırakılmayan, müziğine kadar değişime zorlanan bir halkın, ulus/millet bilincine ulaştığı iddiası, sadece eğlence konusu olabilir. Nitekim Türk halkının bir kesimi bugün Fransızdır, İngilizdir, Almandır, Batılıdır ama sadece Türk değildir.

Türk halkının ihtiyaçlarının başında kişi egemenliğinden kurtulmak vardır; varlığını bir kişiye ve onun yaptıklarına borçlu bilmek vardır…

AK Parti’nin Türk halkına sosyal ve ekonomik alanda kazandırdıklarından daha önemlisi, kişi egemenliğine dayalı boğucu bu atmosferden halkı kurtarmak olmalıdır.

Buna karşılık, İbn Haldun Üniversitesinin açılış töreninde, 19 Ekim 2020 günü Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaptığı konuşmada, 18 yıllık siyâsî iktidarlarına rağmen fikrî iktidar olamadıklarından, eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettikleri ilerlemeyi sağlayamadıklarından yakınarak, fikrî iktidarı ise siyâsî kadroların değil, ilim ve sanat erbâbının inşâ edeceğini bu konuda sorumluluğun bir kısmının AK Parti kadrolarına, bir kısmının da ilim ve fikir adamlarına ait olduğunu belirtmiş, eğitimde topyekûn bir müfredat değişikliği ihtiyacını vurgulamış, sosyal hayatta ve eğitimde ölçüsüz Batı taklitçiliğini “Cumhuriyet’in ayıbı” olarak nitelendirmiştir.

Konuşmanın içeriği elbette bir siyâsî liderin yakınması ve nefis muhasebesi diye sınırlandırılamaz. Türkiye tarihinde Batılılaşmanın tarihinin iki yüzyıllık geçmişi hatırlandığında, konunun oldukça eski olduğu teslim edilecektir. Erdoğan’ın “eğitimde topyekûn bir müfredat değişikliği ihtiyacından” söz etmesi, gecikmiş ama önemli bir tespittir. Çünkü bu süre içinde AK Parti’nin her şehre üniversite kurduğu, hemen her il ve ilçede çeşitli derecede sayısız okul açtığı, modern araç gereçlerle donattığı, denizin altından tüneller, üstünden köprüler geçirdiği, otoyollar ve barajlar inşâ etmesine karşılık müfredatın tek parti döneminin kalıpları içinde sürüp gittiği bilinmektedir.

Okulların birer CHP ocağı/yan kuruluşu gibi faaliyet göstermesi, on sekiz yıllık iktidarında AK Parti’nin bu duruma müdahale etmeyişi büyük bir yanlıştır. Yol, köprü, baraj, hastane veya tünelden belki daha önemli, daha acil bir ihtiyaçtır.

Okul müfredatı CHP’nin ideolojik dogmalarından arındırılmalıdır. Çünkü bu dogmalar her şeyden önce özgür düşünceyi suç saymaktadır. Genç kuşakların özgür düşüncelerini engellemektedir. Üniversitelerde sosyal bilimlerin özgür bir havada işlenmesini, müzakere edilmesini imkânsız hale getirmektedir.

1933’te “inkılap muhalifi” diye üniversiteden özgür düşünceli hocaların tasfiye edilmesi ile başlayan ve tek görüşe, yalnızca Kemalizme insanları şartlandırma çabası devam etmektedir. Sosyal bilimler alanında bütün çalışmalar Kemalizm ile sınırlı tutulmaktadır. O sınırları aşanların üniversitede kalmaları ve eser yazmaları neredeyse imkânsızdır ve ancak bir cesaret konusudur.

İlginçtir ki, Türkleri sürü olmaktan kurtarıp uluslaştırdığını iddia eden bu dogmatik anlayış, 1933’te üniversite hocalarının üçte ikisini tasfiye ederken yerlerine Almanya’dan, Hitler’in kovduğu Yahudi asıllı hocaları yerleştirmekle övünmektedir. Böyle bir uluslaşma örneği bulunabilir mi? Türk hocalarını tasfiye ederek, onların yerine istihdam edilen Yahudilerle yapılan bir üniversite reformu veya uluslaşması ibretlik bir olaydır.

AK Parti’nin on sekiz yıl sonra bu konuya eğilmesi elbette hiç yoktan iyidir. Çünkü bayındırlık alanındaki işleri belki başka siyâsî kadrolarda yapabilir, ancak eğitimin CHP dogmalarından arındırılması gibi doğrudan Türk halkının kimliği, kültürü, tarihi ve geleceği hakkındaki böyle bir değişimi AK Parti’den başkasından beklemek beyhudedir.

Çünkü CHP dogmaları siyâset alanında “Cumhuriyet’in kazanımları” diye ortak bir önyargıya, takıntıya dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Her siyâsî parti CHP’nin dogmalarını tekrar etmeye kabul etmeye zorunlu tutulursa, o takdirde başka siyâsî partilere de ihtiyaç kalmayacaktır. Türkiye çok partili, özgür sayılacak bu döneminde bile tek partili CHP döneminin baskıcı, boğucu, istibdat şartlarını yaşamaya mecbur edilmemelidir.

AK Parti sağlık ve bayındırlık alanına harcadığı mesainin bir bölümünü hiç olmazsa eğitim politikalarının ıslah edilmesine de ayırarak yüz yıldan beri devlet zoruyla sürdürülen bir yanlışı, genç kuşakları CHP sempatizanı olarak şartlandırma yanlışından/ayıbından Türkiye’yi kurtarmalıdır.

Okullar hiçbir siyâsî partinin yan kuruluşu veya ocağı olmamalıdırlar. Hiçbir siyâsî parti liderinin egemenlik sahası da…