Cumhurbaşkanımız ve Türk halkı, merhum Denktaş ve Kıbrıs Türklerinin kaderini yaşamasın!

Aklım erdi ereli bu memlekette maarif alanında reform yapılır. Reformun yapılmadığı hiçbir dönem olmamıştır. Bugün gelinen noktaya bakıyorum da, iddia ediyorum, 1950’lerdeki, bizim dönemimizdeki eğitim sistemi şimdikinden daha kaliteliydi!

MERAKLA beklenen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin ikinci turu 18 Ekim Pazar günü yapıldı.

Bu aşamada, birinci turda en çok oy alan ve Türkiye’nin desteklediği Başbakan Ersin Tatar ile ikinci gelen Rum/Yunan ikilisinin desteklediği Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı yarıştı.

Favorinin belli olmadığı, son derece çekişmeli ve heyecanlı geçen seçimi yüzde 3 gibi çok az bir oy farkıyla Ersin Tatar kazandı. Bu sonuç, tabiatıyla Türkiye’de büyük bir memnuniyetle karşılandı, Hükûmet rahat bir nefes aldı.

Bunun böyle olmasının sebebi, Mustafa Akıncı’nın eskiden beri olduğu gibi Cumhurbaşkanlığı döneminde de Kıbrıs politikasında Türkiye’nin görüşlerine muhalif olması, Türkiye’yi Kıbrıs’ta âdeta bir işgalci gibi görerek Türkiye’ye karşı “bağımsızlık” politikası peşinden koşmasıdır. Görevi süresince Rumlara yakın olmak, Türkiye’ye uzak durmak siyâseti gütmüş, Rumlarla yaptığı müzakerelerde onlara kendi kafasından toprak tavizi vermeyi teklif etmiştir.

Akıncı, altmışlı yılların sonlarında Orta Doğu Teknik Üniversitesinde mimarlık okumuş, o yıllarda bu üniversiteye hâkim olmuş olan, içinde kendisinin de bulunduğu, ülkemize düşman Marksist zihniyetin bugün dahi etkisi altında bir tavır ortaya koymuştur.

Mustafa Akıncı sadece Kıbrıs dâvâsı konusunda değil, Türkiye’nin Suriye’deki operasyonlarına da karşı çıkmış, Türkiye’yi haksız yere kan dökmekle suçlamış, Hatay’ın anavatana katılmasında emeği geçen Hatay Cumhurbaşkanına atfen, “Ben bir Tayfur Sökmen olmayacağım” gibi abuk subuk lâflar etmiştir.

Şayet onun tam aksine Başbakan Ersin Tatar’ın Türkiye’yle uyumlu, dengeleyici siyâseti olmasaydı, Mustafa Akıncı gerek Kıbrıs dâvâsında, gerekse Doğu Akdeniz’deki Rum/Yunan ikilisine karşı yapılan hak mücadelesinde Türkiye’nin epeyce ayağına dolanabilirdi.

Buradaki mesele, sadece Mustafa Akıncı’nın Türkiye’ye karşı Güney Kıbrıs Rumlarına yakın olması olmuş olsaydı, o kadar da önemli sayılmayabilirdi. Fakat öyle değil. Bu kişi, Türkiye’nin açık karşı tavrına rağmen Kıbrıslı seçmenlerin yarısının desteğini alabilmiştir. Bu kadar da değil. Bir önceki seçimin ikinci turunda yüzde 60,5 oyla cumhurbaşkanı olmuş, daha önceleri de üç dönem (toplam 14 yıl) Lefkoşe Belediye Başkanlığı, milletvekilliği, bakanlık, başbakan yardımcılığı gibi görevlerde bulunmuştur. Bu, düşündürücü bir hâldir!

Bilindiği gibi 1950’lerden beri Kıbrıslı Rumlar yıllarca baskı, terör ve cinâyetlerle Türklerin Adadaki varlığını ortadan kaldırmak için çalışmışlar, yetmişli yıllarda toplu katliamlar dahi yapmışlardı. Bu durum Türkiye’nin 1974’teki “Barış Harekâtı” adıyla adaya yapmış olduğu müdahaleye kadar sürmüştür. Bu tarihten sonra Kıbrıslı soydaşlar Türkiye’nin himâyesinde egemen devletlerini kurmuşlar, hâlen güven içinde özgürce yaşamaktadırlar.

Canını, vatanını, namusunu, özgürlüğünü tamamen Türkiye’ye borçlu olan Kıbrıs Türklerinin yarısı her nedense Türkiye’ye ters bakmakta, Rumlara yakınlık duymaktadır. Düşündürücü olan budur. Dolayısıyla bu kitle, kendi içinden kendi zihniyetindeki insanları çıkarıyor. Mustafa Akıncı’dan önceki Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat da ODTÜ’den mezun olmuş benzer zihniyette bir kişiydi.

Bu son seçimi Ersin Tatar’ın göğüs farkıyla kazanmış olması, sorunu çözmüş olmuyor, yarınlarda neler olacağını kimse bilemez.

Bu neden böyle olmaktadır?

Bunun başlıca sorumlusu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş’tır.

Rauf Denktaş, merhum Dr. Fazıl Küçük’le beraber Kıbrıs dâvâsının büyük lideri, Kıbrıs Türklüğünün bugünlere erişebilmesinin en büyük emektarıdır.

İlk Cumhurbaşkanı olduğunda rakipsiz bir siyâsî gücü, büyük bir karizması vardı. Kendisi Türk milliyetçisiydi, zaten başka türlü olması da mümkün değildi. Yıllarca İngiliz hâkimiyetinin ve Rum baskısının altında kendi öz kültürü yıpranmış olan halkını, özellikle de yeni nesilleri istediği gibi yoğurma imkânı vardı. Dolayısıyla ilk yapması gereken şey, millî ve mânevî bilgi ve duygularla dolu yeni nesiller yetiştirmek olmalıydı. Fakat 1976’dan 2005 yılına kadar defalarca Cumhurbaşkanı seçilip kesintisiz 29 yıl Cumhurbaşkanlığı yapmış olmasına rağmen bunu hiç yapmadı. Sadece dış siyâsetle meşgul oldu, Rumlarla kavgasını sürdürdü.

Onun bu duyarsızlığının ürünü olarak, zaten toplumda var olan gayr-i millî kültür hayat buldu, gelişti ve bugünkü kompozisyon meydana geldi.

Merhum Denktaş, sağlığında bu ihmâlinin acı meyvesini tatmak talihsizliğini yaşadı. Halkının kendisine olan desteği giderek azalan bu “Millî Kahraman” lider, 2000 yılındaki seçimin birinci turunda ancak yüzde 44 oy alabildi ve ikinci tura kaldı. İkinci turda rakibi Başbakan Derviş Eroğlu adaylıktan çekildiği için seçimden galip çıktı.

Cumhurbaşkanı bulunduğu 2004 yılında yapılan referandumda Rumlarla birleşmeyi öngören “Annan Plânı”na karşı tavır koymasına rağmen, kendi yönetiminde yetişen genç nesil, “Yes be annem!” sloganıyla kendisine karşı yüzde 65 gibi büyük bir oranla plâna olumlu oy çıkarmayı başardı. 2005 seçimine merhumun artık katılacak takati kalmamıştı.

***

Türkiye’de de Türk halkı ve değerli Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan, tıpkı Kıbrıs halkı ve merhum Rauf Denktaş’ın yaşadığı gibi bir süreci yaşamaya doğru gidiyor.

Daha birkaç gün önce Erdoğan, bizâtihi kendisi, daha önceleri de birkaç defa söylediği gibi, diğer maddî politikalarda çok başarılı olmuş olmalarına rağmen eğitim-öğretim konusunda maalesef sınıfta kaldıklarını itiraf etmiştir.

O itiraf etse de, etmese de eser zaten meydanda. Sözde 17 senedir AK Parti iktidarda ama eğitim-öğretimde iktidar seküler kesimin elindedir. İşin daha da vahimi, AK Parti dönemi, şimdiye kadarki en kötü dönemdir. Eğitim sistemimiz dinsiz, milliyetsiz ve idealsiz nesiller üretiyor. Seküler iktidarlar döneminde yetişen nesiller hiç olmazsa biraz tarih, biraz edebiyat ve müspet bilimler öğreniyordu. Bugün yüksek tahsil yapmış bir evlâdımıza bakıyoruz; tarihini bilmiyor, edebiyatını bilmiyor, dinini-ahlâkını hiç bilmiyor ve fizik, kimya, matematik de bilmiyor. Konuşmasını bilmiyor. Peki, bunlar ne biliyor? Hiçbir şey! Bunlar bunca sene ne okudular acaba?

Bu ne demek? Ülkemizin geleceğinin karanlık olduğu, çokça telâffuz edilen millî bekâmızın tehlikede olduğu demektir.

“Keşke” diyorum, “AK Parti iktidarı diğer alanlarda başarısız olsaydı da eğitim-öğretim ve kültür alanında başarılı olsaydı”.

Kusura bakmasınlar, cami yaptırmakla bir toplum İslâmileştirilemez. Osmanlı döneminde en çok ve en görkemli camiler gerileme devirlerinde yapılmış, fakat sonuç fiyasko olmuştur.

Ben 77 yaşımdayım. Aklım erdi ereli bu memlekette maarif alanında reform yapılır. Reformun yapılmadığı hiçbir dönem olmamıştır. Bugün gelinen noktaya bakıyorum da, iddia ediyorum, 1950’lerdeki, bizim dönemimizdeki eğitim sistemi şimdikinden daha kaliteliydi!

Cumhurbaşkanımızın başarısızlığını itiraf etmesinin hiçbir değeri yok. Defalarca itiraf etti, değişen bir şey yok. Ben de vatandaş olarak sorarım: “Neden yapmadınız kardeşim, mazeretiniz neydi?”

Madem başarılamıyor, dünyada bu alanda başarılı olmuş birçok ülke var, gidip oralardan öğrenip kopya çeker insan. Bunu dahi yapamıyorlar.

Okullarda sınıfta kalma yok, öğretmenlerin öğrenci üzerinde bir hâkimiyeti yok, müfredat zaten abur cubur! Üniversitelerimiz için yapılan masraf rakamlara sığmaz neredeyse; yerleşkeler muhteşem yani dışının yaldızı mükemmel, ya içerisi?

ABD’de bir mastır öğrencisinin programı o kadar yüklüdür ki âdeta günün 24 saati az geliyor. Bizde bakıyorum, çocuk lisans diplomasını almış, babasının dükkânında çalışıyor, bir taraftan da mastır yapıyor ve diplomasını da alıyor. Tam bir felâket!

İşin fecâatini anlamak için, şâhit olduğum bir hâdiseyi sunmak istiyorum...

Adana’da eski milletvekili, itibarlı bir arkadaşım vardı. Kendisi şu anda hayatta değil, mekânı Cennet olsun. O anlatmıştı: “Bir gün işyerimde otururken bazı arkadaşlarım benim adıma bir mastır diploması getirdiler. Benim böyle bir şeyden haberim yoktu. ‘Bu neyin nesidir?’ diye sordum, bana bir sürpriz yapmak istemişler…”

Bunu yapan, Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinden Çukurova Üniversitesidir. Dünya ile böyle mi yarışacağız?