MERAKLA beklenen Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin ikinci turu 18 Ekim Pazar günü
yapıldı.
Bu
aşamada, birinci turda en çok oy alan ve Türkiye’nin desteklediği Başbakan
Ersin Tatar ile ikinci gelen Rum/Yunan ikilisinin desteklediği Cumhurbaşkanı
Mustafa Akıncı yarıştı.
Favorinin
belli olmadığı, son derece çekişmeli ve heyecanlı geçen seçimi yüzde 3 gibi çok
az bir oy farkıyla Ersin Tatar kazandı. Bu sonuç, tabiatıyla Türkiye’de büyük bir
memnuniyetle karşılandı, Hükûmet rahat bir nefes aldı.
Bunun
böyle olmasının sebebi, Mustafa Akıncı’nın eskiden beri olduğu gibi Cumhurbaşkanlığı
döneminde de Kıbrıs politikasında Türkiye’nin görüşlerine muhalif olması,
Türkiye’yi Kıbrıs’ta âdeta bir işgalci gibi görerek Türkiye’ye karşı
“bağımsızlık” politikası peşinden koşmasıdır. Görevi süresince Rumlara yakın olmak,
Türkiye’ye uzak durmak siyâseti gütmüş, Rumlarla yaptığı müzakerelerde onlara
kendi kafasından toprak tavizi vermeyi teklif etmiştir.
Akıncı,
altmışlı yılların sonlarında Orta Doğu Teknik Üniversitesinde mimarlık okumuş,
o yıllarda bu üniversiteye hâkim olmuş olan, içinde kendisinin de bulunduğu, ülkemize
düşman Marksist zihniyetin bugün dahi etkisi altında bir tavır ortaya
koymuştur.
Mustafa
Akıncı sadece Kıbrıs dâvâsı konusunda değil, Türkiye’nin Suriye’deki
operasyonlarına da karşı çıkmış, Türkiye’yi haksız yere kan dökmekle suçlamış,
Hatay’ın anavatana katılmasında emeği geçen Hatay Cumhurbaşkanına atfen, “Ben bir Tayfur Sökmen olmayacağım” gibi
abuk subuk lâflar etmiştir.
Şayet
onun tam aksine Başbakan Ersin Tatar’ın Türkiye’yle uyumlu, dengeleyici siyâseti
olmasaydı, Mustafa Akıncı gerek Kıbrıs dâvâsında, gerekse Doğu Akdeniz’deki
Rum/Yunan ikilisine karşı yapılan hak mücadelesinde Türkiye’nin epeyce ayağına
dolanabilirdi.
Buradaki
mesele, sadece Mustafa Akıncı’nın Türkiye’ye karşı Güney Kıbrıs Rumlarına yakın
olması olmuş olsaydı, o kadar da önemli sayılmayabilirdi. Fakat öyle değil. Bu
kişi, Türkiye’nin açık karşı tavrına rağmen Kıbrıslı seçmenlerin yarısının
desteğini alabilmiştir. Bu kadar da değil. Bir önceki seçimin ikinci turunda
yüzde 60,5 oyla cumhurbaşkanı olmuş, daha önceleri de üç dönem (toplam 14 yıl)
Lefkoşe Belediye Başkanlığı, milletvekilliği, bakanlık, başbakan yardımcılığı
gibi görevlerde bulunmuştur. Bu, düşündürücü bir hâldir!
Bilindiği
gibi 1950’lerden beri Kıbrıslı Rumlar yıllarca baskı, terör ve cinâyetlerle
Türklerin Adadaki varlığını ortadan kaldırmak için çalışmışlar, yetmişli
yıllarda toplu katliamlar dahi yapmışlardı. Bu durum Türkiye’nin 1974’teki
“Barış Harekâtı” adıyla adaya yapmış olduğu müdahaleye kadar sürmüştür. Bu
tarihten sonra Kıbrıslı soydaşlar Türkiye’nin himâyesinde egemen devletlerini
kurmuşlar, hâlen güven içinde özgürce yaşamaktadırlar.
Canını,
vatanını, namusunu, özgürlüğünü tamamen Türkiye’ye borçlu olan Kıbrıs
Türklerinin yarısı her nedense Türkiye’ye ters bakmakta, Rumlara yakınlık
duymaktadır. Düşündürücü olan budur. Dolayısıyla bu kitle, kendi içinden kendi
zihniyetindeki insanları çıkarıyor. Mustafa Akıncı’dan önceki Cumhurbaşkanı
Mehmet Ali Talat da ODTÜ’den mezun olmuş benzer zihniyette bir kişiydi.
Bu
son seçimi Ersin Tatar’ın göğüs farkıyla kazanmış olması, sorunu çözmüş
olmuyor, yarınlarda neler olacağını kimse bilemez.
Bu
neden böyle olmaktadır?
Bunun
başlıca sorumlusu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı merhum
Rauf Denktaş’tır.
Rauf
Denktaş, merhum Dr. Fazıl Küçük’le beraber Kıbrıs dâvâsının büyük lideri,
Kıbrıs Türklüğünün bugünlere erişebilmesinin en büyük emektarıdır.
İlk
Cumhurbaşkanı olduğunda rakipsiz bir siyâsî gücü, büyük bir karizması vardı.
Kendisi Türk milliyetçisiydi, zaten başka türlü olması da mümkün değildi.
Yıllarca İngiliz hâkimiyetinin ve Rum baskısının altında kendi öz kültürü yıpranmış
olan halkını, özellikle de yeni nesilleri istediği gibi yoğurma imkânı vardı.
Dolayısıyla ilk yapması gereken şey, millî ve mânevî bilgi ve duygularla dolu
yeni nesiller yetiştirmek olmalıydı. Fakat 1976’dan 2005 yılına kadar defalarca
Cumhurbaşkanı seçilip kesintisiz 29 yıl Cumhurbaşkanlığı yapmış olmasına rağmen
bunu hiç yapmadı. Sadece dış siyâsetle meşgul oldu, Rumlarla kavgasını
sürdürdü.
Onun
bu duyarsızlığının ürünü olarak, zaten toplumda var olan gayr-i millî kültür
hayat buldu, gelişti ve bugünkü kompozisyon meydana geldi.
Merhum
Denktaş, sağlığında bu ihmâlinin acı meyvesini tatmak talihsizliğini yaşadı.
Halkının kendisine olan desteği giderek azalan bu “Millî Kahraman” lider, 2000
yılındaki seçimin birinci turunda ancak yüzde 44 oy alabildi ve ikinci tura
kaldı. İkinci turda rakibi Başbakan Derviş Eroğlu adaylıktan çekildiği için
seçimden galip çıktı.
Cumhurbaşkanı
bulunduğu 2004 yılında yapılan referandumda Rumlarla birleşmeyi öngören “Annan
Plânı”na karşı tavır koymasına rağmen, kendi yönetiminde yetişen genç nesil,
“Yes be annem!” sloganıyla kendisine karşı yüzde 65 gibi büyük bir oranla plâna
olumlu oy çıkarmayı başardı. 2005 seçimine merhumun artık katılacak takati
kalmamıştı.
***
Türkiye’de
de Türk halkı ve değerli Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan, tıpkı Kıbrıs halkı ve
merhum Rauf Denktaş’ın yaşadığı gibi bir süreci yaşamaya doğru gidiyor.
Daha
birkaç gün önce Erdoğan, bizâtihi kendisi, daha önceleri de birkaç defa
söylediği gibi, diğer maddî politikalarda çok başarılı olmuş olmalarına rağmen
eğitim-öğretim konusunda maalesef sınıfta kaldıklarını itiraf etmiştir.
O
itiraf etse de, etmese de eser zaten meydanda. Sözde 17 senedir AK Parti
iktidarda ama eğitim-öğretimde iktidar seküler kesimin elindedir. İşin daha da
vahimi, AK Parti dönemi, şimdiye kadarki en kötü dönemdir. Eğitim sistemimiz
dinsiz, milliyetsiz ve idealsiz nesiller üretiyor. Seküler iktidarlar döneminde
yetişen nesiller hiç olmazsa biraz tarih, biraz edebiyat ve müspet bilimler
öğreniyordu. Bugün yüksek tahsil yapmış bir evlâdımıza bakıyoruz; tarihini
bilmiyor, edebiyatını bilmiyor, dinini-ahlâkını hiç bilmiyor ve fizik, kimya,
matematik de bilmiyor. Konuşmasını bilmiyor. Peki, bunlar ne biliyor? Hiçbir
şey! Bunlar bunca sene ne okudular acaba?
Bu
ne demek? Ülkemizin geleceğinin karanlık olduğu, çokça telâffuz edilen millî
bekâmızın tehlikede olduğu demektir.
“Keşke”
diyorum, “AK Parti iktidarı diğer alanlarda başarısız olsaydı da eğitim-öğretim
ve kültür alanında başarılı olsaydı”.
Kusura
bakmasınlar, cami yaptırmakla bir toplum İslâmileştirilemez. Osmanlı döneminde
en çok ve en görkemli camiler gerileme devirlerinde yapılmış, fakat sonuç
fiyasko olmuştur.
Ben
77 yaşımdayım. Aklım erdi ereli bu memlekette maarif alanında reform yapılır.
Reformun yapılmadığı hiçbir dönem olmamıştır. Bugün gelinen noktaya bakıyorum
da, iddia ediyorum, 1950’lerdeki, bizim dönemimizdeki eğitim sistemi
şimdikinden daha kaliteliydi!
Cumhurbaşkanımızın
başarısızlığını itiraf etmesinin hiçbir değeri yok. Defalarca itiraf etti,
değişen bir şey yok. Ben de vatandaş olarak sorarım: “Neden yapmadınız
kardeşim, mazeretiniz neydi?”
Madem
başarılamıyor, dünyada bu alanda başarılı olmuş birçok ülke var, gidip
oralardan öğrenip kopya çeker insan. Bunu dahi yapamıyorlar.
Okullarda
sınıfta kalma yok, öğretmenlerin öğrenci üzerinde bir hâkimiyeti yok, müfredat
zaten abur cubur! Üniversitelerimiz için yapılan masraf rakamlara sığmaz
neredeyse; yerleşkeler muhteşem yani dışının yaldızı mükemmel, ya içerisi?
ABD’de
bir mastır öğrencisinin programı o kadar yüklüdür ki âdeta günün 24 saati az
geliyor. Bizde bakıyorum, çocuk lisans diplomasını almış, babasının dükkânında
çalışıyor, bir taraftan da mastır yapıyor ve diplomasını da alıyor. Tam bir
felâket!
İşin
fecâatini anlamak için, şâhit olduğum bir hâdiseyi sunmak istiyorum...
Adana’da
eski milletvekili, itibarlı bir arkadaşım vardı. Kendisi şu anda hayatta değil,
mekânı Cennet olsun. O anlatmıştı: “Bir
gün işyerimde otururken bazı arkadaşlarım benim adıma bir mastır diploması
getirdiler. Benim böyle bir şeyden haberim yoktu. ‘Bu neyin nesidir?’ diye
sordum, bana bir sürpriz yapmak istemişler…”
Bunu
yapan, Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinden Çukurova Üniversitesidir.
Dünya ile böyle mi yarışacağız?