ÇİN çıkışlı “Covid-19”
virüsü, cihan hâkimiyetini sürdürüyor. En azından bu satırların yazıldığı
günlerde dünyayı kapsama altına almış ölüm tehdidini devam ettiriyordu…
Covid-19
virüsünün kapsama alanında zengin, fakir, ağa, paşa, bakan, başbakan,
milletvekili fark etmeksizin yer alıyor. Tıpkı kör bir tırpan gibi insanları
biçiyor. En süper hükûmet ve devletler bile teknolojik güç ve üstünlüklerine
rağmen Covid-19 ile mücadelede çâresizliklerini açıkça itiraf ediyorlar.
Covid-19,
görünüşte en çok tıbbın ilgi alanına giriyor. O sebeple alanında temayüz etmiş
tıp otoriteleri, kanaat ve düşüncelerini kamuoyu önünde sergilerken ne kadar
yetersiz kaldıklarını itiraf etmek zorunda kalıyorlar. İnsanları Covid-19 belâsına
karşı koruyacak muhtemel bir ilâç, daha doğrusu bir silah ve çâreden söz
edemiyorlar. Covid-19, insanlığın yüz yüze kaldığı en bahtsız ve tarihte hiç
olmadığı kadar çâresiz kaldığı bir belâ, bir afet. Olayın sadece tıp yönünden
değil, ekonomik, sosyal, siyâsî, ama en önemlisi de edebî yönü de ele alınıp
incelenmesi ve tarihin sayfalarına kaydedilmesi gerekiyor.
Gerek
ulusal ve gerekse uluslararası bu tür tarihî olayların seyrini incelerken, edebiyat
ve edebiyatçılara ayrı görev düşmektedir. Cereyan eden önemli tarihî olayları edebiyata
aktaran ve ölümsüzleştiren iki çarpıcı örnekten söz etmekte yarar var bu
anlamda. Böylece yazının amacı belki kolayca anlaşılacaktır.
“Kuyruklu
Yıldız Altında Bir İzdivaç”
Edebiyatımızın
usta yazarlarından Hüseyin Rahmi’nin (17 Ağustos 1864, İstanbul-8
Mart 1944, İstanbul) meşhur “Kuyruklu Yıldız Altında Bir
İzdivaç” romanı ilk çağrışımı yapmaktadır. Mizahi olayları ve konuları bulup
yazıya geçirmekte usta olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, bu romanı bir halk
söylentisi etrafında düşünmüş ve bu söylentiyi ustaca bir kurgu ile roman hâline
getirmiştir.
Roman,
1910 yılında Halley kuyruklu yıldızının dünyaya çarpacağı söylentisi üzerine
yazılmıştır. O tarihlerde bu söylenti insanlar arasında büyük bir yankı
oluşturmuş, halk da bundan dolayı oldukça büyük bir paniğe kapılmıştı. Dünyaya
çarpması beklenen Halley kuyruklu yıldızı bu felâkete yol açmamış ama İstanbul
insanının hayatında epey çalkantıya neden olmuştu.
Dönemin
İstanbul’unda oluşan olayların yine dönemin sosyal bünyesi içindeki yankılarını
bir vaka düzeni içinde kurgulayan romanda, olayın İstanbul’un sosyal ve kültürel hayatında estirdiği heyecan
anlatılmıştır. Hüseyin Rahmi’nin bu romanı, 1911 yılında basıldıktan sonra
Sansür Kurulu tarafından yasaklanan “Şıpsevdi” adlı romanının ardından
yayınlanmış, Hüseyin Rahmi bu iki romanından sonra uzun bir müddet yazarlığa da
vedâ etmiştir. Özellikle “Şıpsevdi” adlı
romanının basıldıktan sonra edebiyat dünyasına ve hükûmete karşı bir küskünlük
içine girmiş, Heybeliada’ya taşınarak hayatının bundan sonraki sürecini burada
geçirmiştir.
Yazar,
sözünü ettiğimiz romanında, Halley kuyruklu yıldızının Dünya’ya çarpacağı
söylentisini eğlendirici bir anlatımla işlerken, bâtıl itikatlara inanan ve
söylentilere kapılan avamın gülünç yanlarını ortaya koyarak bilimin ve eğitimin
ne denli önemli olduğunu vurgulamak istemiştir. Kaldı ki yıldız dünyaya
çarpmamış, ama Hüseyin Rahmi’nin romanı bir asrı aşkın zamandan beri okunmakta,
ilk günkü tadını taşımaktadır.
“Çanakkale
Şehitlerine”
Bir
vakanın edebiyat ile çağlar ardına taşınmasına ikinci ve en çarpıcı örnek ise, tarihimizin
en destansı olayı olan Çanakkale Deniz Savaşları’nın (1918) anlatıldığı, Mehmed
Âkif Ersoy’un (İstanbul, 1873-1936) “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiiridir.
Milletimize
“İstiklâl Marşı” gibi ölümsüz bir eseri armağan eden büyük şair, aslında
Çanakkale Deniz Muharebeleri’nde bulunmamıştır. Ama Çanakkale Deniz Muharebeleri’ni
öyle bir içselleştirmiş ve yazıya dökmüştür ki aradan geçen yüz yıla rağmen
Çanakkale Muhabereleri denince ilk alan gelen isim, Mehmed Âkif’tir.
“Çanakkale
Şehitlerine” şiirinde üstün bir ifade ve edebiyat gücünün yanında ne
kendisinden önce, ne de kendisinden sonra hiçbir şaire nasip olmayan üstün bir
sanat örneği sergilenmektedir. Millî Şair, kalemini fırça gibi kullanarak
kelimeleri sıralamış ve âdeta Çanakkale Deniz Muharebeleri’nin muhteşem
tablosunu yapmıştır. İlk mısraı bile şiirin emsalsizliğini ifadeye yetmektedir:
“Şu Boğaz Harbi
nedir? Var mı ki dünyada eşi?/ En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,/ -Tepeden
yol bularak geçmek için Marmara’ya-/ Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya./
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!/ Nerde -gösterdiği vahşetle- ‘Bu, bir
Avrupalı!’/ Dedirir yırtıcı, his yoksulu sırtlan kümesi/ Varsa gelmiş, açılıp
mahbesi yahud kafesi!”
Çanakkale
Boğazı’nı yakından görmemiş, tanımamış birinin bu şiirle zihninde müthiş bir savaş
tasvir canlanıyor. Çanakkale Savaşları’na dair pek çok resim, fotoğraf vardır ama
insan zihninde o harbi canlı ve diri tutan başka bir eser veya tablo
bulunmamaktadır. Mehmed Âkif, kelimelerle tarihî olayı zihinlere kazıyor, nakşediyor,
kuyumcu titizliği ile işliyor ve ölümsüzleştiriyor:
“Öteden sâikalar
parçalıyor âfâkı,/ Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;/ Bomba şimşekleri
beyninden inip her siperin/ Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin./ Yerin
altında cehennem gibi binlerce lağam,/ Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce
adam./ Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;/ O ne müdhiş tipidir,
savrulur enkâz-ı beşer.../ Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el,
ayak/ Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak./ Saçıyor zırha bürünmüş de o
nâmerd eller,/ Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller…/ Veriyor yangını,
durmuş da açık sînelere/ Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre./ Top tüfekten daha
sık, gülle yağan mermiler…/ Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!/ Ne
çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;/ Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat
îman?/ Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?/ Çünkü te’sis-i İlâhî o
metîn istihkâm…”
Emperyalizmin
denize gömüldüğü Çanakkale Deniz Muharebeleri, askerî, siyâsî, ekonomik ve
kültürel plânda çok yönlü bir olay ve aynı zamanda bir ilklerin tarihidir. Hak
ile bâtılın, Tevhîd ile küfrün mücadelesidir. Harp başlamış, cereyan etmiş ve Tevhîd’in
galibiyetiyle bitmiştir. Çanakkale Harbi’ne dair siyâsî ve askerî yönden
ciltlerle eser yazılmıştır ama harbin en önemli yönü Mehmed Âkif gibi bir edebiyatçının
kaleminden ölümsüzleşmiş ve Âbideleşmiştir.
“Çanakkale
Şehitlerine” şiirinin her satırı, her mısraı başlı başına bir edebiyat destanı,
sanat şaheseri ve azâmetli bir edebiyat numûnesidir. Ama her yönü ile bizi
anlatmakta ve bize aittir. Okunduğu zaman dinleyenlerin zihninde müthiş fırtınalar
koparmaktadır. İnsanlar kendilerini bir anda bizzat harbin içinde bulmaktadırlar.
Tarihî bir hâdisenin edebiyata yansımasıdır.
İnsanlık
topyekûn Covid-19 ordusuna karşı savaşmaktadır. Şair, romancı, hikâyecilerimiz
ister edebî, ister magazinel yönde olsun, sadırlardakini satırlara dökmek durumundadırlar
ve kalıcı olan da budur. On, yirmi, otuz ve daha fazla yıl sonra nesiller Covid-19’u
doktor raporlarından ziyâde, hikâye ve romanlardan okuyarak tanıyacak ve
anlayacaklar. Günümüzde Covid-19 afeti ile yüz yüze kalanlar belki kendilerini
ifade edemeyebilirler, ama hastalığı hisseden ve/veya yaşayan şairin/yazarın,
gördüklerini ve hissettiklerini şiir, roman, hikâye, hiciv veya hatıra olarak
kayda alması, gelecekte görsellikten daha önemlidir. Tıpkı Çanakkale Şehitlerine
şiirinin son mısralarında denildiği gibi: “Ey
bu topraklar için toprağa düşmüş asker!/ Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı,
değer./ Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhîd’i;/ Bedr’in Arslanları ancak bu
kadar şanlı idi.”
Yaşayan hiç kimse, Covid-19 tehdidi karşısında hayat garantisine sahip ve yarın hayatta olacağına dair güven içinde değildir. En doğrusunu Allah bilir ve Allah’a güvenmekten, O’na tevekkül etmekten başka çâremiz bulunmamaktadır.