ÇİN’den
gelen haberleri bir solukta izliyor değil miydik? Kimi zaman acıma hissi, kimi
zaman umarsızlık, ama en çok da endişe ve korku vardı içimizde. Böylesi büyük
boyutlardaki sonuçlara neden olacağını idrak edebilen pek kimse yoktu etrafta.
Olanlar da ya maske fiyatlarını arttırdı yahut evine kolonya ve makarna
depoladı sanırım.
İnternete yüklenmiş onca
haber ve videoyu tek gecede hâfızama nakşederken, gözlerimin o görüntüler
karşısında faltaşı gibi açıldığını hatırlıyorum. Aklım yeni bir hastalığın bu
kadar kısa sürede, böylesine hızlı yayılmasını idrak edemiyor. 22 yaşındayım ve
salgınlar yalnızca dizilerde, filmlerde izlediğimiz; tıp tarihinde, şehirlerin
ve dünyanın geçmişteki kaderinde yer almış ve “Bir daha asla olmaz” diye
baktığımız olaylar belki… “Nasıl yani, ne oluyor?” ünlemleriyle dolaşıyor,
yalnızca acziyetimin farkına varıyorum.
Zaten beklediğimiz bir
durumdu ama Türkiye’deki ilk vaka açıklandığında içimizde beliren korku ve endişeyi
hatırlayalım! Bunca yaşanmışlıktan sonra o ânı hâfızamıza yeniden misafir
etmeye cesaretimiz varsa elbet?
Bundan sonrası canhıraş
bir mücadele… Bu sürecin tarifi kelimelerle zor. Dahası, evlerimizden çıkıp
yeni bir hayata adım attığımızda bile tanımlamakta güçlük çekebileceğimiz çokça
mesele olacak. Çünkü nihâyetinde, anlatabilmek için anlayabilmek gerekiyor ve
bunun kolay bir eylem olmadığının da farkındayım.
Süreci bir bütün hâlinde
gözden geçirmek için henüz erken belki. Nedenlerini bile anlayıp çerçeveleyemediğimiz
bir dönemdeyiz, sonuçlara inmek epey zaman alacak. Yaşamımızda meydana gelecek
değişikliklerin yalnızca küçük bir kısmıyla muhatabız şimdilerde. Teknolojiyle
daha fazla iletişim, rutinin değerini anlama hâli, kendimizi ve yaşananları
anlamlandırmaya çalışma… Bunlar pek çok kelimeyle desteklenebilir, pek çok
tamlama ve duygu bileşimi ilâve edilebilir satır aralarına, ancak tam bu
noktada eklenmesi ve üzerinde durulması gereken en önemli konulardan biri, “dil”
bana kalırsa…
Nitekim salgın
başladığından beridir değil yalnızca Türkçeye de -küresel çapta bir duruma
maruz kaldığımızdan-, diğer tüm dillere de eklenen yeni kelimeler var.
Dilin yaşayan bir
organizma gibi hayatımızın tümünde bizimle birlikte olduğunu, değişime
uğradığını, türediğini, ürediğini, kimi zaman kısırlaştığını ve yaşamdaki
dönüşümün en çok onu etkilediğini bu süreçte daha iyi gözlemleme fırsatı
bulduk. İçerik olarak duyduğumuzda bizi rahatsız edip ürperti veren çoğu
sözcüğün dilimize rahat bir döşek gibi serildiğini fark ettik. Bunlara “pandemi,
karantina, izolasyon” gibi örnekler verilebilir.
Belgesellerde izleyip
anlamlandırmaya çalıştığımız olayları ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan
hastalıkları, kolerayı, veremi, vebayı duyduğumuzda, uygulanan tedbirleri ve en
çok da “karantina” sözcüğünü işittiğimizde içimizde beliren rahatsızlık hissi,
artık çok derin seyretmiyor. Bu kelime de artık ekmek gibi, su gibi hayatımızın
bir anda başköşesine yerleşmişleri arasında yer aldı. Venedik’ten kopardık,
güncelledik ve vebadan Covid-19’a terfi ettirdik. Ortada ne gemiler var, ne de
Venedik tacirleri. Ama günümüzün tüm insanları bir anda, küresel çapta aynı
uygulamaya yeniden sarıldık, tedbirlerimizin geri kalanını onun üzerine inşâ
ettik. Bir nevi zorunlu tecrit, mecburî korunma ve yalnızlaşma eylemi…
Yediden yetmişe tüm
insanların kelime dağarcığı bunu kabul etti. Komşular camdan cama konuşurken,
çocuklar kendilerine izin verilen saatlerde dışarı çıktığında… Herkesin ağzında
aynı kelime… Nefes almak kadar normal! Bundan kırk gün öncesine kadar ne günlük
dilde kullanıyor, ne de kanun fıkralarında, yönetmeliklerin içeriklerinde
salgın hastalıklara dair bentler dikkatimizi çekiyordu.
“Sosyal mesafe” kavramına
da aynı şekilde yabancıydık. Bu tamlama yalnızca İstanbul’un kalabalığı ve
trafiğinden sıkılmış yorgun çoğunluğun dilinde şaka maksadıyla kullanılan ve
sonrasında kahkahaların eşlik ettiği kelimelerden biriydi. Şimdilerde ne sosyal
mesafeye takatimiz, ne de mesafesizliğe tahammülümüz var. Çünkü özledik!
Sevdiklerimizi, kendimizi, hayatın olağan akışını…
Birçok çalışan, “bulaş”
riskinden korktuğundan evlerini ayırdı, virüsün girdiği evlerinse her odası
apayrı bir hayatı ağırlıyor şimdilerde. Bambaşka duygular, düşmeler, kalkmalar,
ayrılık ve hasretler… Kendine ve başkasına omuz verme çabası… Gökyüzünden ve
yeşilden ayrı… Yıllardır cezaevleriyle ilgili dinlediğim, izlediğim, okuduğum,
çalıştığım onca şey hiç de boş değilmiş. İdrak her zaman bir başka yaşananın
kapısını açıyor.
“Bir musîbet, bin nasihatten
yeğdir” demişler ama nasihat olabilmesi için bazı şeyleri dinlemek, izlemek,
gözlemlemek gerekiyor. Sürecin, doğru okunduğunda insanlara “travmatik büyüme”
getireceğinden bahseden psikologlarımız var. Bu noktada, insan olmanın getirisi
kalp ve akıl, birleşerek tanım ve anlam kapasitelerini sonuna değin zorluyor.
Ancak bir yerden sonrası sonsuz boşluk, karadelik, kısır döngü… İnsan, “denge”
denen oluşun bozulduğu şu vakitte, kendi içindeki dengeyi sağlayabilmek için
bitmez tükenmez bir çaba gösterisinde. Bunu başaramayanlarınsa ortaya attığı
yepyeni bir kavram var şimdilerde: “Doom scrolling”...
Doom “kıyamet”, scroll ise
“ekranı kaydırmak” mânâsına geliyor. “Koronavirüs ile ilgili haberlere,
manşetlere, gelişmelere ekran üzerinden çok fazla odaklanma, o mecradan
kopamama ve hattâ gözünü alamama” anlamında kullanılıyor bu tamlama ve bu da
yine içinde bulunulan sürecin getirisi. Denge mefhumunun ezilişi ve insanın acziyetinin,
bir noktada da mahkûmiyetinin ifadesi… Sürecin psikolojik etkisini anlatma bakımından
etkili ve öz…
Toplumsal etki için de “Covidorce”
kelimesini örnek verebiliriz. Çin’de uygulanan karantina süresince anlaşamayan
pek çok çiftin soluğu mahkemede aldığı ve boşanmaların normalin üzerinde
seyrettiği de gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta. Türkiye için de bu
konuda pek çok tahmin var. Bir taraf Çin benzeri bir olayın ülkemizde de
yaşanacağını iddia ediyor. Diğer tarafın tahmini aksine, çocuk doğumlarında
patlama olacağı yönünde… Küresel dilde ise 2020’de dünyaya gelen meleklere
isimlendirme yapılmış bile: “Coronials”...
Elbette bu kelimeler henüz
sözlüklere girmiş değil, ancak bu süreçte yer alan herkesin bir şekilde bu
kavramlarla temas edeceği aşikâr.
Velhasıl, bu liste uzayıp
gider. Kendi başına bir dünyayı içinde taşıyan insanoğlu, diliyle yaşamı,
yaşamıyla dilini dönüştürür. Bakış açısı ve kültür, yerel yahut küresel çaptaki
tüm olaylar bir şekilde kullanılan sözcüklere ve kavramlara temas eder.
Dokunmadan geçmesi imkânsız çünkü. Yeni üreyen yahut hepimiz adına normalleşen
tüm bu kavramlara hayat devam ettikçe yenileri eklenecek; belki şimdi
kullandığımız pek çok sözcük yeryüzünden silinecek, kimi de anlam kaymasına
uğrayıp çok daha farklı şeyleri ifade ediyor olacak. Ancak...
Şimdi her şey bir yana, bu
süreçte kelime kumbaralarımızdan çıkıp da tam kalbimizin üzerine oturan, kimi
zaman boğazı düğüm düğüm eden, kimi zaman gözlerden yaş olup akan kelimeler,
her şeyden daha önemli anlamlar ifade ediyorlar.
“Tahammül gerek” diyor
Turgut Uyar, “Özlem iyice arsızlaştı”. Cahit Zarifoğlu, “Öyle tütüyorsunuz ki
gözümde, hamdolsun, hasret çekiyorum” diye ekliyor. Ardından Necati Cumalı
sesleniyor: “Her yeni gelen günü yeni bir ümitle beklemeli...”
Özlem, hasret, ümit,
sevgi, umut… Evvelden âhire hiç değişmeden kalacak kelimeler… Bizi diriltecek
olan da bunlardır. Yoksa salgın “pik” de yapar, “pandemi” dünyayı etkisi altına
da alır, hastalar “entübe” de edilir… Dil değişir, dönüşür, taklalar atar, bir
yerde yıpranır, sonra tekrar canlanır. Lâkin insanın canlı kalması, kalbi ve
sözcükleri lâyıkıyla yaşamasına bağlıdır.
Daim olsun, vesselâm...