Covid-19’a edebiyat, kültür ve sanat penceresinden bir bakış

Şair, romancı, hikâyecilerimiz ister edebî, ister magazinel yönde olsun, sadırlardakini satırlara dökmek durumundadırlar ve kalıcı olan da budur. On, yirmi, otuz ve daha fazla yıl sonra nesiller Covid-19’u doktor raporlarından ziyâde, hikâye ve romanlardan okuyarak tanıyacak ve anlayacaklar.

ÇİN çıkışlı “Covid-19” virüsü, cihan hâkimiyetini sürdürüyor. En azından bu satırların yazıldığı günlerde dünyayı kapsama altına almış ölüm tehdidini devam ettiriyordu…

Covid-19 virüsünün kapsama alanında zengin, fakir, ağa, paşa, bakan, başbakan, milletvekili fark etmeksizin yer alıyor. Tıpkı kör bir tırpan gibi insanları biçiyor. En süper hükûmet ve devletler bile teknolojik güç ve üstünlüklerine rağmen Covid-19 ile mücadelede çâresizliklerini açıkça itiraf ediyorlar.

Covid-19, görünüşte en çok tıbbın ilgi alanına giriyor. O sebeple alanında temayüz etmiş tıp otoriteleri, kanaat ve düşüncelerini kamuoyu önünde sergilerken ne kadar yetersiz kaldıklarını itiraf etmek zorunda kalıyorlar. İnsanları Covid-19 belâsına karşı koruyacak muhtemel bir ilâç, daha doğrusu bir silah ve çâreden söz edemiyorlar. Covid-19, insanlığın yüz yüze kaldığı en bahtsız ve tarihte hiç olmadığı kadar çâresiz kaldığı bir belâ, bir afet. Olayın sadece tıp yönünden değil, ekonomik, sosyal, siyâsî, ama en önemlisi de edebî yönü de ele alınıp incelenmesi ve tarihin sayfalarına kaydedilmesi gerekiyor.

Gerek ulusal ve gerekse uluslararası bu tür tarihî olayların seyrini incelerken, edebiyat ve edebiyatçılara ayrı görev düşmektedir. Cereyan eden önemli tarihî olayları edebiyata aktaran ve ölümsüzleştiren iki çarpıcı örnekten söz etmekte yarar var bu anlamda. Böylece yazının amacı belki kolayca anlaşılacaktır.

“Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç”

Edebiyatımızın usta yazarlarından Hüseyin Rahmi’nin (17 Ağustos 1864, İstanbul-8 Mart 1944, İstanbul) meşhur “Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç” romanı ilk çağrışımı yapmaktadır. Mizahi olayları ve konuları bulup yazıya geçirmekte usta olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, bu romanı bir halk söylentisi etrafında düşünmüş ve bu söylentiyi ustaca bir kurgu ile roman hâline getirmiştir.

Roman, 1910 yılında Halley kuyruklu yıldızının dünyaya çarpacağı söylentisi üzerine yazılmıştır. O tarihlerde bu söylenti insanlar arasında büyük bir yankı oluşturmuş, halk da bundan dolayı oldukça büyük bir paniğe kapılmıştı. Dünyaya çarpması beklenen Halley kuyruklu yıldızı bu felâkete yol açmamış ama İstanbul insanının hayatında epey çalkantıya neden olmuştu.

Dönemin İstanbul’unda oluşan olayların yine dönemin sosyal bünyesi içindeki yankılarını bir vaka düzeni içinde kurgulayan romanda, olayın İstanbul’un sosyal ve kültürel hayatında estirdiği heyecan anlatılmıştır. Hüseyin Rahmi’nin bu romanı, 1911 yılında basıldıktan sonra Sansür Kurulu tarafından yasaklanan “Şıpsevdi” adlı romanının ardından yayınlanmış, Hüseyin Rahmi bu iki romanından sonra uzun bir müddet yazarlığa da vedâ etmiştir. Özellikle “Şıpsevdi adlı romanının basıldıktan sonra edebiyat dünyasına ve hükûmete karşı bir küskünlük içine girmiş, Heybeliada’ya taşınarak hayatının bundan sonraki sürecini burada geçirmiştir.

Yazar, sözünü ettiğimiz romanında, Halley kuyruklu yıldızının Dünya’ya çarpacağı söylentisini eğlendirici bir anlatımla işlerken, bâtıl itikatlara inanan ve söylentilere kapılan avamın gülünç yanlarını ortaya koyarak bilimin ve eğitimin ne denli önemli olduğunu vurgulamak istemiştir. Kaldı ki yıldız dünyaya çarpmamış, ama Hüseyin Rahmi’nin romanı bir asrı aşkın zamandan beri okunmakta, ilk günkü tadını taşımaktadır.

“Çanakkale Şehitlerine”

Bir vakanın edebiyat ile çağlar ardına taşınmasına ikinci ve en çarpıcı örnek ise, tarihimizin en destansı olayı olan Çanakkale Deniz Savaşları’nın (1918) anlatıldığı, Mehmed Âkif Ersoy’un (İstanbul, 1873-1936) “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiiridir.

Milletimize “İstiklâl Marşı” gibi ölümsüz bir eseri armağan eden büyük şair, aslında Çanakkale Deniz Muharebeleri’nde bulunmamıştır. Ama Çanakkale Deniz Muharebeleri’ni öyle bir içselleştirmiş ve yazıya dökmüştür ki aradan geçen yüz yıla rağmen Çanakkale Muhabereleri denince ilk alan gelen isim, Mehmed Âkif’tir.

“Çanakkale Şehitlerine” şiirinde üstün bir ifade ve edebiyat gücünün yanında ne kendisinden önce, ne de kendisinden sonra hiçbir şaire nasip olmayan üstün bir sanat örneği sergilenmektedir. Millî Şair, kalemini fırça gibi kullanarak kelimeleri sıralamış ve âdeta Çanakkale Deniz Muharebeleri’nin muhteşem tablosunu yapmıştır. İlk mısraı bile şiirin emsalsizliğini ifadeye yetmektedir:

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?/ En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,/ -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-/ Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya./ Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!/ Nerde -gösterdiği vahşetle- ‘Bu, bir Avrupalı!’/ Dedirir yırtıcı, his yoksulu sırtlan kümesi/ Varsa gelmiş, açılıp mahbesi yahud kafesi!”

Çanakkale Boğazı’nı yakından görmemiş, tanımamış birinin bu şiirle zihninde müthiş bir savaş tasvir canlanıyor. Çanakkale Savaşları’na dair pek çok resim, fotoğraf vardır ama insan zihninde o harbi canlı ve diri tutan başka bir eser veya tablo bulunmamaktadır. Mehmed Âkif, kelimelerle tarihî olayı zihinlere kazıyor, nakşediyor, kuyumcu titizliği ile işliyor ve ölümsüzleştiriyor:

“Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı,/ Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;/ Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin/ Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin./ Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,/ Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam./ Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;/ O ne müdhiş tipidir, savrulur enkâz-ı beşer.../ Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak/ Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak./ Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,/ Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller…/ Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere/ Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre./ Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…/ Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!/ Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;/ Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat îman?/ Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?/ Çünkü te’sis-i İlâhî o metîn istihkâm…”

Emperyalizmin denize gömüldüğü Çanakkale Deniz Muharebeleri, askerî, siyâsî, ekonomik ve kültürel plânda çok yönlü bir olay ve aynı zamanda bir ilklerin tarihidir. Hak ile bâtılın, Tevhîd ile küfrün mücadelesidir. Harp başlamış, cereyan etmiş ve Tevhîd’in galibiyetiyle bitmiştir. Çanakkale Harbi’ne dair siyâsî ve askerî yönden ciltlerle eser yazılmıştır ama harbin en önemli yönü Mehmed Âkif gibi bir edebiyatçının kaleminden ölümsüzleşmiş ve Âbideleşmiştir.

“Çanakkale Şehitlerine” şiirinin her satırı, her mısraı başlı başına bir edebiyat destanı, sanat şaheseri ve azâmetli bir edebiyat numûnesidir. Ama her yönü ile bizi anlatmakta ve bize aittir. Okunduğu zaman dinleyenlerin zihninde müthiş fırtınalar koparmaktadır. İnsanlar kendilerini bir anda bizzat harbin içinde bulmaktadırlar. Tarihî bir hâdisenin edebiyata yansımasıdır.

İnsanlık topyekûn Covid-19 ordusuna karşı savaşmaktadır. Şair, romancı, hikâyecilerimiz ister edebî, ister magazinel yönde olsun, sadırlardakini satırlara dökmek durumundadırlar ve kalıcı olan da budur. On, yirmi, otuz ve daha fazla yıl sonra nesiller Covid-19’u doktor raporlarından ziyâde, hikâye ve romanlardan okuyarak tanıyacak ve anlayacaklar. Günümüzde Covid-19 afeti ile yüz yüze kalanlar belki kendilerini ifade edemeyebilirler, ama hastalığı hisseden ve/veya yaşayan şairin/yazarın, gördüklerini ve hissettiklerini şiir, roman, hikâye, hiciv veya hatıra olarak kayda alması, gelecekte görsellikten daha önemlidir. Tıpkı Çanakkale Şehitlerine şiirinin son mısralarında denildiği gibi: “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!/ Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı, değer./ Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhîd’i;/ Bedr’in Arslanları ancak bu kadar şanlı idi.”

Yaşayan hiç kimse, Covid-19 tehdidi karşısında hayat garantisine sahip ve yarın hayatta olacağına dair güven içinde değildir. En doğrusunu Allah bilir ve Allah’a güvenmekten, O’na tevekkül etmekten başka çâremiz bulunmamaktadır.