Coşkun

Aradan birkaç yıl geçmişti. Emekliye ayrılan postacının yerini alan görevli, kalın bir zarf getirmişti. Okuması için tekne kazıntısı oğluna uzattı. Okudukça yutkunan çocuğun “sessiz” kalışına tepki vererek, “Oğlum, ne yazıyor, okusana!” deyince, “Anne, İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndan… Abimi Libya’ya davet ediyorlar” diyebildi. İkisi de birbirine sarılıp dakikalarca ağladılar.

KARA talihin esmer tenli çocuğuydu. İki oda bir salondan mütevellit kerpiç evin kireç duvarları, onun doğumuyla sanki çivit katılmışçasına daha da beyazlanmıştı. O, beklenendi ve üç ananın da ortak duasıydı. Sadece onların değil, bir doksanlık babanın ve kendinden evvel dünyaya gelen yedi kız kardeşin de…

O gün bir erkek çocuğu dünyaya getiren kadının başında bekleyenler, yine onun ağzından dökülecek olan “Adını Dursun koydum ki dursun! Ama o da durmadı!” şeklinde gök kubbede yankılanacak ağıtı duymaları için tam 25 sene bekleyeceklerdi.

Evet, adını “Dursun” koydular ve kendisinden evvel yaşama tutunamayan iki erkek kardeşten sonra peş peşe dünyaya gelen 4 erkek kardeşin de öncüsü oldu…

Eve bereket getirmişti

Kızların en küçüğü, erkeklerin de en büyüğüydü. Evdekilerin tamamı “abi” diye sesleniyordu ama o şımarmıyor, sadece gülümsüyordu. Onun yüzüne bakanlar, dişlerinin o imrendiren beyazlığıyla karşılaşıyorlardı. Hayata, kendine ve çevresine karşı hep mütebessimdi. Omuz verdiği yükün ne denli önemli olduğunun farkındaydı. Her geçen gün, genişleyen omuzlarına yeni bir yük konulduğunun da…

El bebek, gül bebek büyüdü

Zaman nasıl geçti, kimse anlamadı. Kafasını üç numarayla kazıtıp üzerine beyaz yakalıklı siyah bir önlük geçirerek bitişikteki tarihî taş mektebe gönderdiler. Çok geçmeden çalan her teneffüs ziliyle, evle okul arasında kendi ayak izlerinden patika bir yol yapmıştı.

Terleyen bıyıklar

Tebessüm için dudaklarını oynattığında, bıyıkları bir yay gibi gerilir, uçları aşağıya doğru sarkardı. Ayın on dördünü bulurdunuz bakmaya kıyamadığınız ve doyamadığınız yüzünde. Her sabah duayla uğurlansa da akşamları nazarla dönerdi eve.

Hareketliydi. Onu arayıp bulabileceğiniz belli bir yer yoktu. Gündüz işteyse, akşamları ya bir düğünde halay tutardı ya da bir akrabanın evine neşe katardı. Kâh Van gölü kıyısında bir tava başında, kâh karlara inat bir av peşinde görülürdü. Ama en çok direksiyon başında, yol kat ederken… İmrenilen bir gençlik yaşadı. İhtimâl, bu yüzden olacak ki kimse ona adıyla hitap etmedi, “Dursun” demedi. Nüfus kâğıdının aksine “Coşkun” olarak yer edindi belleklerde.

Siyah İspanyol paça pantolonlarını incecik beline kalın kemerle tutturur, üzerine de “olmazsa olmaz” siyah gömleğini geçirirdi. Göğsündeki ilk üç düğme ise yaz kış hep açıktı. Tıpkı bakışlarına yansıyan ve muhabbetle taşan yüreği, cömert elleri gibi…

Mahalle girişindeki toprak evde ikâmet edenler, çalan korna sesiyle irkildiler. Kimi pencereye, kimi güneye açılan balkona koştu. Cam hizasından damalı bir taksinin şoför mahalline kurulan delikanlının parmakları arasında yusyuvarlak bir çember vardı. “Nasıl oldu?”, “Neden oldu?” ve “Kim vesile oldu?” sorularına cevap aramadı bu manzarayı görenler, sadece onun gülümseyişine gülümseyiş kattılar.


Kınalı Mehmetçik

Haki tonlu postacı, bisikletini balkona dayadı ve seslendi: “Seher Ablaaa!” Bu sesi mahallede tanımayan yoktu. Postacı Mehmet, elindeki pusulayı uzatırken, “Gözün aydın, Coşkun askere çağrılıyor!” dedi…

Ana yüreği gururu ve hüznü aynı yaşadı. Mevsim bir anda güze dönmüştü. Gözlerinden sicim gibi yaşlar boşaldı. Postacıya, semaverde demlediği çaydan bir bardak ikram etti ve onu uğurladıktan sonra mektubu göğsüne koyup içeriye koştu. Civanı evde yoktu. Divanda oturan eşiyle paylaştı: “Efe, gözün aydın, oğlun askere gidiyor!”

Yeşil gözlerine gözyaşı yakışan baba, “Allah hayırlı teskereler nasip etsin Seher Sultan!” dedi ve kendini önce eyvana, sonra da bahçeye attı. Dibek taşına oturup sırtını tandır evine dayadı ve tütün tabakasını çıkarıp sigarasını yaktı. İçi yanıyordu, ama içini söndürmek için dudaklarına ateş ve duman sürüyordu.

Akşamı nasıl ettiklerini bilemediler. Kapıyı aralayan babayiğit içeri girer girmez, ablalarının ve erkek kardeşlerinin üzerine çullanması karşısında şaşkınlığını gizleyemedi ve sadece “N’oluyor?” diyebildi. Gerisini kimin getirdiğini o da duymadı. Çok geçmeden askere gideceğini öğrenmişti.

Beklenen gün gelip çattı. Askerlik şubesinden alınan sevk kâğıdıyla acemi birliğini öğrenmiş hazırlıklara başlamıştı. Son geceyi mahalleden arkadaşları ile geçirmek istiyordu. Sabahın ilk ışıklarına kadar süren birliktelikte doyasıya eğlendiler.

Bavuluna yeni örülmüş yün çoraplar, uzun kollu atletler, eldivenler, tıraş takımı ile çok sayıda jilet, yuvarlak bir ayna ve küçük bir makas konuldu. Ellerinde kına vardı. Saklamak için cebinde tutuyordu. Büyüklerin ellerini öpmek için her çıkardığında ise utanıyordu. Sıra, “en zor” âna gelmişti; annesiyle vedalaşmaya… İkilinin kaç dakika sarılı kaldığını kimse hesap etmedi. Onları, “Haydi, otobüsü kaçıracağız!” sesi ayırdı. Sular ve dualar eşliğinde uğurlandı…

Ardahan

Ülkenin sınır ucunda bir yer… Neşet ettiği coğrafyayla örtüşen iklime alışması zor olmadı, ama asker ocağına alışmakta zorlanıyordu. Zorlanmasının asıl nedeni coğrafik koşullar değil, çektiği hasretti ve bunu dindirmek için sıklıkla mektup yoluna başvuruyordu. İçine de

siyah beyaz bir fotoğraf koymayı ihmâl etmiyordu. Anne, oğlundan gelen mektupları günlerce koklar, defalarca okuttuktan sonra her gün okuduğu Kur’an sayfaları arasında saklardı. Cevaben gönderilen mektuplar ise, onun göğsünde teyemmüm ettirildikten sonra pullanırdı.

Sayılı günler gelip geçti. Ana-oğul, o süre zarfında, ilçede seyrek sayıdaki hanede var olan telefon aracılığıyla az da olsa birbirlerinin sesini duymayı başarmışlardı. Terhis zamanı netleşince hazırlıklara günler evvel başlanmış, avluya ayağını atar atmaz kesilecek olan kurban dahi süslenmişti.

Sefer görev emri

Askerliğini yaptıktan sonra aslî işine geri döndü. İş ve İşçi Bulma Kurumu’na da “şoför” olarak yazıldı. Tam o sıralarda Rumların saldırıları artmış, Kıbrıs’tan gelen parola ile Mehmetçik, denizden ve havadan indirme kararı almıştı. “Kıbrıs Barış Harekâtı”na katılacak askerler için sefer görev emri çıkarılmıştı. Bir kez daha askere gidecekmiş gibi hazırlıklar yapılmıştı. Gözler ise postacıdaydı. Öyle ki, annesi kınasını peşinen yakmıştı ama o davet gelmedi ve ikisi de üzüldü…

Bitlis’te beş minare

Artık bir kamyonda çalışıyordu. Akdeniz’den ilçeye sebze ve meyve taşıyordu. Yanında akranı ve mal sahibi İsmet vardı. Bitlis’in “Revha” denilen kesiminde talihsiz bir kaza geçirdiler. Devrilen kamyonun altından can dostu, sırdaşı İsmet’in cansız bedenini çıkardıklarında dünyası yıkılmıştı. İlçe oraya taşınsa da, onu demir parmakların arasından kurtarmaya yetmemişti bu taşınma. Aylarca süren dava sonucunda özgürlüğüne kavuşsa da kendini suçlu hissediyor ve vicdan azabıyla kavruluyordu. Yatağa onun ismiyle uzanıyor, rüyalarına onu alıyor, sabah yine onun yokluğuyla uyanıyordu. Hüznünü yanık türkülerde hafifletmeye çalışıyordu. İzzet Altınmeşe’nin “Maden dağı dumandır” isimli parçasını dilinden eksik etmiyordu. Philips marka teybin record düğmesi aracılığıyla sesini kasete kaydetmişti. Türkünün bitiminde “Ah İsmet ah!” deyişi ise ciğerleri dağlıyordu…

Kara sevdalı

Tam da o zaman dilimine denk gelen bir sevdaya tutuldu. Yemeden içmeden kesildi. Bir yandan kaybettiği arkadaşı, diğer yandan evlenmeyi hayâl ettiği sevdiceği… Heyecanlıydı; ne de olsa kız istemeye, parmağına alyans takacaklardı. Eskisi gibi olmasa da yüzü gülüyordu artık. Kendine bir de yeni gömlek diktirmişti.

Erciş-Van hattında yolcu taşıyan bir taksinin direksiyonundaydı. 1977 yılının Aralık ayının 2’inci günüydü. Her zamanki gibi annesi tarafından dualar eşliğinde uğurladı. Ablaları öğrencileriyle buluşmak için okula, kardeşleri işe, son beşik ise oyun için bahçeye gitmişti. Mevsim kış olsa da baharı andıran bir gündü, ama kasvet vardı havada. Çok geçmeden evin önüne, onun park ettiği yere başka bir taksi yanaşmış ve içinden damadıyla birlikte Coşkun’un bir küçüğü olan Kadir inmişti. Pencereden onları izliyordu. İçeri girdiklerinde bir şey demeye hacet kalmamıştı. Onların gözlerinden evvel, kendi göğsünde yayılan ateşten her şeyi duymuşçasına “Dursunnn!” diye feryat etti. O feryadın üstünden tam “40 yıl” geçti ama hiçbiri mahallenin diğer ucundan duyulmadı!

“Yolçatı” diye tabir edilen yerde, içindeki yolcularla birlikte 6 kişi otobüsün altında kalmıştı. Ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede, anasının kucağında ağzına su damlatılarak ve Kur’an okunarak ruhunu Rahman’a teslim ettiğinde henüz 25 yaşındaydı.

Onun ardından annenin döktüğü gözyaşı, bir denizi doldurur mahiyetteydi ve ölene dek kesilmedi o yaş. 

Son mektup

Aradan birkaç yıl geçmişti. Emekliye ayrılan postacının yerini alan görevli, kalın bir zarf getirmişti. Okuması için tekne kazıntısı oğluna uzattı. Okudukça yutkunan çocuğun “sessiz” kalışına tepki vererek, “Oğlum, ne yazıyor, okusana!” deyince, “Anne, İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndan… Abimi Libya’ya davet ediyorlar” diyebildi. İkisi de birbirine sarılıp dakikalarca ağladılar.

“Bu, ondan gelen ‘son mektup’!” diyerek bir kez daha göğsüne götürdü. Kendine geldiğinde ise, “Coşkun’umu Libya’dan evvel Cennet ehli çağırdı, hamdolsun!” diyebilmişti…