KARA talihin esmer
tenli çocuğuydu. İki oda bir salondan mütevellit kerpiç evin kireç duvarları,
onun doğumuyla sanki çivit katılmışçasına daha da beyazlanmıştı. O, beklenendi
ve üç ananın da ortak duasıydı. Sadece onların değil, bir doksanlık babanın ve
kendinden evvel dünyaya gelen yedi kız kardeşin de…
O gün bir erkek çocuğu dünyaya
getiren kadının başında bekleyenler, yine onun ağzından dökülecek olan “Adını
Dursun koydum ki dursun! Ama o da durmadı!” şeklinde gök kubbede yankılanacak
ağıtı duymaları için tam 25 sene bekleyeceklerdi.
Evet, adını “Dursun” koydular ve
kendisinden evvel yaşama tutunamayan iki erkek kardeşten sonra peş peşe dünyaya
gelen 4 erkek kardeşin de öncüsü oldu…
Eve
bereket getirmişti
Kızların en küçüğü, erkeklerin de
en büyüğüydü. Evdekilerin tamamı “abi” diye sesleniyordu ama o şımarmıyor,
sadece gülümsüyordu. Onun yüzüne bakanlar, dişlerinin o imrendiren beyazlığıyla
karşılaşıyorlardı. Hayata, kendine ve çevresine karşı hep mütebessimdi. Omuz
verdiği yükün ne denli önemli olduğunun farkındaydı. Her geçen gün, genişleyen
omuzlarına yeni bir yük konulduğunun da…
El bebek,
gül bebek büyüdü
Zaman nasıl geçti, kimse anlamadı.
Kafasını üç numarayla kazıtıp üzerine beyaz yakalıklı siyah bir önlük geçirerek
bitişikteki tarihî taş mektebe gönderdiler. Çok geçmeden çalan her teneffüs
ziliyle, evle okul arasında kendi ayak izlerinden patika bir yol yapmıştı.
Terleyen
bıyıklar
Tebessüm için dudaklarını
oynattığında, bıyıkları bir yay gibi gerilir, uçları aşağıya doğru sarkardı.
Ayın on dördünü bulurdunuz bakmaya kıyamadığınız ve doyamadığınız yüzünde. Her
sabah duayla uğurlansa da akşamları nazarla dönerdi eve.
Hareketliydi. Onu arayıp bulabileceğiniz
belli bir yer yoktu. Gündüz işteyse, akşamları ya bir düğünde halay tutardı ya
da bir akrabanın evine neşe katardı. Kâh Van gölü kıyısında bir tava başında,
kâh karlara inat bir av peşinde görülürdü. Ama en çok direksiyon başında, yol
kat ederken… İmrenilen bir gençlik yaşadı. İhtimâl, bu yüzden olacak ki kimse
ona adıyla hitap etmedi, “Dursun” demedi. Nüfus kâğıdının aksine “Coşkun”
olarak yer edindi belleklerde.
Siyah İspanyol paça pantolonlarını
incecik beline kalın kemerle tutturur, üzerine de “olmazsa olmaz” siyah
gömleğini geçirirdi. Göğsündeki ilk üç düğme ise yaz kış hep açıktı. Tıpkı
bakışlarına yansıyan ve muhabbetle taşan yüreği, cömert elleri gibi…
Mahalle girişindeki toprak evde ikâmet edenler, çalan korna sesiyle irkildiler. Kimi pencereye, kimi güneye açılan balkona koştu. Cam hizasından damalı bir taksinin şoför mahalline kurulan delikanlının parmakları arasında yusyuvarlak bir çember vardı. “Nasıl oldu?”, “Neden oldu?” ve “Kim vesile oldu?” sorularına cevap aramadı bu manzarayı görenler, sadece onun gülümseyişine gülümseyiş kattılar.
Kınalı
Mehmetçik
Haki tonlu postacı, bisikletini
balkona dayadı ve seslendi: “Seher Ablaaa!” Bu sesi mahallede tanımayan yoktu.
Postacı Mehmet, elindeki pusulayı uzatırken, “Gözün aydın, Coşkun askere
çağrılıyor!” dedi…
Ana yüreği gururu ve hüznü aynı
yaşadı. Mevsim bir anda güze dönmüştü. Gözlerinden sicim gibi yaşlar boşaldı.
Postacıya, semaverde demlediği çaydan bir bardak ikram etti ve onu uğurladıktan
sonra mektubu göğsüne koyup içeriye koştu. Civanı evde yoktu. Divanda oturan
eşiyle paylaştı: “Efe, gözün aydın, oğlun askere gidiyor!”
Yeşil gözlerine gözyaşı yakışan
baba, “Allah hayırlı teskereler nasip etsin Seher Sultan!” dedi ve kendini önce
eyvana, sonra da bahçeye attı. Dibek taşına oturup sırtını tandır evine dayadı
ve tütün tabakasını çıkarıp sigarasını yaktı. İçi yanıyordu, ama içini
söndürmek için dudaklarına ateş ve duman sürüyordu.
Akşamı nasıl ettiklerini
bilemediler. Kapıyı aralayan babayiğit içeri girer girmez, ablalarının ve erkek
kardeşlerinin üzerine çullanması karşısında şaşkınlığını gizleyemedi ve sadece
“N’oluyor?” diyebildi. Gerisini kimin getirdiğini o da duymadı. Çok geçmeden
askere gideceğini öğrenmişti.
Beklenen gün gelip çattı. Askerlik
şubesinden alınan sevk kâğıdıyla acemi birliğini öğrenmiş hazırlıklara
başlamıştı. Son geceyi mahalleden arkadaşları ile geçirmek istiyordu. Sabahın
ilk ışıklarına kadar süren birliktelikte doyasıya eğlendiler.
Bavuluna yeni örülmüş yün çoraplar,
uzun kollu atletler, eldivenler, tıraş takımı ile çok sayıda jilet, yuvarlak
bir ayna ve küçük bir makas konuldu. Ellerinde kına vardı. Saklamak için
cebinde tutuyordu. Büyüklerin ellerini öpmek için her çıkardığında ise
utanıyordu. Sıra, “en zor” âna gelmişti; annesiyle vedalaşmaya… İkilinin kaç
dakika sarılı kaldığını kimse hesap etmedi. Onları, “Haydi, otobüsü
kaçıracağız!” sesi ayırdı. Sular ve dualar eşliğinde uğurlandı…
Ardahan
Ülkenin
sınır ucunda bir yer… Neşet ettiği coğrafyayla örtüşen iklime alışması zor
olmadı, ama asker ocağına alışmakta zorlanıyordu. Zorlanmasının asıl nedeni
coğrafik koşullar değil, çektiği hasretti ve bunu dindirmek için sıklıkla
mektup yoluna başvuruyordu. İçine de
siyah
beyaz bir fotoğraf koymayı ihmâl etmiyordu. Anne, oğlundan gelen mektupları
günlerce koklar, defalarca okuttuktan sonra her gün okuduğu Kur’an sayfaları
arasında saklardı. Cevaben gönderilen mektuplar ise, onun göğsünde teyemmüm
ettirildikten sonra pullanırdı.
Sayılı günler gelip geçti.
Ana-oğul, o süre zarfında, ilçede seyrek sayıdaki hanede var olan telefon
aracılığıyla az da olsa birbirlerinin sesini duymayı başarmışlardı. Terhis
zamanı netleşince hazırlıklara günler evvel başlanmış, avluya ayağını atar
atmaz kesilecek olan kurban dahi süslenmişti.
Sefer
görev emri
Askerliğini yaptıktan sonra aslî
işine geri döndü. İş ve İşçi Bulma Kurumu’na da “şoför” olarak yazıldı. Tam o
sıralarda Rumların saldırıları artmış, Kıbrıs’tan gelen parola ile Mehmetçik,
denizden ve havadan indirme kararı almıştı. “Kıbrıs Barış Harekâtı”na katılacak
askerler için sefer görev emri çıkarılmıştı. Bir kez daha askere gidecekmiş
gibi hazırlıklar yapılmıştı. Gözler ise postacıdaydı. Öyle ki, annesi kınasını
peşinen yakmıştı ama o davet gelmedi ve ikisi de üzüldü…
Bitlis’te
beş minare
Artık bir kamyonda çalışıyordu.
Akdeniz’den ilçeye sebze ve meyve taşıyordu. Yanında akranı ve mal sahibi İsmet
vardı. Bitlis’in “Revha” denilen kesiminde talihsiz bir kaza geçirdiler.
Devrilen kamyonun altından can dostu, sırdaşı İsmet’in cansız bedenini
çıkardıklarında dünyası yıkılmıştı. İlçe oraya taşınsa da, onu demir
parmakların arasından kurtarmaya yetmemişti bu taşınma. Aylarca süren dava
sonucunda özgürlüğüne kavuşsa da kendini suçlu hissediyor ve vicdan azabıyla
kavruluyordu. Yatağa onun ismiyle uzanıyor, rüyalarına onu alıyor, sabah yine
onun yokluğuyla uyanıyordu. Hüznünü yanık türkülerde hafifletmeye çalışıyordu.
İzzet Altınmeşe’nin “Maden dağı dumandır” isimli parçasını dilinden eksik
etmiyordu. Philips marka teybin record düğmesi aracılığıyla sesini kasete
kaydetmişti. Türkünün bitiminde “Ah İsmet ah!” deyişi ise ciğerleri dağlıyordu…
Kara
sevdalı
Tam da o zaman dilimine denk gelen
bir sevdaya tutuldu. Yemeden içmeden kesildi. Bir yandan kaybettiği arkadaşı,
diğer yandan evlenmeyi hayâl ettiği sevdiceği… Heyecanlıydı; ne de olsa kız
istemeye, parmağına alyans takacaklardı. Eskisi gibi olmasa da yüzü gülüyordu
artık. Kendine bir de yeni gömlek diktirmişti.
Erciş-Van
hattında yolcu taşıyan bir taksinin direksiyonundaydı. 1977 yılının Aralık
ayının 2’inci günüydü. Her zamanki gibi annesi tarafından dualar eşliğinde
uğurladı. Ablaları öğrencileriyle buluşmak için okula, kardeşleri işe, son
beşik ise oyun için bahçeye gitmişti. Mevsim kış olsa da baharı andıran bir
gündü, ama kasvet vardı havada. Çok geçmeden evin önüne, onun park ettiği yere
başka bir taksi yanaşmış ve içinden damadıyla birlikte Coşkun’un bir küçüğü olan
Kadir inmişti. Pencereden onları izliyordu. İçeri girdiklerinde bir şey demeye
hacet kalmamıştı. Onların gözlerinden evvel, kendi göğsünde yayılan ateşten her
şeyi duymuşçasına “Dursunnn!” diye feryat etti. O feryadın üstünden tam “40
yıl” geçti ama hiçbiri mahallenin diğer ucundan duyulmadı!
“Yolçatı”
diye tabir edilen yerde, içindeki yolcularla birlikte 6 kişi otobüsün altında
kalmıştı. Ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede, anasının kucağında ağzına
su damlatılarak ve Kur’an okunarak ruhunu Rahman’a teslim ettiğinde henüz 25
yaşındaydı.
Onun
ardından annenin döktüğü gözyaşı, bir denizi doldurur mahiyetteydi ve ölene dek
kesilmedi o yaş.
Son mektup
Aradan
birkaç yıl geçmişti. Emekliye ayrılan postacının yerini alan görevli, kalın bir
zarf getirmişti. Okuması için tekne kazıntısı oğluna uzattı. Okudukça yutkunan
çocuğun “sessiz” kalışına tepki vererek, “Oğlum, ne yazıyor, okusana!” deyince,
“Anne, İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndan… Abimi Libya’ya davet ediyorlar” diyebildi.
İkisi de birbirine sarılıp dakikalarca ağladılar.
“Bu,
ondan gelen ‘son mektup’!” diyerek bir kez daha göğsüne götürdü. Kendine
geldiğinde ise, “Coşkun’umu Libya’dan evvel Cennet ehli çağırdı, hamdolsun!”
diyebilmişti…