
Nihayet vuslat!
“GÖNÜL nurla
dolunca,/ Vakit tamam olunca,/ İlâhî takdir geldi/ Mehmet vuslata erdi.”
· Sizin en
büyük emeliniz Hacca gitmekti. Bu arzunuzu gerçekleştirebildiniz mi? Bu konudan
hiç bahsetmediniz…
Evet, tabiî... Bu isteğimi ta
baştan Şeyh’e anlatmıştım. Onun için Hac mevsiminde Şıh beni de Hacca götürdü. Küçüklüğümden
beri hayâl ettiğim maksadıma kavuştuğuma inanamıyordum. Arafat’ta,
Müzdelife’de, Mina’da, Safa ile Merve’de ve Kâbe-i Muazzama’da Rabbime hamd ü
senalar ettim, dualar ettim. Hacer el-Esved’e yüz sürüp öperken kendimden
geçtim.
Cenab-ı Hakk, her hacıya
nasip olmayacak bir lütufta daha bulundu bana. Kâbe’nin bekçisi ile arkadaş
olmuştum. Yani efendim, benim bir gayem vardı, “Acaba bu adam beni Kâbe’nin
içine alır mı?” diyordum. Arkadaşlığımı iyice ilerletince bir gün ondan ricada
bulundum. Allah razı olsun, bekçi benim isteğimi kabul etti. Bunda benim Türk
olmamın da tesiri oldu. Türklere daha fazla hürmet ediliyordu. Kâbe’nin içine
girdim, secdeye kapandım. Orası merkez; mukaddes beldelerin tam merkezinde,
zirvesinde namaz kıldım. Ne yana dönersen dön, her taraf kıble. Orası Allah’ın
evi. Ben Allah’ın misafiriyim; Onu görür gibi Onunla konuştum, “Bu ne büyük
saadet Allah’ım! Bu garip kuluna ne büyük ihsanda bulundun, ben bunlara lâyık
mıyım? Ev Sahibi, misafirinin dileğini geri çevirmez. Sen ev sahibisin, ben
misafirim, dualarımı kabul et” diyerek gözyaşları içinde yalvardım, dualar
ettim. Ne diledimse Rabbim bana verdi. Anladım ki, insan kalbini sıdk ile
Rabbine yöneltirse, dileğinin geri çevrilmesi mümkün değil.
Ertesi sene Şeyh’le beraber
tekrar Hacca gittik.
· Evlendiniz,
eşiniz var. Çocuğunuz oldu mu?
Çocuğum olmadı. Olmayınca,
ben de oraya ısınamadım. Memleket burnumda tütüyor. Yedi sene insanın baba
ocağından uzak kalması kolay değil.
· Bu sırada
harbin nasıl gittiğinden haberiniz oluyor muydu?
Hayır. Türkiye’den hiçbir
haber almıyordum. Memleketimin kuşları bile orada uçmuyordu. “Ortalık düzelse
de bir dönsem” diye hayâller kuruyordum. Ben köyümden çıkarken anam ölmüştü,
fakat babam sağdı. Amcalarım Çanakkale’ye gitmişler, dönmemişlerdi. Şeyh’in
yanında iken, kendisi ile beraber iki defa Hacca gitmiştim. Allah (cc) nasip
etti, çok şükür, hayâlim gerçek oldu.
Bir defa da Şeyh kendi yerine
beni vekil olarak gönderdi. Mekke’ye varınca hecin devesinin üzerinde bütün
şehri dolaşıp Türk hacı aradım. Niyetim, Türk hacılarla birlikte vatana dönmekti.
Vatan hasretine dayanamaz olmuştum. Her yerden hacılar geliyor, Türkiye’den
gelmiyordu. Türk hacı bulamayınca, Beyrutlu hacılar buldum, onlara başımdan
geçenleri anlattım. “Türkiye’ye dönmek istiyorum, sizinle Beyrut’a kadar
gelebilir miyim?” dedim. Bir tanesi Buharalıymış, Türkçe olarak, “Olur,
gelebilirsin” dedi. Üç sarı liram vardı. O zaman bu iyi paraydı. Bu liralardan
biriyle bana bir pasaport aldık ve benim için bir dönüş plânı yaptık.
Buharalı hacıya, “Sen benim
amcam ol, seni bizim kabilenin adamlarına götüreyim ve sen onlara babamın
ağlamaktan gözlerinin kör olduğunu, beni götürmeye geldiğini söyle. Ben biraz
direnir gibi, gitmek istemiyormuş gibi yaparım ama sen aldırma. Hatta bana bir iki
tokat at ve şayet direnecek olursam devlet zoruyla götüreceğini söyle. Onlar
devletten çok korkarlar, sana ses çıkaramazlar” dedim. Şıh’ın kabilesi
devletten hakikaten çok korkardı.
· Hangi
devlet? Ortada devlet mi kalmış? Şerif Hüseyin Mekke’de Osmanlı paşasını
öldürüp hâkimiyetini ilân etmiş. Yani devlet denince Şerif Hüseyin’in idaresi
mi anlaşılıyor?
Yok canım! Devlet-i Âliyye
yani Osmanlı… Evet, o an için Osmanlı oradan çekilmişti ama “Nasıl olsa Osmanlı
yine gelir” diye düşünülüyordu. Şimdi burada anlaşılması biraz zor ama “Padişah”
deyince, “Devlet” deyince insanlar duraklarlardı.
Benim yaptığım plânı
uyguladık. Eşyalarımı ve bana verilen hecin devesini teslim ettim. Beyrutlular
bana hecin devesini satmamı ve parasını yol harçlığı yapmamı söylediler ama
yapmadım. Hem haramdı, hem de arkamdan “Bak gördünüz mü? Biz de bu Türk’ü
dürüst bir adam sanıyorduk, meğer öyle değilmiş, devemizi kaçırıp sattı”
demesinler diye bu yanlış işi yapmayı düşünmedim. Bu arada Şıh’a bir mektup
yazarak kusura bakmamasını söyledim. Mektupta ayrıca, “Eğer ileride harp
çıkarsa yani Mekke’yi kurtarmak üzere Türkiye’den buraya ordu gönderilecek
olursa, ben de onlara katılıp buraya gelir, sizinle alâkadar olurum” diye
yazdım. Şıh’a ayrıca birkaç da hediye gönderdim.
Vatana dönüş
“Hasret içre yanmış iken,/ Bir yol bulup dönmüş iken,/
Öz yurdunda daha beter kavruldu,/ Garip Mehmet bir kez daha savruldu.”
Ertesi gün Cidde’den vapurla
yola çıktık. Süveyş Kanalı, İskenderiye, Port Sait yoluyla Beyrut’a vardık. Orada
bizi 15 gün karantinada tuttular. İskenderun’a kalkacak bir vapur vardı. Mersin’e
gitmiyordu ama “Ötesine Allah kerim, hele oraya kadar gideyim bakalım” diyerek
o vapurla İskenderun’a geldim. İskenderun’da gördüğüm manzara yürekler
acısıydı. Fransızlar İskenderun’u, Adana’yı, bütün Çukurova’yı almışlar; bütün
tren yolları onların elindeydi. Bütün yollar Fransızlar tarafından tutulmuştu. Benim
için tek çıkar yol, dağları aşarak Mersin’e ulaşmaktı. Bu yolu seçtim, dağ
köylerinde konaklaya konaklaya Ceyhan’a kadar ulaştım. Köylüler Fransızların
nerelerde olduğunu biliyorlar, bana söylüyorlar, böylece beni koruyorlardı. Ceyhan’da
bir gün kaldıktan sonra, aynı şekilde, dağ eteklerinden yürüyerek Silifke’ye
indim.
Silifke’de beni çocuklar
karşıladı. Saçı sakalı birbirine karışmış, kılık kıyafeti perişan bir
vaziyette, hırpaniler gibiydim. Çocuklar benimle alay ediyorlar, nereye gitsem
peşimden gelerek beni taşa tutuyorlardı. Baktım olacak gibi değil, bir berber
bulup saçlarımı kazıttım. Oradan tekrar yola çıktım ve kendi kasabam olan
Gülnar’a vardım ve doğru askerlik şubesine gittim.
Şube reisi eski bir masada
oturuyordu. Masanın üzerinde bir divit ve bir kamış kalem vardı. O zaman
şimdiki gibi büro malzemeleri yoktu. Hey gidi günler hey! Hükûmet divitle,
kamış kalemle dünyayı idare etmeye çalışıyordu. Şube reisine, “Bana bir tezkere
yazıver. Yedi senedir köyümü görmüyorum, babam sağ mı, ölü mü, ondan bile
haberim yok” dedim. Reis, “Nedir senin bu hâlin? Otur anlat bakalım” dedi. Başımdan
geçenleri kısaca ona da anlattım.
“Sana tezkere veremem” dedi
Reis, “Düşman memleketin her yanını sardı. Fransızlar Adana’yı, İtalyanlar
Antalya’yı, Yunanlılar İzmir’i, İngilizler İstanbul’u işgal ettiler. Memleketin
hâlinin ne olacağı belli değil. Sana bir ay izin vereyim, git babanı gör, sonra
tekrar geri dön”.
İzin kâğıdını aldım. Dışarıya
çıktığımda, çarşıda bizim köyden Hüseyin Ağa’ya rastladım. Çok önceleri ben bu
adamın yanında çalışmış olduğum hâlde adam beni önce tanıyamadı. Neden sonra,
“Ya! Demek sen bizim Ali Efendi’nin oğlusun!” dedi. Onun atına bindik ve
beraberce köye doğru yola çıktık. Yakınlarımla alâkalı ilk havadisleri ondan
aldım. Babam ölmüş. “Baban dört sene önce öldü” dedi Hüseyin Ağa, “Kardeşlerin
de öldü. Amcaların Çanakkale’den dönmediler. Biz seni de öldü biliyorduk. Yalnızca
kardeşin Hasan sağ. O da Abit Efendi’nin yanında kalıyor, evinizde kimse yok”.
Ne diyeceğimi, ne yapacağımı
şaşırmıştım. Köye varınca şimdi ben kimin evine gidecektim? Nihayet, uzun bir
yolculuktan sonra köye vardık. Biliyorsun, bizim köy kasabaya çok uzak.
· Evet, 35-40 kilometre kadar var. Gülnar’ın en uzak köyü… Yolu da çok fena idi yakın zamana kadar… Evet, köye varınca ne yaptınız, kimin evinde kaldınız? Yıllarca burnunuzda tüten köyünüze kavuştuğunuzda neler hissettiniz?
“Kemal Paşa asker
topluyormuş, ona gideceğim”
“Bir haber duyuldu Sivas ilinden,/ Kemal Paşa düşmez
oldu insanların dilinden./ Belli gayrı! Bu, Türk’ün son seferiydi,/ Mehmet de
artık, Kemal’in neferi idi.”
Sevinemedim, hiç sevinemedim.
İçim yandı. Orada burada birer ikişer günlüğüne misafir olarak kaldım. Köyün
ileri gelenleri, “Sana öküz alıverelim, çift sür” dediler. Onlara tekrar
gideceğimi söyledim. O sırada ortalıkta bir haber dolaştı: “Atatürk’ün harbi
çıktı. Atatürk, Sivas taraflarından Ankara’ya geliyor, esaretten kaçanları
tekrar silahaltına alıyor, asker topluyor…”
· Atatürk
değil, herhâlde “Mustafa Kemal” demişlerdir…
Evet, Atatürk değil, “Kemal
Paşa” diyorlardı. “Kemal Paşa asker topluyor” haberleri dolaşıyordu her
tarafta. Bu haber üzerine doğru Gülnar’a gittim, askerlik şubesi reisinin
karşısına çıktım. Şube reisi, “İznin henüz bitmemiş. On beş gün daha iznin var,
git, biraz gez, dolaş” dedi. “Reis! Benim sevk kâğıdımı ver, Kemal Paşa çıkmış,
asker topluyormuş, harp edecekmiş. Ben gidip onu bulacağım” dedim. Sevk
kâğıdımı alıp tekrar köye geldim. Hocanın hanımı Nene Hala ile Neslihan Kadın
bana bir azık yaptılar…
· Azığın
içinde ne olduğunu hatırlıyor musunuz?
Evet. Biraz ekmek, biraz da
pekmez helvasından ibaretti azığım. Bu da az bir şey değildi o zamana göre. Şimdiki
bolluk yoktu o zaman. Ne mutlu şimdi! Elhamdülillah, her şeyimiz var, çok
şükür!
Sırtımda azığım, ayaklarımda
çarıklarım, herkesle helâlleşip Mut’a doğru yola çıktım. O zaman Göksu çayı
üzerinde köprü yoktu. Çayı kayıkla geçip Mut’un Evran köyüne vardım. Köylüler
beni misafir ettiler. Ben köylülere esaret hayatımı anlatırken, köylüler
dediler ki, “Burada iki kişi daha var, onlar da esaretten kaçmışlar”. “Kimmiş
onlar, görüşelim” dedim. Adamları getirdiler. Onlar da Ruslara esir düşmüşler
ve onların elinden, Rusya’dan kaçıp gelmişler. Kucaklaştık. Sabaha kadar oturup
birbirimize başımızdan geçenleri anlattık.
Orada iki gün kaldık. Üç kişi
olmuştuk. “Kemal Paşa’yı bulalım” deyip Mut’un yolunu tuttuk. Mut’a varınca
askerlik şubesine gittik, arkadaşlarım gönüllü yazıldılar.
Yola çıktık, artık savaşa
gidiyorduk. Sartavul Beli’nden aşarak Karaman’a ulaştık. Karaman’a giremiyoruz “Bizi
kimse kabul etmez” diye. Bu yüzden Karaman’ın bir köyünde geceledik. Daha sonra
Ankara yollarına revan olduk. Köylerde konaklaya konaklaya yol alıyorduk ve her
konakladığımız yerde kafilemize yeni gönüllüler katılıyordu.
· Demek
Kurtuluş Savaşı’mızın ordusu bu şekilde toplandı?
Evet! Ankara’ya vardığımızda
altmış küsur gönüllüydük. Ankara’ya 15 günde ulaştık. Kemal Paşa da Ankara’ya
henüz gelmiş, Meclis’teymiş. Meclis’te toplantılar yapılıyordu. Paşa’yı görmek
istiyordum. Sordum, bir görüşme saati varmış. O görüşme saatinde odasına
girdim, selâm verdim, “Paşam! Ben köyden çıktığımda bir kişiydim, buraya
gelinceye kadar altmış kişi olduk. Biz askeriz, esaretten geldik, burada altmış
kişiyiz, gönüllü olarak bulunuyoruz. Nasıl emir verirsen biz o yolda
yürüyeceğiz” dedim. Paşa, “Nerede bu altmış kişi?” dedi. “Dışarıda bekliyorlar
Paşam!” dedim.
Birlikte dışarıya çıktık.
Orada duran herkes bize bakıyordu. Altmış kişi, hepimiz sıraya girdik. Kemal
Paşa, sağdan itibaren hepimizin adını sordu ve tek tek hepimizi kucakladı. Elinde
sarı bir defter vardı. O deftere hepimizin adını yazdı. Daha sonra istirahat
etmemiz için bizi bir yere gönderdi. Atatürk’le bu vesileyle görüşmüştüm.
Daha sonra bizi yine askerî bölüklerden birine verdiler. Elbise de verdiler, resmen tekrar asker olduk. Başımızda bir zabit vardı. İşte böylece, benim Kurtuluş Savaşı maceram başlamış oluyordu…
Zafer!
“Huda’ya sığınıp son bir hamleyle,/ Bir kutlu koşu
başladı/ Kocatepe’den Besmeleyle./ Kadifekale’ye dikti ay-yıldızı nihayet,/ Ali
oğlu Gezendeli Gazi Hacı Mehmet.”
Daha sonra Afyon’dan
başlayarak düşmanı denize dökünceye yani İzmir’e kadar süren bir mücadelemiz
oldu. Afyon-İzmir arasında çok çarpıştık. İzmir’e girdiğimizde Yunan askerleri
kayıklara, teknelere doluşup kaçıyorlardı. Altmış kişilik teknelere yüz kişi
binmeye çalışıyorlardı. Sağdan soldan çevirdik. Yüz kişiyi taşıyabilir mi bir
yelkenli kayık? Bu kayıklardan birisi orada battı. Yüzme bilmeyenler boğuldu,
yüzme bilenler yüzerek kıyıya çıkmaya çalışıyorlardı. Onlar da ya öldürüldü ya
da esir alındı.
Sonra Kadifekale’ye, elimizde
bayrağımız, hücum ettik. Beş şehit verdik. Yunan bayrağını kaleden indirip
kendi bayrağımızı asmak istiyoruz. Sağdan soldan üstümüze kurşun yağıyor. Bayrağı
taşıyan arkadaşımız vurulduğunda bayrağı bir başka arkadaşımız alıyor. On metre
gidemeden o da düşüyor, bu defa bir başkası bayrağımızı teslim alıyor. Böyle
böyle ilerleyerek kaleye girdik ve Yunan’ın bayrağını indirip kalenin burcuna
kendi bayrağımızı diktik.
· İzmir’i
kurtardıktan sonra ne oldu? Köyünüze döndünüz mü?
Yunanları denize döktükten
sonra savaş durdu. Bir Fahrettin Paşa vardı o zaman.
· Fahrettin
Altay olmalı…
Evet, herhâlde Fahrettin
Altay… Onun maiyetine geçtik. Onun maiyetinde bizi Antalya’ya, İtalyanların
üzerine gönderdiler. Fakat biz Antalya’ya vardığımızda İtalyanlar çekip
gitmişler. Onlar bizimle savaşmak istemediler. Beni oradan muhafız askeri
olarak Anamur’a yolladılar, oradan da terhis oldum.
· İzmir’e
girmeden önceki savaştan çok az söz ettiniz. Bu dönemdeki savaşınızdan biraz
bahseder misiniz? Neler yaşadınız?
Kemal Paşa ile birlikte bir
harbe girmiştik. Afyon’un ilerisinde bir dağı sardık. Yunanlar buradaydılar. Hücuma
geçmeden önce Kemal Paşa askere şöyle hitap etti: “Evlatlarım! Mehmetçikler! Arkadaşlar!
İşte düşmanla karşı karşıya geldik. Harp sırasında kaçanlar için vur emri
verdim. Hanginiz görürseniz, size de emir veriyorum, kaçanı vurun. Eğer
muharebeden ben de kaçarsam, beni de vurun. Öleceğiz şehit olacağız,
yaralanacağız gazi olacağız ama geri dönmeyeceğiz! Benim yolumda, benim izimde
ve benim emrimde ilerlerseniz, zafer muhakkak bizimdir. Buna hiç şüpheniz
olmasın, zafer bizimdir.”
Yerine birini tayin ettiğini
de söylemişti ama şimdi o paşanın adını hatırlamıyorum. Sonra Tire dağlarında
harbe girdik. Atatürk bizi teftiş etti cephede. Cephede mercimek çorbası
verdiler. Mercimek çorbası içiyoruz ama çorbanın içinde böcekler yüzüyor. Önce
böcekleri temizleyip daha sonra çorbayı içiyoruz. Kaşığımıza birkaç mercimek
tanesi ya geliyor, ya gelmiyordu. Aslında çorba diye içtiğimiz şey sudan
ibaretti. Böcekli, kurtlu su... İşte bu yemek sırasında Kemal Paşa bizi teftişe
geldi. Sırayla bütün orduyu teftiş etti. “Çocuklar!” dedi Kemal Paşa, “Ben de
çorba içmek istiyorum”. “Buyurun!” dedik, ayağa kalktık. Kendisini tanıyorduk. “Oturun”
dedi. Aramıza girdi, kendisine bir tahta kaşık verdik, o da bizimle beraber
aynı karavanadan, o böcekli çorbadan içti. Çantasından bir yarım tayın çıkardı.
Tayının içi üzümlüydü. İzmir taraflarında ekmek hamurunun içine üzüm koyup
fırına öyle verirlerdi. Her zaman yemek bulamıyor, bu üzümlü tayını yiyorduk.
“Bakın” dedi, “Sanmayın ki ben has ekmek yiyorum. Ben de sizin gibi üzümlü
tayın yiyorum, sizin içtiğiniz çorbadan içiyorum”. Hey gidi hey!
Koca Kemal Paşa, bizimle
beraber üzümlü tayın yiyor, böcekli mercimek çorbası içiyordu.
Yemek bulamadığımızda, ekmeği
bibere ve tuza batırıp yer, bu şekilde beslenip savaşırdık. Şimdi bile bazen
aklıma gelir, ekmeği bibere ve tuza batırıp yerim. Şimdiki askerler çok
şanslılar, iyi bir zamanda askerlik yapıyorlar.
· Yunanlarla
yaptığınız bu büyük savaşta, onların siperlerinin dikenli tellerle çok iyi
tahkim edildiğini, onu aşmanın çok zor olduğunu düşündüklerini okuduk biz
kitaplarda. Yunanların siperleri nasıldı, çok zor oldu mu onları aşmak?
Evet, tel örgüler yapmışlardı
ama onları aşmak öyle çok zor olmadı. Tüfeğin dipçiği ile vurup, tellere basıp
basıp indirdik. Asker coşmuştu bir kere, gözü hiçbir şey görmüyordu hücum emri
verildiğinde.
Gazi, bütün çocuklarımızı çok
sever, çocuklar da onu çok severlerdi.
Yukarıda, bir tören esnasında yavrularımızla görülüyor.
· Kurtuluş Savaşı
esnasında sizi çok etkileyen, hiç unutamadığınız olaylar oldu mu, var mı?
Oğlum, var, var da, aslında
unutsam, hatırlayamasam daha iyi!
· Lütfen!
Anlatır mısınız?
Düşmana karşı hücuma
geçtiğimiz o büyük savaşta başımdan çok acı bir olay geçti. Düşmanın üzerine
“Allah! Allah!” diyerek ve koşarak hücum ettiğimiz sırada, benden daha ileride
koşan bir askerimiz birden geri dönüp hızla geriye doğru hamle yaptı. Kemal
Paşa, düşmandan kaçan olursa vurmamızı emrettiği için ben bu arkadaşa kurşunu
yapıştırdım. Kaçtığını sanmıştım. Bir de ne göreyim! Meğer süngüsünü düşürmüş,
onu almak için geriye dönmüşmüş. O, yaralandığından belki habersiz, yere düşmüş
olduğu hâlde sürünerek süngüsüne uzanmaya çabalıyordu. Hatırladıkça içim yanar.
· Peki, durumu
anlayınca ne yaptınız? Yaralı asker ne oldu?
Orada yapacak hiçbir şey
yoktu. Düşmana saldırmaktan başka kimse bir şey yapamazdı. Şehit olan,
yaralanan arkadaşlarımıza bakmanın zamanı değildi. Düşmana saldırıyoruz. Hiç
arkamıza bakmadan düşmanı kovalamaya devam ettik.
Bir başka olay da daha
sonraki günlerden birinde oldu. Düşman bozulmuş, İzmir’e doğru çekiliyor, biz
de onları takip ediyorduk. Bir akşam vakti, birliğimizin dinlenmede olduğu bir
saatte bir köy civarındaydık. Ben birlikten biraz uzaklaşarak köye doğru
yürüdüm. Köy karanlıklar içindeydi. Fakat ileride hafif bir ışık görür gibi
oldum. Merak edip o tarafa doğru yürüdüm. Yıkık dökük bir evdi. Yaklaşınca bazı
sesler kulağıma geldi. Düşmandan şüphelenip çok dikkatlice, sessizce eve
yaklaştım. Evin etrafı ağaçlı, asmalı bir şeydi. Evin önünde 5-6 tane Yunan
askeri, bir Türk kızını aralarına almışlar, oynatıyorlar, sarkıntılık edip
duruyorlardı. El bombam vardı. Önce el bombasını attım. Sonra tüfeğimle ateş
edecektim fakat el bombası patlayınca hepsi yere serildi. Kızcağız da onlarla
birlikte öldü.
· Siz Arap
Şeyhinin yanında iken evliydiniz. Şeyhin baldızını almıştınız. Ayrılırken
hanımınızı ne yaptınız? Maceranızın bu bölümünden söz etmediniz…
Efendim, oradayken benim
niyetim hanımı da alıp memlekete gelmekti. “Türk ordusu birkaç sene sonra
tekrar gelir” deniliyordu. “Eğer böyle olursa, bu topraklar yine bizim olur,
ben de eşimle birlikte memlekete dönerim” diye düşünüyordum. Ancak dört sene
bekledim, memleketten bir haber çıkmadı. Mekke’den Şeyh’e mektup yazdığım
zaman, karıma da bir mektup yazdım ve durumu kendisine izah ettim. Boşadığımı
söyledim.
· Daha sonra
bu eski hanımınızdan hiç haber aldınız mı?
Bundan 15 sene kadar önce,
Şeyh’in torunlarıyla mektuplaştık. Karşılıklı hediyeler gönderdik. Onlar şimdi
Medine’de ticaretle meşgullermiş. Senin baban Hacı Hüseyin Efendi, biliyorsun,
4-5 defa Hacca gitti. Son gidiş gelişlerinde hep o aracılık etti. Hatta Şeyh’in
torunlarını da o buldu. Mektuplarımızda ne ben, ne de onlar, benim eski eşimden
bahis açtık.
Kendi ifadesine göre 11, benim
hesaplamama göre 7 sene süren harp hayatından sonra, yeni çetin bir mücadeleye,
hayat mücadelesine başlayan Gazi Hacı Mehmet amcam, o zor yılları da dişiyle
tırnağıyla aşmayı, üç güzel evlat yetiştirmeyi başarır.
· Tuhaf bir kaderiniz
var. Son eşiniz merhum Gülsüm Hanım da Arap’tı. Arap’tı ama bildiğim kadarıyla
siz onu çok seviyordunuz…
Doğru. O da Arap’tı ama
bizden daha Türk’tü. Fransız işgali altındaki Mersin’de Türk bayrağını direğe
ilk o çekmişti.
· Gerçekten
Gülsüm yengem çok yürekli, yiğit bir hanımdı. Mekânı Cennet olsun… Terhis
olduktan sonra ne yaptınız? Sizin için yeniden zorlu bir hayat mücadelesi
başlamış olmalı. Köye mi döndünüz, başka bir yere mi gittiniz? Mersin’e nasıl
geldiniz, geçiminizi nasıl sağladınız? Biraz da bunlardan söz eder misiniz?
Tabiî önce köye gittim,
özlemiştim. Ama orada kimsem, yapabileceğim bir şey yoktu. Bizim köy, bildiğin
gibi Ermenek hududunda, Karaman’a yakın sayılır. Eskiden büyüklerimizin
münasebetleri Karaman’la, Konya’yla olurdu. Konya medreselerinde okurlardı. Orada
ahbapları, arkadaşları olurdu. Benim tanıdığım bildiğim kimse yoktu ama o eski
alışkanlıkla, “Bir tanıdık, bir iş bulabilir miyim?” düşüncesiyle Karaman’a
gittim. Orada, tesadüf bu ya, yine bir Arap’la karşılaştım. Arap, bir İngiliz
paşasını öldürdüğü için kaçmış, oralarda sürünüyor. Ben Arapça biliyorum ya
efendim, o Arap’la tanışıp arkadaş oldum, ona yardım ettim. Gerçi ben de bir
garibim ya, o iyice garip. Bu adam şoför ve makinistmiş, bu işlerden anlıyor. O
zamanlarda bu işlerden anlayan kaç kişi var? Ben bu Arap’tan mesleğini
öğrendim. Sonra da Mersin’e geldim. Devletin çeşitli dairelerinde şoförlük,
makinistlik yaptım. Erdemli’deki Alata Ziraat Mektebinde çalıştım. Bir zaman da
Suriye başkonsolosunun mâkâm şoförlüğünü yaptım.
· Siz 19
yaşında garip, öksüz bir köy çocuğu olarak köyden çıktığınızda, vatanınıza bu
kadar büyük hizmetler yapabileceğiniz herhâlde hiç aklınıza gelmemiştir. Sizin
aklınızda, fikrinizde hacı olmak vardı. Memlekete yaptığınız hizmetler sadece
şahsınızla da sınırlı kalmadı, aynı şekilde hizmet eden değerli iki de oğul
hediye ettiniz milletimize…
Büyük oğlum Ali, Kore’de
askerlik yaptı. Küçük oğlum Zeki, sen de biliyorsun, hava subayı idi. Kıbrıs
Barış Harekâtı’ndaki Hava Kuvvetlerimizin filo komutanı, biliyorsun, oğlum
Zeki’ydi. Düşmana çok kuvvetli darbe vurdular. Çok şükür, hiç zayiat vermeden,
salimen geri döndüler.
· Evet, bu
harekâtta garip bir şey oldu. Sizin yaşamış olduğunuz üzücü kaderin bir
benzerini de Zeki ağabey yaşadı. Siz Büyük Taarruz’da bir hata sonucu
arkadaşınızı vurmuştunuz, Zeki ağabeyin filosu da yanlışlıkla kendi savaş
gemimizi, Kocatepe Muhribini batırdı. Fakat bu üzücü hâdisede de tıpkı
sizinkinde olduğu gibi pilotlarımızın hiçbir kusuru yokmuş. Kocatepe Muhribi,
bizim hava filomuz tarafından saldırıya uğrayınca kendilerini tanıtmak için
güverteye büyük bir Türk bayrağı sermişler. Telsizle kendilerinin Türk gemisi
olduğunu bildirmişler. Aslında o sırada orada bizim gemimizin olmaması
gerekiyormuş. Buna rağmen Zeki ağabey telsizle durumu ana karargâhtan sormuş. Donanma
Komutanlığı, orada bizim gemimizin olmadığını, gösterilen Türk bayrağının ve
telsiz konuşmalarının düşmanın oyunu olduğunu söylemişler ve pilotlarımızdan,
geçmişteki şehitlerimizin öcünü düşmandan almaları için gemiyi batırmalarını
istemişler. Hata tamamen, zafer aşkıyla karargâhtan emir almadan, zamanından
önce Ada’nın güneyine dolanan ve yerini bildirmeyen Kocatepe’de ve gemisinin
nerede olduğunu bilmeyen Donanma Komutanlığı’ndaymış…
Oğlum, sana daha evvel de
söyledim, sen de askersin, biliyorsun; askerlikte savaşta disiplin şarttır. Savaş
yalnız kahramanlıkla kazanılmaz. Disiplin olmazsa komutanlar plânlarını nasıl
uygulasınlar? Yazık değil mi o gemicilerimize? Bak, işte orada da bir gemi
komutanının yanlışı yüzünden ne büyük felâket olmuş. Gördün mü ya komutanın ne
kadar önemli olduğunu?
· Savaşlar
bitti ama sizin maceranız bitmedi. Başka neler oldu?
Oğlum, Ali’nin Kore’de
yaralandığını duydum. Soruşturdum, Amerika’da, Texas’ta hastanedeymiş. Aman Allah’ım,
ta Texas’ta! Kalktım, Amerika’ya, Texas’a gittim, oğlumu buldum.
· Tek başınıza
buradan kalkıp Amerika Texas’a nasıl gidebildiniz? İngilizceniz yok…
Allah yardım etti, fazla bir
zorluk çekmedim. Aslında Hacca gidip benim oradaki akrabalarımla buluşup
görüşmek istiyorum ama engel çıkarıyorlar, gidemiyorum…
· Ali ve Zeki
ağabeyler şimdi neredeler, ne yapıyorlar?
Ali Amerika’ya yerleşti. Dallas’ta
oto tamir atölyesi var. Zeki, yarbaylıktan emekli oldu, İzmir’e yerleşti. Şimdi
bir havayolu şirketinde pilotluk yapıyor.
· Bu kadar
mahrumiyet ve sıkıntılar içinde geçen bir hayatınız olduğu hâlde, bu yaşta son
derece sağlıklısınız…
Evet, hamdolsun, hiçbir hastalığım yok. Ben bu yaşta seninle güreşebilirim. Akşam erken yatar, sabahleyin erken kalkarım. Namazlarımı çokça camide kılarım. Kötü hiçbir alışkanlığım yok. Oğlum, şükredici olmak lâzım, maneviyat lâzım!
· Köyümüze
değerli bir hizmetiniz olduğunu da biliyoruz...
Köyümüz, biliyorsun, susuzluk
çekiyordu. “Benim de bir hizmetim olsun” dedim…
Hacı Mehmet amcam her
gelişinde, çok sevdiği oğlum Mustafa’ya, birçoğunu kendi eliyle yaptığı çeşit
çeşit hediyeler getirir, onunla oynar, bazen de güreşirdi.
· Sizi
çocuklar çok seviyor. Eve geldiğinizde etrafınızı sarıyorlar, elinizi
öpüyorlar. Neden sizi bu kadar çok seviyorlar?
Şimdi bu karşılıklı! Ben
çocuklarımızı çok severim. Hemen her çarşıya çıkışımda şeker alır, eve
dönüşümde onlara dağıtırım. Onlar da benim yolumu gözlerler.
***
Gazi Hacı Mehmet Kılıç amcam, 1994 yılında, 98 yaşında
iken Mevlâ’sına kavuştu. Onu Mersin Akbelen Kabristanında son yolculuğuna
uğurladık. Kabri nur dolsun, mekânı Cennet olsun!