Çöl destanını yazanların hazin hikâyesi (4)

Ankara’ya vardığımızda altmış küsur gönüllüydük. Ankara’ya 15 günde ulaştık. Kemal Paşa da Ankara’ya henüz gelmiş, Meclis’teymiş. Meclis’te toplantılar yapılıyordu. Paşa’yı görmek istiyordum. Sordum, bir görüşme saati varmış. O görüşme saatinde odasına girdim, selâm verdim, “Paşam! Ben köyden çıktığımda bir kişiydim, buraya gelinceye kadar altmış kişi olduk. Biz askeriz, esaretten geldik, burada altmış kişiyiz, gönüllü olarak bulunuyoruz. Nasıl emir verirsen biz o yolda yürüyeceğiz” dedim. Paşa, “Nerede bu altmış kişi?” dedi. “Dışarıda bekliyorlar Paşam!” dedim…

Nihayet vuslat!

“GÖNÜL nurla dolunca,/ Vakit tamam olunca,/ İlâhî takdir geldi/ Mehmet vuslata erdi.”

·       Sizin en büyük emeliniz Hacca gitmekti. Bu arzunuzu gerçekleştirebildiniz mi? Bu konudan hiç bahsetmediniz…

Evet, tabiî... Bu isteğimi ta baştan Şeyh’e anlatmıştım. Onun için Hac mevsiminde Şıh beni de Hacca götürdü. Küçüklüğümden beri hayâl ettiğim maksadıma kavuştuğuma inanamıyordum. Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da, Safa ile Merve’de ve Kâbe-i Muazzama’da Rabbime hamd ü senalar ettim, dualar ettim. Hacer el-Esved’e yüz sürüp öperken kendimden geçtim.

Cenab-ı Hakk, her hacıya nasip olmayacak bir lütufta daha bulundu bana. Kâbe’nin bekçisi ile arkadaş olmuştum. Yani efendim, benim bir gayem vardı, “Acaba bu adam beni Kâbe’nin içine alır mı?” diyordum. Arkadaşlığımı iyice ilerletince bir gün ondan ricada bulundum. Allah razı olsun, bekçi benim isteğimi kabul etti. Bunda benim Türk olmamın da tesiri oldu. Türklere daha fazla hürmet ediliyordu. Kâbe’nin içine girdim, secdeye kapandım. Orası merkez; mukaddes beldelerin tam merkezinde, zirvesinde namaz kıldım. Ne yana dönersen dön, her taraf kıble. Orası Allah’ın evi. Ben Allah’ın misafiriyim; Onu görür gibi Onunla konuştum, “Bu ne büyük saadet Allah’ım! Bu garip kuluna ne büyük ihsanda bulundun, ben bunlara lâyık mıyım? Ev Sahibi, misafirinin dileğini geri çevirmez. Sen ev sahibisin, ben misafirim, dualarımı kabul et” diyerek gözyaşları içinde yalvardım, dualar ettim. Ne diledimse Rabbim bana verdi. Anladım ki, insan kalbini sıdk ile Rabbine yöneltirse, dileğinin geri çevrilmesi mümkün değil.

Ertesi sene Şeyh’le beraber tekrar Hacca gittik.

·       Evlendiniz, eşiniz var. Çocuğunuz oldu mu?

Çocuğum olmadı. Olmayınca, ben de oraya ısınamadım. Memleket burnumda tütüyor. Yedi sene insanın baba ocağından uzak kalması kolay değil.

·       Bu sırada harbin nasıl gittiğinden haberiniz oluyor muydu?

Hayır. Türkiye’den hiçbir haber almıyordum. Memleketimin kuşları bile orada uçmuyordu. “Ortalık düzelse de bir dönsem” diye hayâller kuruyordum. Ben köyümden çıkarken anam ölmüştü, fakat babam sağdı. Amcalarım Çanakkale’ye gitmişler, dönmemişlerdi. Şeyh’in yanında iken, kendisi ile beraber iki defa Hacca gitmiştim. Allah (cc) nasip etti, çok şükür, hayâlim gerçek oldu.

Bir defa da Şeyh kendi yerine beni vekil olarak gönderdi. Mekke’ye varınca hecin devesinin üzerinde bütün şehri dolaşıp Türk hacı aradım. Niyetim, Türk hacılarla birlikte vatana dönmekti. Vatan hasretine dayanamaz olmuştum. Her yerden hacılar geliyor, Türkiye’den gelmiyordu. Türk hacı bulamayınca, Beyrutlu hacılar buldum, onlara başımdan geçenleri anlattım. “Türkiye’ye dönmek istiyorum, sizinle Beyrut’a kadar gelebilir miyim?” dedim. Bir tanesi Buharalıymış, Türkçe olarak, “Olur, gelebilirsin” dedi. Üç sarı liram vardı. O zaman bu iyi paraydı. Bu liralardan biriyle bana bir pasaport aldık ve benim için bir dönüş plânı yaptık.

Buharalı hacıya, “Sen benim amcam ol, seni bizim kabilenin adamlarına götüreyim ve sen onlara babamın ağlamaktan gözlerinin kör olduğunu, beni götürmeye geldiğini söyle. Ben biraz direnir gibi, gitmek istemiyormuş gibi yaparım ama sen aldırma. Hatta bana bir iki tokat at ve şayet direnecek olursam devlet zoruyla götüreceğini söyle. Onlar devletten çok korkarlar, sana ses çıkaramazlar” dedim. Şıh’ın kabilesi devletten hakikaten çok korkardı.

·       Hangi devlet? Ortada devlet mi kalmış? Şerif Hüseyin Mekke’de Osmanlı paşasını öldürüp hâkimiyetini ilân etmiş. Yani devlet denince Şerif Hüseyin’in idaresi mi anlaşılıyor?

Yok canım! Devlet-i Âliyye yani Osmanlı… Evet, o an için Osmanlı oradan çekilmişti ama “Nasıl olsa Osmanlı yine gelir” diye düşünülüyordu. Şimdi burada anlaşılması biraz zor ama “Padişah” deyince, “Devlet” deyince insanlar duraklarlardı.

Benim yaptığım plânı uyguladık. Eşyalarımı ve bana verilen hecin devesini teslim ettim. Beyrutlular bana hecin devesini satmamı ve parasını yol harçlığı yapmamı söylediler ama yapmadım. Hem haramdı, hem de arkamdan “Bak gördünüz mü? Biz de bu Türk’ü dürüst bir adam sanıyorduk, meğer öyle değilmiş, devemizi kaçırıp sattı” demesinler diye bu yanlış işi yapmayı düşünmedim. Bu arada Şıh’a bir mektup yazarak kusura bakmamasını söyledim. Mektupta ayrıca, “Eğer ileride harp çıkarsa yani Mekke’yi kurtarmak üzere Türkiye’den buraya ordu gönderilecek olursa, ben de onlara katılıp buraya gelir, sizinle alâkadar olurum” diye yazdım. Şıh’a ayrıca birkaç da hediye gönderdim.

Vatana dönüş

“Hasret içre yanmış iken,/ Bir yol bulup dönmüş iken,/ Öz yurdunda daha beter kavruldu,/ Garip Mehmet bir kez daha savruldu.”

Ertesi gün Cidde’den vapurla yola çıktık. Süveyş Kanalı, İskenderiye, Port Sait yoluyla Beyrut’a vardık. Orada bizi 15 gün karantinada tuttular. İskenderun’a kalkacak bir vapur vardı. Mersin’e gitmiyordu ama “Ötesine Allah kerim, hele oraya kadar gideyim bakalım” diyerek o vapurla İskenderun’a geldim. İskenderun’da gördüğüm manzara yürekler acısıydı. Fransızlar İskenderun’u, Adana’yı, bütün Çukurova’yı almışlar; bütün tren yolları onların elindeydi. Bütün yollar Fransızlar tarafından tutulmuştu. Benim için tek çıkar yol, dağları aşarak Mersin’e ulaşmaktı. Bu yolu seçtim, dağ köylerinde konaklaya konaklaya Ceyhan’a kadar ulaştım. Köylüler Fransızların nerelerde olduğunu biliyorlar, bana söylüyorlar, böylece beni koruyorlardı. Ceyhan’da bir gün kaldıktan sonra, aynı şekilde, dağ eteklerinden yürüyerek Silifke’ye indim.

Silifke’de beni çocuklar karşıladı. Saçı sakalı birbirine karışmış, kılık kıyafeti perişan bir vaziyette, hırpaniler gibiydim. Çocuklar benimle alay ediyorlar, nereye gitsem peşimden gelerek beni taşa tutuyorlardı. Baktım olacak gibi değil, bir berber bulup saçlarımı kazıttım. Oradan tekrar yola çıktım ve kendi kasabam olan Gülnar’a vardım ve doğru askerlik şubesine gittim.

Şube reisi eski bir masada oturuyordu. Masanın üzerinde bir divit ve bir kamış kalem vardı. O zaman şimdiki gibi büro malzemeleri yoktu. Hey gidi günler hey! Hükûmet divitle, kamış kalemle dünyayı idare etmeye çalışıyordu. Şube reisine, “Bana bir tezkere yazıver. Yedi senedir köyümü görmüyorum, babam sağ mı, ölü mü, ondan bile haberim yok” dedim. Reis, “Nedir senin bu hâlin? Otur anlat bakalım” dedi. Başımdan geçenleri kısaca ona da anlattım.

“Sana tezkere veremem” dedi Reis, “Düşman memleketin her yanını sardı. Fransızlar Adana’yı, İtalyanlar Antalya’yı, Yunanlılar İzmir’i, İngilizler İstanbul’u işgal ettiler. Memleketin hâlinin ne olacağı belli değil. Sana bir ay izin vereyim, git babanı gör, sonra tekrar geri dön”.

İzin kâğıdını aldım. Dışarıya çıktığımda, çarşıda bizim köyden Hüseyin Ağa’ya rastladım. Çok önceleri ben bu adamın yanında çalışmış olduğum hâlde adam beni önce tanıyamadı. Neden sonra, “Ya! Demek sen bizim Ali Efendi’nin oğlusun!” dedi. Onun atına bindik ve beraberce köye doğru yola çıktık. Yakınlarımla alâkalı ilk havadisleri ondan aldım. Babam ölmüş. “Baban dört sene önce öldü” dedi Hüseyin Ağa, “Kardeşlerin de öldü. Amcaların Çanakkale’den dönmediler. Biz seni de öldü biliyorduk. Yalnızca kardeşin Hasan sağ. O da Abit Efendi’nin yanında kalıyor, evinizde kimse yok”.

Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım. Köye varınca şimdi ben kimin evine gidecektim? Nihayet, uzun bir yolculuktan sonra köye vardık. Biliyorsun, bizim köy kasabaya çok uzak.

·       Evet, 35-40 kilometre kadar var. Gülnar’ın en uzak köyü… Yolu da çok fena idi yakın zamana kadar… Evet, köye varınca ne yaptınız, kimin evinde kaldınız? Yıllarca burnunuzda tüten köyünüze kavuştuğunuzda neler hissettiniz?


“Kemal Paşa asker topluyormuş, ona gideceğim”

“Bir haber duyuldu Sivas ilinden,/ Kemal Paşa düşmez oldu insanların dilinden./ Belli gayrı! Bu, Türk’ün son seferiydi,/ Mehmet de artık, Kemal’in neferi idi.”

Sevinemedim, hiç sevinemedim. İçim yandı. Orada burada birer ikişer günlüğüne misafir olarak kaldım. Köyün ileri gelenleri, “Sana öküz alıverelim, çift sür” dediler. Onlara tekrar gideceğimi söyledim. O sırada ortalıkta bir haber dolaştı: “Atatürk’ün harbi çıktı. Atatürk, Sivas taraflarından Ankara’ya geliyor, esaretten kaçanları tekrar silahaltına alıyor, asker topluyor…”

·       Atatürk değil, herhâlde “Mustafa Kemal” demişlerdir…

Evet, Atatürk değil, “Kemal Paşa” diyorlardı. “Kemal Paşa asker topluyor” haberleri dolaşıyordu her tarafta. Bu haber üzerine doğru Gülnar’a gittim, askerlik şubesi reisinin karşısına çıktım. Şube reisi, “İznin henüz bitmemiş. On beş gün daha iznin var, git, biraz gez, dolaş” dedi. “Reis! Benim sevk kâğıdımı ver, Kemal Paşa çıkmış, asker topluyormuş, harp edecekmiş. Ben gidip onu bulacağım” dedim. Sevk kâğıdımı alıp tekrar köye geldim. Hocanın hanımı Nene Hala ile Neslihan Kadın bana bir azık yaptılar…

·       Azığın içinde ne olduğunu hatırlıyor musunuz?

Evet. Biraz ekmek, biraz da pekmez helvasından ibaretti azığım. Bu da az bir şey değildi o zamana göre. Şimdiki bolluk yoktu o zaman. Ne mutlu şimdi! Elhamdülillah, her şeyimiz var, çok şükür!

Sırtımda azığım, ayaklarımda çarıklarım, herkesle helâlleşip Mut’a doğru yola çıktım. O zaman Göksu çayı üzerinde köprü yoktu. Çayı kayıkla geçip Mut’un Evran köyüne vardım. Köylüler beni misafir ettiler. Ben köylülere esaret hayatımı anlatırken, köylüler dediler ki, “Burada iki kişi daha var, onlar da esaretten kaçmışlar”. “Kimmiş onlar, görüşelim” dedim. Adamları getirdiler. Onlar da Ruslara esir düşmüşler ve onların elinden, Rusya’dan kaçıp gelmişler. Kucaklaştık. Sabaha kadar oturup birbirimize başımızdan geçenleri anlattık.

Orada iki gün kaldık. Üç kişi olmuştuk. “Kemal Paşa’yı bulalım” deyip Mut’un yolunu tuttuk. Mut’a varınca askerlik şubesine gittik, arkadaşlarım gönüllü yazıldılar.

Yola çıktık, artık savaşa gidiyorduk. Sartavul Beli’nden aşarak Karaman’a ulaştık. Karaman’a giremiyoruz “Bizi kimse kabul etmez” diye. Bu yüzden Karaman’ın bir köyünde geceledik. Daha sonra Ankara yollarına revan olduk. Köylerde konaklaya konaklaya yol alıyorduk ve her konakladığımız yerde kafilemize yeni gönüllüler katılıyordu.

·       Demek Kurtuluş Savaşı’mızın ordusu bu şekilde toplandı?

Evet! Ankara’ya vardığımızda altmış küsur gönüllüydük. Ankara’ya 15 günde ulaştık. Kemal Paşa da Ankara’ya henüz gelmiş, Meclis’teymiş. Meclis’te toplantılar yapılıyordu. Paşa’yı görmek istiyordum. Sordum, bir görüşme saati varmış. O görüşme saatinde odasına girdim, selâm verdim, “Paşam! Ben köyden çıktığımda bir kişiydim, buraya gelinceye kadar altmış kişi olduk. Biz askeriz, esaretten geldik, burada altmış kişiyiz, gönüllü olarak bulunuyoruz. Nasıl emir verirsen biz o yolda yürüyeceğiz” dedim. Paşa, “Nerede bu altmış kişi?” dedi. “Dışarıda bekliyorlar Paşam!” dedim.

Birlikte dışarıya çıktık. Orada duran herkes bize bakıyordu. Altmış kişi, hepimiz sıraya girdik. Kemal Paşa, sağdan itibaren hepimizin adını sordu ve tek tek hepimizi kucakladı. Elinde sarı bir defter vardı. O deftere hepimizin adını yazdı. Daha sonra istirahat etmemiz için bizi bir yere gönderdi. Atatürk’le bu vesileyle görüşmüştüm.

Daha sonra bizi yine askerî bölüklerden birine verdiler. Elbise de verdiler, resmen tekrar asker olduk. Başımızda bir zabit vardı. İşte böylece, benim Kurtuluş Savaşı maceram başlamış oluyordu…

Zafer!

“Huda’ya sığınıp son bir hamleyle,/ Bir kutlu koşu başladı/ Kocatepe’den Besmeleyle./ Kadifekale’ye dikti ay-yıldızı nihayet,/ Ali oğlu Gezendeli Gazi Hacı Mehmet.”

Daha sonra Afyon’dan başlayarak düşmanı denize dökünceye yani İzmir’e kadar süren bir mücadelemiz oldu. Afyon-İzmir arasında çok çarpıştık. İzmir’e girdiğimizde Yunan askerleri kayıklara, teknelere doluşup kaçıyorlardı. Altmış kişilik teknelere yüz kişi binmeye çalışıyorlardı. Sağdan soldan çevirdik. Yüz kişiyi taşıyabilir mi bir yelkenli kayık? Bu kayıklardan birisi orada battı. Yüzme bilmeyenler boğuldu, yüzme bilenler yüzerek kıyıya çıkmaya çalışıyorlardı. Onlar da ya öldürüldü ya da esir alındı.

Sonra Kadifekale’ye, elimizde bayrağımız, hücum ettik. Beş şehit verdik. Yunan bayrağını kaleden indirip kendi bayrağımızı asmak istiyoruz. Sağdan soldan üstümüze kurşun yağıyor. Bayrağı taşıyan arkadaşımız vurulduğunda bayrağı bir başka arkadaşımız alıyor. On metre gidemeden o da düşüyor, bu defa bir başkası bayrağımızı teslim alıyor. Böyle böyle ilerleyerek kaleye girdik ve Yunan’ın bayrağını indirip kalenin burcuna kendi bayrağımızı diktik.

·       İzmir’i kurtardıktan sonra ne oldu? Köyünüze döndünüz mü?

Yunanları denize döktükten sonra savaş durdu. Bir Fahrettin Paşa vardı o zaman.

·       Fahrettin Altay olmalı…

Evet, herhâlde Fahrettin Altay… Onun maiyetine geçtik. Onun maiyetinde bizi Antalya’ya, İtalyanların üzerine gönderdiler. Fakat biz Antalya’ya vardığımızda İtalyanlar çekip gitmişler. Onlar bizimle savaşmak istemediler. Beni oradan muhafız askeri olarak Anamur’a yolladılar, oradan da terhis oldum.

·       İzmir’e girmeden önceki savaştan çok az söz ettiniz. Bu dönemdeki savaşınızdan biraz bahseder misiniz? Neler yaşadınız?

Kemal Paşa ile birlikte bir harbe girmiştik. Afyon’un ilerisinde bir dağı sardık. Yunanlar buradaydılar. Hücuma geçmeden önce Kemal Paşa askere şöyle hitap etti: “Evlatlarım! Mehmetçikler! Arkadaşlar! İşte düşmanla karşı karşıya geldik. Harp sırasında kaçanlar için vur emri verdim. Hanginiz görürseniz, size de emir veriyorum, kaçanı vurun. Eğer muharebeden ben de kaçarsam, beni de vurun. Öleceğiz şehit olacağız, yaralanacağız gazi olacağız ama geri dönmeyeceğiz! Benim yolumda, benim izimde ve benim emrimde ilerlerseniz, zafer muhakkak bizimdir. Buna hiç şüpheniz olmasın, zafer bizimdir.”

Yerine birini tayin ettiğini de söylemişti ama şimdi o paşanın adını hatırlamıyorum. Sonra Tire dağlarında harbe girdik. Atatürk bizi teftiş etti cephede. Cephede mercimek çorbası verdiler. Mercimek çorbası içiyoruz ama çorbanın içinde böcekler yüzüyor. Önce böcekleri temizleyip daha sonra çorbayı içiyoruz. Kaşığımıza birkaç mercimek tanesi ya geliyor, ya gelmiyordu. Aslında çorba diye içtiğimiz şey sudan ibaretti. Böcekli, kurtlu su... İşte bu yemek sırasında Kemal Paşa bizi teftişe geldi. Sırayla bütün orduyu teftiş etti. “Çocuklar!” dedi Kemal Paşa, “Ben de çorba içmek istiyorum”. “Buyurun!” dedik, ayağa kalktık. Kendisini tanıyorduk. “Oturun” dedi. Aramıza girdi, kendisine bir tahta kaşık verdik, o da bizimle beraber aynı karavanadan, o böcekli çorbadan içti. Çantasından bir yarım tayın çıkardı. Tayının içi üzümlüydü. İzmir taraflarında ekmek hamurunun içine üzüm koyup fırına öyle verirlerdi. Her zaman yemek bulamıyor, bu üzümlü tayını yiyorduk. “Bakın” dedi, “Sanmayın ki ben has ekmek yiyorum. Ben de sizin gibi üzümlü tayın yiyorum, sizin içtiğiniz çorbadan içiyorum”. Hey gidi hey!

Koca Kemal Paşa, bizimle beraber üzümlü tayın yiyor, böcekli mercimek çorbası içiyordu.

Yemek bulamadığımızda, ekmeği bibere ve tuza batırıp yer, bu şekilde beslenip savaşırdık. Şimdi bile bazen aklıma gelir, ekmeği bibere ve tuza batırıp yerim. Şimdiki askerler çok şanslılar, iyi bir zamanda askerlik yapıyorlar.

·       Yunanlarla yaptığınız bu büyük savaşta, onların siperlerinin dikenli tellerle çok iyi tahkim edildiğini, onu aşmanın çok zor olduğunu düşündüklerini okuduk biz kitaplarda. Yunanların siperleri nasıldı, çok zor oldu mu onları aşmak?

Evet, tel örgüler yapmışlardı ama onları aşmak öyle çok zor olmadı. Tüfeğin dipçiği ile vurup, tellere basıp basıp indirdik. Asker coşmuştu bir kere, gözü hiçbir şey görmüyordu hücum emri verildiğinde.

 

Gazi, bütün çocuklarımızı çok sever, çocuklar da onu çok severlerdi.  Yukarıda, bir tören esnasında yavrularımızla görülüyor.

·       Kurtuluş Savaşı esnasında sizi çok etkileyen, hiç unutamadığınız olaylar oldu mu, var mı?

Oğlum, var, var da, aslında unutsam, hatırlayamasam daha iyi!

·       Lütfen! Anlatır mısınız?

Düşmana karşı hücuma geçtiğimiz o büyük savaşta başımdan çok acı bir olay geçti. Düşmanın üzerine “Allah! Allah!” diyerek ve koşarak hücum ettiğimiz sırada, benden daha ileride koşan bir askerimiz birden geri dönüp hızla geriye doğru hamle yaptı. Kemal Paşa, düşmandan kaçan olursa vurmamızı emrettiği için ben bu arkadaşa kurşunu yapıştırdım. Kaçtığını sanmıştım. Bir de ne göreyim! Meğer süngüsünü düşürmüş, onu almak için geriye dönmüşmüş. O, yaralandığından belki habersiz, yere düşmüş olduğu hâlde sürünerek süngüsüne uzanmaya çabalıyordu. Hatırladıkça içim yanar.

·       Peki, durumu anlayınca ne yaptınız? Yaralı asker ne oldu?

Orada yapacak hiçbir şey yoktu. Düşmana saldırmaktan başka kimse bir şey yapamazdı. Şehit olan, yaralanan arkadaşlarımıza bakmanın zamanı değildi. Düşmana saldırıyoruz. Hiç arkamıza bakmadan düşmanı kovalamaya devam ettik.

Bir başka olay da daha sonraki günlerden birinde oldu. Düşman bozulmuş, İzmir’e doğru çekiliyor, biz de onları takip ediyorduk. Bir akşam vakti, birliğimizin dinlenmede olduğu bir saatte bir köy civarındaydık. Ben birlikten biraz uzaklaşarak köye doğru yürüdüm. Köy karanlıklar içindeydi. Fakat ileride hafif bir ışık görür gibi oldum. Merak edip o tarafa doğru yürüdüm. Yıkık dökük bir evdi. Yaklaşınca bazı sesler kulağıma geldi. Düşmandan şüphelenip çok dikkatlice, sessizce eve yaklaştım. Evin etrafı ağaçlı, asmalı bir şeydi. Evin önünde 5-6 tane Yunan askeri, bir Türk kızını aralarına almışlar, oynatıyorlar, sarkıntılık edip duruyorlardı. El bombam vardı. Önce el bombasını attım. Sonra tüfeğimle ateş edecektim fakat el bombası patlayınca hepsi yere serildi. Kızcağız da onlarla birlikte öldü.

·       Siz Arap Şeyhinin yanında iken evliydiniz. Şeyhin baldızını almıştınız. Ayrılırken hanımınızı ne yaptınız? Maceranızın bu bölümünden söz etmediniz…

Efendim, oradayken benim niyetim hanımı da alıp memlekete gelmekti. “Türk ordusu birkaç sene sonra tekrar gelir” deniliyordu. “Eğer böyle olursa, bu topraklar yine bizim olur, ben de eşimle birlikte memlekete dönerim” diye düşünüyordum. Ancak dört sene bekledim, memleketten bir haber çıkmadı. Mekke’den Şeyh’e mektup yazdığım zaman, karıma da bir mektup yazdım ve durumu kendisine izah ettim. Boşadığımı söyledim.

·       Daha sonra bu eski hanımınızdan hiç haber aldınız mı?

Bundan 15 sene kadar önce, Şeyh’in torunlarıyla mektuplaştık. Karşılıklı hediyeler gönderdik. Onlar şimdi Medine’de ticaretle meşgullermiş. Senin baban Hacı Hüseyin Efendi, biliyorsun, 4-5 defa Hacca gitti. Son gidiş gelişlerinde hep o aracılık etti. Hatta Şeyh’in torunlarını da o buldu. Mektuplarımızda ne ben, ne de onlar, benim eski eşimden bahis açtık.

 

Kendi ifadesine göre 11, benim hesaplamama göre 7 sene süren harp hayatından sonra, yeni çetin bir mücadeleye, hayat mücadelesine başlayan Gazi Hacı Mehmet amcam, o zor yılları da dişiyle tırnağıyla aşmayı, üç güzel evlat yetiştirmeyi başarır. 

·       Tuhaf bir kaderiniz var. Son eşiniz merhum Gülsüm Hanım da Arap’tı. Arap’tı ama bildiğim kadarıyla siz onu çok seviyordunuz…

Doğru. O da Arap’tı ama bizden daha Türk’tü. Fransız işgali altındaki Mersin’de Türk bayrağını direğe ilk o çekmişti.

·       Gerçekten Gülsüm yengem çok yürekli, yiğit bir hanımdı. Mekânı Cennet olsun… Terhis olduktan sonra ne yaptınız? Sizin için yeniden zorlu bir hayat mücadelesi başlamış olmalı. Köye mi döndünüz, başka bir yere mi gittiniz? Mersin’e nasıl geldiniz, geçiminizi nasıl sağladınız? Biraz da bunlardan söz eder misiniz?

Tabiî önce köye gittim, özlemiştim. Ama orada kimsem, yapabileceğim bir şey yoktu. Bizim köy, bildiğin gibi Ermenek hududunda, Karaman’a yakın sayılır. Eskiden büyüklerimizin münasebetleri Karaman’la, Konya’yla olurdu. Konya medreselerinde okurlardı. Orada ahbapları, arkadaşları olurdu. Benim tanıdığım bildiğim kimse yoktu ama o eski alışkanlıkla, “Bir tanıdık, bir iş bulabilir miyim?” düşüncesiyle Karaman’a gittim. Orada, tesadüf bu ya, yine bir Arap’la karşılaştım. Arap, bir İngiliz paşasını öldürdüğü için kaçmış, oralarda sürünüyor. Ben Arapça biliyorum ya efendim, o Arap’la tanışıp arkadaş oldum, ona yardım ettim. Gerçi ben de bir garibim ya, o iyice garip. Bu adam şoför ve makinistmiş, bu işlerden anlıyor. O zamanlarda bu işlerden anlayan kaç kişi var? Ben bu Arap’tan mesleğini öğrendim. Sonra da Mersin’e geldim. Devletin çeşitli dairelerinde şoförlük, makinistlik yaptım. Erdemli’deki Alata Ziraat Mektebinde çalıştım. Bir zaman da Suriye başkonsolosunun mâkâm şoförlüğünü yaptım.

·       Siz 19 yaşında garip, öksüz bir köy çocuğu olarak köyden çıktığınızda, vatanınıza bu kadar büyük hizmetler yapabileceğiniz herhâlde hiç aklınıza gelmemiştir. Sizin aklınızda, fikrinizde hacı olmak vardı. Memlekete yaptığınız hizmetler sadece şahsınızla da sınırlı kalmadı, aynı şekilde hizmet eden değerli iki de oğul hediye ettiniz milletimize…

Büyük oğlum Ali, Kore’de askerlik yaptı. Küçük oğlum Zeki, sen de biliyorsun, hava subayı idi. Kıbrıs Barış Harekâtı’ndaki Hava Kuvvetlerimizin filo komutanı, biliyorsun, oğlum Zeki’ydi. Düşmana çok kuvvetli darbe vurdular. Çok şükür, hiç zayiat vermeden, salimen geri döndüler.

·       Evet, bu harekâtta garip bir şey oldu. Sizin yaşamış olduğunuz üzücü kaderin bir benzerini de Zeki ağabey yaşadı. Siz Büyük Taarruz’da bir hata sonucu arkadaşınızı vurmuştunuz, Zeki ağabeyin filosu da yanlışlıkla kendi savaş gemimizi, Kocatepe Muhribini batırdı. Fakat bu üzücü hâdisede de tıpkı sizinkinde olduğu gibi pilotlarımızın hiçbir kusuru yokmuş. Kocatepe Muhribi, bizim hava filomuz tarafından saldırıya uğrayınca kendilerini tanıtmak için güverteye büyük bir Türk bayrağı sermişler. Telsizle kendilerinin Türk gemisi olduğunu bildirmişler. Aslında o sırada orada bizim gemimizin olmaması gerekiyormuş. Buna rağmen Zeki ağabey telsizle durumu ana karargâhtan sormuş. Donanma Komutanlığı, orada bizim gemimizin olmadığını, gösterilen Türk bayrağının ve telsiz konuşmalarının düşmanın oyunu olduğunu söylemişler ve pilotlarımızdan, geçmişteki şehitlerimizin öcünü düşmandan almaları için gemiyi batırmalarını istemişler. Hata tamamen, zafer aşkıyla karargâhtan emir almadan, zamanından önce Ada’nın güneyine dolanan ve yerini bildirmeyen Kocatepe’de ve gemisinin nerede olduğunu bilmeyen Donanma Komutanlığı’ndaymış…

Oğlum, sana daha evvel de söyledim, sen de askersin, biliyorsun; askerlikte savaşta disiplin şarttır. Savaş yalnız kahramanlıkla kazanılmaz. Disiplin olmazsa komutanlar plânlarını nasıl uygulasınlar? Yazık değil mi o gemicilerimize? Bak, işte orada da bir gemi komutanının yanlışı yüzünden ne büyük felâket olmuş. Gördün mü ya komutanın ne kadar önemli olduğunu?

·       Savaşlar bitti ama sizin maceranız bitmedi. Başka neler oldu?

Oğlum, Ali’nin Kore’de yaralandığını duydum. Soruşturdum, Amerika’da, Texas’ta hastanedeymiş. Aman Allah’ım, ta Texas’ta! Kalktım, Amerika’ya, Texas’a gittim, oğlumu buldum.

·       Tek başınıza buradan kalkıp Amerika Texas’a nasıl gidebildiniz? İngilizceniz yok…

Allah yardım etti, fazla bir zorluk çekmedim. Aslında Hacca gidip benim oradaki akrabalarımla buluşup görüşmek istiyorum ama engel çıkarıyorlar, gidemiyorum…

·       Ali ve Zeki ağabeyler şimdi neredeler, ne yapıyorlar?

Ali Amerika’ya yerleşti. Dallas’ta oto tamir atölyesi var. Zeki, yarbaylıktan emekli oldu, İzmir’e yerleşti. Şimdi bir havayolu şirketinde pilotluk yapıyor.

·       Bu kadar mahrumiyet ve sıkıntılar içinde geçen bir hayatınız olduğu hâlde, bu yaşta son derece sağlıklısınız…

Evet, hamdolsun, hiçbir hastalığım yok. Ben bu yaşta seninle güreşebilirim. Akşam erken yatar, sabahleyin erken kalkarım. Namazlarımı çokça camide kılarım. Kötü hiçbir alışkanlığım yok. Oğlum, şükredici olmak lâzım, maneviyat lâzım!

·       Köyümüze değerli bir hizmetiniz olduğunu da biliyoruz...

Köyümüz, biliyorsun, susuzluk çekiyordu. “Benim de bir hizmetim olsun” dedim…

 

Hacı Mehmet amcam her gelişinde, çok sevdiği oğlum Mustafa’ya, birçoğunu kendi eliyle yaptığı çeşit çeşit hediyeler getirir, onunla oynar, bazen de güreşirdi.

·       Sizi çocuklar çok seviyor. Eve geldiğinizde etrafınızı sarıyorlar, elinizi öpüyorlar. Neden sizi bu kadar çok seviyorlar?

Şimdi bu karşılıklı! Ben çocuklarımızı çok severim. Hemen her çarşıya çıkışımda şeker alır, eve dönüşümde onlara dağıtırım. Onlar da benim yolumu gözlerler.

***

Gazi Hacı Mehmet Kılıç amcam, 1994 yılında, 98 yaşında iken Mevlâ’sına kavuştu. Onu Mersin Akbelen Kabristanında son yolculuğuna uğurladık. Kabri nur dolsun, mekânı Cennet olsun!