Çöl destanını yazanların hazin hikâyesi (2)

“İngilizlerle harbe gidiyoruz” diyerek harekete geçtiler. Medîne yakınlarındaki “Ali” adlı kuyunun civarında karargâh kurdular. Çadırları, Padişah’ın izniyle bizden aldıkları cebel topları, silahları, hepsi yanlarında… Bir diğer Arap ordusu karargâhını Şam’da, bir başkası da Halep civarında kurdu. Böylece karargâhlar güya İngilizlere karşı kurulmuş oluyordu. Biz henüz İngilizlerle savaşa tutuşmamıştık. Biz İngilizlerle hesaplaşmaya gelmiştik ama meğer bu kardeşler birbirleri ile muhaverelilermiş (haberlilermiş). Karargâhlarını kurduktan sonra, toplarının, tüfeklerinin namlularını bize çevirdiler. Bizden aldıkları silahlarla Medîne’ye hücuma geçtiler. O zaman bize de “silah başına” emri verildi, Araplarla harbe tutuştuk. Biz buraya İngilizlerle savaşmaya, Mukaddes Toprakları kâfirlere karşı müdafaa etmeye gelmiştik.

“Sakın terk-i edepten, kuy-i mahbub-i Huda’dır bu./ Nazargâh-ı İlâhîdir, Mâkâm-ı Mustafa’dır bu.” (Nâbî)

***

HACI Mehmet Kılıç, benim büyük amcamdı. Kendisi yüz yaşına yakın yaşadı. Ölünceye kadar aklî melekesini ve hafızasını hiç kaybetmedi. Medîne Müdafaası ve Millî Mücadele’de yaşadıklarını en ince ayrıntısına kadar hatırlar, anlatırken sanki olayları yaşıyor gibi heyecanlanır, bazen gözyaşlarını tutamazdı. Parça parça defalarca dinlediğim hikâyesini, bir defasında baştan sona anlattırarak kayda almıştım. Onun bu hatırasını kaynak belge olarak son derece önemli sayıyorum.

Medîne Müdafaası hakkında iki değerli kaynak eser varsa da, her iki eserin de müellifi subaydır. Bir neferin ağzından bu elimizdekinden başka bir hatıra var mıdır, bilmiyorum; ancak olduğunu hiç sanmıyorum. Çünkü sağ olarak evine dönebilen bir başka Medîne neferinin olduğunu sanmıyorum da ondan. Bunun da sebebi, tamamı İngilizlerin eline esir düşmüş olan askerlerin Mısır’a götürülüp asit havuzlarına sokularak kör edildiği ya da şehit edilmiş olduklarıdır.

Sadece Er Mehmet, bir yolunu bularak İngiliz esaretine düşmemiş, bilâhare vatana dönmeye muvaffak olmuş. Şimdi ikinci bölümde, Gazi Hacı Mehmet Kılıç’ın hikâyesini kendisinden dinlemeye devam edelim…

***

Allah Resulünün huzurunda

Ben Öksüz Mehmet’im, huzuruna geldim Efendim./ Boynum bükük, gözüm yaşlı; istimdada geldim Efendim./ Öksüz koma gene beni ruz-i mahşerde,/ Gayri bir hakkım vardır her hâl sancağının gölgesinde Efendim…”

·       Sonra…

Medine-i Münevvere’ye kadar götürüldük. Orada bizi “Çiçek Kışlası” adındaki kışlaya yerleştirdiler. Bir müddet sonra orada eğitim yapmaya, ara sıra da şehre çıkmaya başladık. İlk işim Resulullah’ı ziyaret edip gözyaşları içinde kabrine yüz sürmek oldu.

Askere manga manga sıra ile şehre çıkış izni veriyorlardı. Cuma günleri hep beraber Sevgili Efendimiz’in mescidinde namaz kılar, dua ederdik. Kışlada da namaz kılardık. O zamanlar şimdiki gibi değildi, herkes namazını kılardı. Komutanlarımız da namazlarını kılarlar, Efendimiz’i ziyaret ederlerdi.

Askerin moralini yüksek tutmak için bölüklere üçer beşer Kur’ân-ı Kerim dağıttılar. Okumasını bilenler okurduk, diğerleri de dinlerlerdi.

·       Kur’ân okumanın, Kur’ân dinlemenin gerçekten moralinizin yüksek tutulmasına bir faydası oluyor muydu?

Tabiî, tabiî… Sen ne diyorsun oğlum, zaten bizi ayakta tutan, Allah yolunda olduğumuzdu! Eğer böyle olmamış olsaydı, imkânı yok, o sıkıntılara, o mahrumiyetlere katlanılamazdı! İçimizden az da olsa firar edenler yahut bedevinin karşısında sıkışınca teslim oluverenler oldu. Bunlarınki, itikatlarının zayıflığından oldu hep. İnsan Allah Kelâmı Kur’ân’ı dinleyince her şeyi unutuyor. Askerlikte en önemli şey maneviyat ve disiplindir. Şimdi askeriyede Kur’ân okunmuyor mu? Oğlum, sen askerî mekteplerde okudun, siz maneviyat için ne yapardınız?

·       Evet… Ben Askerî Lisede ve Harp Okulunda okurken, bazen “moral geceleri” yapılırdı ama orada böyle manevî programlar olmazdı. Açık saçık bir film gösterirler yahut şarkıcı-türkücü getirirlerdi, eğlence tertip edilirdi. Bir defasında da dansöz oynatmışlardı. Şimdi nasıl oluyor, bilmiyorum…

Olmaz oğlum olmaz! Peygamber ocağında olmaz! O kumandanlara söylemeli; savaş, askerin maneviyatıyla kazanılır! Bunlar doğru şeyler değil.

Neyse… O günlerde bizim hayatımızda Kur’ân ve hurma vardı. Medîne, bir hurma ağaçları şehriydi. Bize kışlada bol bol hurma verdiler, fakat bu kadar çok hurma bizleri hasta etti. Sonunda hurma yemeyi yasakladılar.

 

Şerif Hüseyin… “Mekke’de bir şeyh varmış./ Peygamber soyundanmış./ İngiliz, casus salmış,/ Şeyhi yoldan çıkarmış.”

***

“Şerif Hüseyin” namında bir şeyh

·       Peki, ama o sırada o tarafta savaş yok muydu?

Orada, “Şerif Hüseyin” namında bir şeyhin kabilesi vardı. Şeyh, Mekke’de otururdu. Ali, Abdullah, Faysal ve Zeyd adında dört oğlu vardı. O sırada Şeyh’in bir İngiliz casusu ile alâkalı olduğu tespit edildi. “Lavrens” adında bir İngiliz… İngilizlerin casus göndermelerinin sebebi, bizimle Kanal’da savaşa hazırlanmalarıydı. Bu savaş sebebiyle Şerif Hüseyin’i bize karşı kışkırtmak istiyorlardı. Komutanlarımız bu komploları bize anlatıyorlardı…

Hikâye şöyle başlıyor: Şerif Hüseyin’in Şam’da bir kardeşi var. Bir gün bu adamın evinde bizim Cemal Paşa, bir tahkikat sırasında İngilizler tarafından gönderilmiş bir evrakı ele geçiriyor. Paşa bu adamın idamına karar veriyor. İki gün sonra Şeyh’in kardeşi idam edilecek. Bunun duyulması üzerine, oranın ileri gelen şeyhleri bir araya gelerek Paşa’yı bir yemeğe davet ediyorlar. Paşa’nın yakınlarını, yaverlerini de davet ediyorlar. Sofra kuruluyor, tam yemeğe başlanacağı sırada Paşa bir de bakıyor ki, muhallebilerin üzerine baharatla “Af Paşam af!” yazılmış. Yani, “Şeyhin kardeşini idam etme” demek istiyorlar. Peçetelerin üzerine de “Paşam, Şerif’in kusuruna bakma, affını diliyoruz” diye yazmışlar. Bunun üzerine Paşa, maiyetine emir veriyor: “Kimse yemek yemesin, herkes yerine!” Ertesi günü Şerif’in kardeşini çarşının ortasında asılmış olarak görüyorlar. Yani Paşa, “Bizim emrimizi dinlemeyen böyle olur, bizim emrimiz emirdir!” demek istiyor.

Bu hâdise İngilizlerin ekmeğine yağ sürdü. Lavrens, bu olaydan istifade etmek için Şerif Hüseyin’le temas kurdu. Şerif Hüseyin o sırada henüz kral değildi, şerifti. Lavrens, Şerif Hüseyin’e, “Bak, kardeşini astılar! Şimdi sıra sana geldi, oğullarına geldi. Senin oğulların erkân-ı harp (kurmay) olduğu hâlde Türkler onlara paşalık vermiyorlar” (diyor).

Şerif Hüseyin’in oğullarının dördü de zabit (subay) okulunda okumuşlar ve Türkçeyi biliyorlardı. Yani bizim ordumuzun zabitleriydi. Lavrens, Şerif’e, “Oğullarının hepsi hem Arapça, hem de Türkçe biliyorlar. Eliniz silah tutarken çabuk olun! Biz oğullarının hepsine paşalık vereceğiz. İngiliz lirası, bir teneke İngiliz lirası vereceğiz. Askerlerini toplasınlar, Türklere karşı koysunlar” (diyor). İngilizler Şerif’e bunu kabul ettiriyorlar. Yani İngilizler, Şerif’i Osmanlı’ya karşı parayla satın alıyorlar. Şerif oğullarını topluyor ve durumu onlara anlatıyor. Oğullarına paşa olacaklarını ve paşa maaşı alacaklarını söylüyor. Kendisi de yattığı yerde bir sürü para alacak...

Bunun üzerine Şerif’in oğulları, ordudaki Arap askerlere gizlice haber salıyorlar. O zamanlar Araplar da Osmanlı ordusunda hizmet görüyorlardı, karışıktık. Arap askerlere, İngilizlerin kendilerine ayda 6 sarı lira maaş vereceklerini, bu parayla istedikleri gibi geçinebileceklerini söylüyorlar. İngilizlerin Arap askerlere vereceği şeyler sadece bundan ibaret değil. Kahve ve kutularla konserve de var. “Tâ İstanbul’dan erzak gelecek diye bekleyip durmanıza lüzum kalmayacak, İngilizler sizi gıcır gıcır elbiselerle de donatacaklar” (diyor). İşte böyle vaatlerle Arap askerlerini kandırıyorlar. Daha sonra Padişah’a diyorlar ki, “Biz bir Arap ordusu teşkil edelim, böyle olmuyor. Arap askerleri Türkçeyi bile bilmiyorlar. ‘Gel’ denince geliyorlar, ‘Git’ denince gidiyorlar, hepsi bu kadar. Ordunun işlerini aksatıyorlar. Bu sebepten, Arapları ayıralım, bize top-tüfek verin, biz İngilizlerle yalnız başımıza başa çıkabiliriz”.

 

Şerif Hüseyin ve oğulları Faysal (ortadaki) ile Abdullah (şimdiki Ürdün Kralı Abdullah’ın büyük dedesi)… Şerif Hüseyin, Osmanlı idaresinde Mekke Emiri iken, İngilizler kendisine bütün Arabistan’ın krallığını vaat ederek devletimize karşı isyan ettirdiler. Savaş sonunda İngilizler verdikleri sözü tutmayarak, Ürdün ve Irak’ta birer devletçik kurdurarak, Irak’ın başına oğullarından Faysal’ı, Ürdün’ün başına da Abdullah’ı kendilerine bağlı olmak üzere kral tayin ettiler. Buna kızan Şerif Hüseyin, İngilizlere kafa tuttu ve kendisini halife ilân etti. İngilizler de ona karşı İbn-i Suud kabilesini destekleyerek onu Kıbrıs’a sürdüler. Oğul Kral Abdullah da, 1951 senesinde, yine İngilizler tarafından öldürtüldü. Yerine oğlu, şimdiki Kral Abdullah’ın dedesi Tallal geçti. Faysal ise, önce Suriye Kralı ilân edildiyse de oradan Fransızlarca kovuldu. Bunun üzerine İngiliz mandası altında Irak’a kral yapıldı. 1933’de öldü.

***

Padişah bu isteklere “Olur” diyor. Bu izin üzerine Şerif’in dört oğlunun her biri ayrı birer ordu kuruyor. Biri Medîne’de, bir diğeri Şam’da, diğerleri de başka yerlerde… Bunlar o zaman bizden silah da almışlardı. Bize yani Osmanlı’ya, “Biz Kanal’a, İngilizlerin üstüne önden giderek saldıralım, arkadan da siz gelin” dediler. Bütün bunları, başımızdaki komutanlarımız bize anlatıyorlardı. Şerif’in bizim Medîne’deki oğlu Abdullah Paşa idi. Bu Abdullah’ı daha sonraları Ürdün’de vurdular. Arapların kendileri tarafından vurulup öldürüldü. Son zamanlarında Filistin taraflarında paşa olarak görevliydi. Dediler ki, “Sen İsrail tarafından asker toplayıp bizim üstümüze saldırtacaksın, sen nasıl Müslümansın?!”. Bu gerekçeyle vurdular. Araplar, parayı kim verirse o tarafın adamı oluyorlardı.

Arap’ın oyunu

“Halife’nin ordusu Harem önünde durdu,/ Topu tüfeği tekmil, karargâhını kurdu./ İngiliz’i beklerken, hiç hesapta yok iken,/ Şeyh tuzağını kurdu, Arap arkadan vurdu.”

·       Evet… Medîne’deki Abdullah Paşa’nın kurduğu Arap ordusunun yaptıklarından bahseder misiniz efendim?

“İngilizlerle harbe gidiyoruz” diyerek harekete geçtiler. Medîne yakınlarındaki “Ali” adlı kuyunun civarında karargâh kurdular. Çadırları, Padişah’ın izniyle bizden aldıkları cebel topları, silahları, hepsi yanlarında… Bir diğer Arap ordusu karargâhını Şam’da, bir başkası da Halep civarında kurdu. Böylece karargâhlar güya İngilizlere karşı kurulmuş oluyordu. Biz henüz İngilizlerle savaşa tutuşmamıştık. Biz İngilizlerle hesaplaşmaya gelmiştik ama meğer bu kardeşler birbirleri ile muhaverelilermiş (haberlilermiş). Karargâhlarını kurduktan sonra, toplarının, tüfeklerinin namlularını bize çevirdiler. Bizden aldıkları silahlarla Medîne’ye hücuma geçtiler. O zaman bize de “silah başına” emri verildi, Araplarla harbe tutuştuk. Biz buraya İngilizlerle savaşmaya, Mukaddes Toprakları kâfirlere karşı müdafaa etmeye gelmiştik.

Hayat, beklenmedik hâdiselerle dolu. Burada hiç aklımıza gelmemişken karşımıza Araplar çıktı. Araplar “lü lü lü” diye bağırarak bize karşı saldırıya geçtiler. Biz Türkler de “Allah Allah Allah” nidalarıyla karşı saldırıya geçtik. Deniz, Medîne’ye üç günlük mesafededir, onları denize kadar sürdük.

·       Komutanınız kimdi, hatırlıyor musunuz?

Medîne’deki Hicaz Seferiye Komutanımız Fahrettin Paşa’ydı. Alay komutanımız Saadettin Paşa’ydı. Denize ulaştığımızda, deniz gücümüz olmadığı için orada durmak zorunda kaldık. Yanbo sahillerinde Araplar İngiliz deniz topçusunun gölgesine sığındılar. İngiliz gemileri, üzerimize top ateşine başladılar. Yaklaşamıyorduk. Dağlarda mevzilenmek zorunda kaldık. Üç yıla yakın, bu dağlarda onlarla savaştık. Erzakımız Medîne’den develerle getiriliyordu. Fakat bu durumda da dağlardaki bedeviler bizim erzak kafilesinin yolunu kesiyorlar, büyük dert açıyorlardı. Hem erzakımıza el koyuyor, hem de erzak taşıyan askerlerimizi öldürüyorlardı. Beklerdik, beklerdik, erzakımız bir türlü gelmezdi. O dağlarda hem Araplarla, hem İngilizlerle ve hem de açlıkla savaştık.

 

“Çöl Kaplanı” Ömer Fahreddin (Türkkan) Paşa (1868-1948), büyük mahrumiyetler içerisinde, Medîne-i Münevvere’yi İngiliz ve Şerif Hüseyin kuvvetlerine karşı kahramanca ve dirayetle savunan büyük komutandır. Yüzü ne kadar nurlu, değil mi? Büyük Harbin kaybedilmesi üzerine Payitahtın emrine rağmen teslim olmayı reddederek üç ay kadar daha savaştı. Arap asıllı kendi subaylarının ihaneti ve onların eliyle enterne edilerek İngilizlere teslim edildi. Önce Mısır’a, daha sonra Malta’ya götürüldü. Esaretten kurtulunca İtalya, Almanya, Rusya ve Azerbaycan yoluyla Anadolu’ya gelip Millî Mücadele’ye katıldı. 1921’de Kâbil Büyükelçiliğine atandı. 1936’da Korgeneral rütbesiyle emekli oldu. 1948 yılında vefat etti. Vasiyeti üzerine Rumelihisarı kabristanına defnedildi.  Türk askerine “Mehmetçik” adını o vermiştir. Atatürk onu, “Sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdıran komutan” olarak tarif etmiştir.

***

Hududu bırakarak geri çekilmek olmazdı. Padişah, Fahrettin Paşa’ya, “Askerimizi geri çek Paşa! Çünkü ben sana erzak gönderemem, her taraf düşmanlarımızın elinde. Sana silah, asker potini yetiştiremem, askerini çek” diye haber gönderiyordu. Araplar tren yollarımıza ip bağlayıp develere çektiriyorlar, İstanbul’dan gelmekte olan tren raydan çıkıp devrilince, saklanan bedeviler bir yandan devrilen trendeki askerlerimizi öldürüyorlar, bir yandan da Padişahımızın bize gönderdiği erzakı yağmalıyorlarmış.

Bizimkiler bozulan rayları canla başla çalışıp tamir ederken, bu defa Araplar başka bir yerini tahrip ediyorlarmış. Tamir için giden ekiplerimize de çok saldırı olmuş; çok zayiat verilmiş. Bedeviler bir askerimizi yakaladıklarında, onun üstünü başını arayıp para bulamayınca “Parayı ne yaptın?” diye soruyorlar, bizim askerimiz de harcadığını ifade için, az Arapçasıyla ağzını gösteriyor ve “Yedim” diyormuş. Bu “Yedim” lafından Araplar, parayı askerin yuttuğunu sanıp, hemencecik, orada, askerimizin canlı canlı karnını yarıp midesinde ve bağırsaklarının içinde altın akçe arıyorlarmış. Pek çok askerimizi böylece parçaladılar.

·       Vah benim Anadolu’mun garip ceylanları, Mehmetleri vah! Onlar orada “din kardeşleri” tarafından katledilirken, onların yolunu gözleyen ihtiyar analar-babalar, yavrular, Ayşeler-Fatmalar da Ermeni ve Rum çetelerinin elinde tecavüzlere uğruyorlar, fırınlarda yakılıyorlardı...

Vah ki ne vah! Daha neler neler! Anlatmakla tükenmez oğlum…

“Allah’ın Resûlüne arkamı dönemem”

“Ne erzak, ne silah, ne de bir haber,/ Dersaadet, hâlimizden bîhaber./ Nihayet ulaştı ferman-ı âli,/ Lâkin derde deva değil; zehir içmekten beter!”

·       Fahrettin Paşa, Padişah’a ne cevap verdi? Askeri geri çekti mi?

Hayır, çekmedi. Paşa, Padişah’a şöyle haber gönderdi: “Padişahım! Ben burada askerimle birlikte hurma çekirdeği yer, yine de askerimi çekmem. Ben Allah’ın Resulüne arkamı dönemem. Mekke’ye, Medîne’ye, bu mübârek topraklara arkamı dönüp çekilemem. Mekke’yi de alacağım!”

O sırada Araplar Mekke’yi ele geçirmişler, askerlerimizi esir almışlar, Paşamızı da bir katırın arkasına bağlayıp sokaklarda sürüklemişler. Askerimizin çoğunluğu ise kalede mahsur kalmış.

·       Paşa’nın adı, “Galip Paşa”, değil mi? O sözde paşa o muameleyi de hak etmiş. Ben, Fahrettin Paşa’nın yaverliğini yapan Yüzbaşı Naci Kıcıman’ın hatıratından okumuştum. Bu Galip Paşa’yı Fahrettin Paşa, Şerif Hüseyin’e güvenmemesi, her an tedbirli olması için uyardığı hâlde, Galip Paşa, Şerif’le can ciğer bir münasebet içinde, onun sadakatinden son derece emin olarak, komutanı Fahrettin Paşa’nın ikazlarına hiç kulak asmadığı gibi, Şerif kaleyi muhasara edince hiçbir direniş göstermeden teslim oluvermiş. Fahrettin Paşa onun bu teslimiyetini duyunca çok müteessir olmuş ve “Ne olurdu birkaç okka kan akmasını göze alsaydı!” demiş. Şayet Galip Paşa akıllı ve dirayetli bir komutan olsaydı, Medîne’de sizin durumunuz çok daha iyi olabilir ve belki de savaşı kazanabilirdiniz…

Doğrudur oğlum, zaten iyisi de, kötüsü de baştaki komutanlardan çıkıyor. Asker her zaman verilen vazifeyi yaptı. Ne mahrumiyetler, ne sıkıntılar gördük de kimse arkasına bakmadı.

Hicaz Seferiye Komutanı Fahrettin Paşa, Medîne’de bulunuyordu. Biz cephede açtık, erzak namına hiçbir şey gelmiyordu…

·       Tamamen mi açtınız? Herhâlde yine de bir şeyler gelmiştir. Yoksa insan aç olarak yaşayabilir mi? Üstelik de savaşan askerlersiniz...

Hiçbir erzak gelmiyordu. Bir düşman öldürdüğümüzde hepimiz birden onun devesine saldırıyorduk. Deveyi keser, kasaturalarımızla et koparır, onunla karnımızı doyurmaya çalışır, fakat doyamazdık. Çünkü deveye o kadar çok asker saldırıyordu ki her asker, kendi pençesi büyüklüğünde bir parçayı ancak koparabiliyor ve onu derisiyle birlikte yiyordu. Deveden et koparma mücadelesi sırasında, “Elimi kestin!”, “Dikkat et!” haykırışlarıyla ortalık gürültüye boğulurdu.

Yine böyle açlıktan kırıldığımız bir gündü, bir deve ele geçirmiştik. Ben uzakta olduğum için biraz geç kalmıştım. Vardığımda, deve bir iskeletten ibaret kalmıştı. Karakuşun avını yedikten sonra arkasında bir iskelet bırakması gibi bir şeydi vaziyet. Kasaturamla iskeletin sağını solunu yokladım, nafile! Et namına hiçbir şey yok… Kemikler kasaturalarla adamakıllı sıyrılmıştı. Çaresizlik içinde devenin tabanındaki gönleri kestim.

Biz bu gönleri ayakkabılarımızın altına çakardık. Biz doğru dürüst altı sağlam ayakkabı giymedik, ayakkabılarımızın üstü sağlamdı, tabanı yoktu. Devenin tabanındaki gönleri kesince gördüm ki altında et de var. Onları keserek torbama koydum ve doğruca onbaşımın yanına gittim. “Onbaşım, geç kaldım ama ben diğerlerinden daha kazançlıyım” dedim. “Neden?” dedi. “Bak! Bu gönleri ayakkabımızın altına çakar, etleri de pişirir yeriz” dedim.

Düşmanın göremeyeceği bir tepenin arkasında ateş yakıp etleri pişirdik. Tuzumuz yoktu. Çölde çorak toprağın üzerinde bir kalkamak olurdu. Bunu kutulara koyarak tuz niyetine kullanırdık. Pişen etleri keskinleştirdiğimiz kasaturalarla parçalamaya çalıştıksa da bir türlü başaramadık. Kasaturanın kesmediğini dişimiz nasıl kesecekti? Etleri atamazdık, açtık. Taşların üzerine koyup, yine taşlarla vura vura ezdik. Et, kadayıf gibi tel tel oldu. Sonra bunları “tuzumuz”a batırıp yedik.

Daha sonra su içmek üzere karargâhın olduğu yere gittim. Orada bir kuyu vardı. Kuyuda su kalmamış, askerler kuyunun başına toplanmış hâlde su bekliyorlardı. Kuyunun dibine adam indirmişler, alttan su çıkar ümidiyle dipteki çamuru kazıyıp dışarı atıyorlardı. Fakat kuyunun suyu tabandan değil de bir kanal vasıtasıyla ilerideki bir dağdan gelmekte olduğundan, su ancak yağmur yağdığında birikiyordu. Yağmur yağmadığı için su da yoktu. Su çıkmayınca, askerler olarak çıkarılan balçığa hücum ettik. Teneke teneke çıkarılan çamuru kapıştık. Kapabildiğimiz kadar çamuru bir çaputun içine koyuyor, bezin dışından çamurun suyunu emiyorduk. Çaputun içindeki balçığı iyice sömürdüğümüz için, emdikten sonra attığımız çamur, nefesimizin hararetinden tıkır tıkır, kupkuru bir hâle gelmiş oluyordu.

Bu attığımız kurumuş çamurun içinde, bakıyorduk ki bir sürü solucan ve böcek var. Böceğe, solucana falan hiç aldırdığımız yoktu da, bizim sıkıntımız, emebilecek kadar çamur bulamamaktı.


·       İnanılır gibi değil!

Çöllerde yaşadığımız hayat böyleydi. Dile kolay! Yedi sene çöllerde bu şekilde askerlik yaptım. Şimdikiler askerlik yapmıyorlar, yaşıyorlar. Porselen tabaklarda nefis yemekler yiyorlar da, yine de babalarından para, lokantada yemek istiyorlar. Benim sana burada anlattıklarım, yaşadığımızın binde biri bile değil oğlum!

·       Daha sonra yurda döndüğünüze göre, temiz ve bol suya kavuştuğunuzda neler hissettiniz?

Ha, evet, ta o zaman ahdetmiş, “Allah’ım! Eğer bir gün köyüme dönmek nasip olursa, ‘Sülüklü Çeşmesi’nin önündeki çamurların içinden, sığırların ayak izlerinin içinde biriken sulardan doya doya içeceğim!” diye kendi kendime söz vermiştim.

·       Ahdinizi yerine getirdiniz mi?

Evet, getirdim. Yüce Rabbim öldürmeyince öldürmüyor, başımdan ne dertler ve sıkıntılar geçti de ölmedim. Yedi sene sonra köyüme döndüğümde, bu vaadimi yerine getirdim. Çeşmenin başındaki genç kızlar-kadınlar benim kendilerinden utandığım için çeşme başına gelip su içmediğimi sandılar. Ne bilsinler! “Emmi! Gel buradan iç, o su pis, içilmez!” diye bağırdılar. “Yok bacım! Verilmiş bir sözüm vardı, onun için buradan içiyorum” dedikten sonra hikâyemi onlara uzun uzun anlattım.

 

Gazi Hacı Mehmet amcam, evinin damını tamir ederken düşmüş, kolu kırılmış. Ama başı her zamanki gibi dik, bakışları canlı...

***

·       Savaş dört yıl sürdü. Siz yedi sene çölde askerlik yaptığınızı söylüyorsunuz. Bu nasıl oluyor?

Anlatacağım…

Evet, çölde yedi senem geçti. Memleketten haber yoktu. Memleketimin kuşları bu çöllerin üzerinden uçmuyordu. Kuş uçmuyor, kervan geçmiyordu. Memleket hasreti, yakınlarımızın hasreti bizi yakıp kavuruyordu. Onlardan, oralardan hiçbir haber alamıyorduk. Hacca gitmek de nasip olmamıştı. Acaba gidebilecek miydim? Hiçbir ümit ışığı görünmüyordu. Peygamber Efendimizi ziyaret etmeyi, O’nun mübârek kabrine yüz sürmeyi Rabbim nasip etmişti. Onun için hamd-ü sena ediyor, teselli buluyordum. Ama, “Buraya kadar gelmişken, Beytine yüz süremeden ölürsem…” diye tasalanıyordum. Yüreğimi yakan bir başka hasret de buydu.

(Devam edecek…)