“Sakın terk-i edepten, kuy-i mahbub-i Huda’dır bu./
Nazargâh-ı İlâhîdir, Mâkâm-ı Mustafa’dır bu.” (Nâbî)
***
HACI Mehmet
Kılıç, benim büyük amcamdı. Kendisi yüz yaşına yakın yaşadı. Ölünceye kadar
aklî melekesini ve hafızasını hiç kaybetmedi. Medîne Müdafaası ve Millî
Mücadele’de yaşadıklarını en ince ayrıntısına kadar hatırlar, anlatırken sanki
olayları yaşıyor gibi heyecanlanır, bazen gözyaşlarını tutamazdı. Parça parça
defalarca dinlediğim hikâyesini, bir defasında baştan sona anlattırarak kayda
almıştım. Onun bu hatırasını kaynak belge olarak son derece önemli sayıyorum.
Medîne Müdafaası hakkında
iki değerli kaynak eser varsa da, her iki eserin de müellifi subaydır. Bir
neferin ağzından bu elimizdekinden başka bir hatıra var mıdır, bilmiyorum;
ancak olduğunu hiç sanmıyorum. Çünkü sağ olarak evine dönebilen bir başka
Medîne neferinin olduğunu sanmıyorum da ondan. Bunun da sebebi, tamamı
İngilizlerin eline esir düşmüş olan askerlerin Mısır’a götürülüp asit
havuzlarına sokularak kör edildiği ya da şehit edilmiş olduklarıdır.
Sadece Er Mehmet, bir
yolunu bularak İngiliz esaretine düşmemiş, bilâhare vatana dönmeye muvaffak
olmuş. Şimdi ikinci bölümde, Gazi Hacı Mehmet Kılıç’ın hikâyesini kendisinden
dinlemeye devam edelim…
***
Allah Resulünün huzurunda
“Ben Öksüz Mehmet’im, huzuruna geldim Efendim./ Boynum bükük, gözüm
yaşlı; istimdada geldim Efendim./ Öksüz koma gene beni ruz-i mahşerde,/ Gayri
bir hakkım vardır her hâl sancağının gölgesinde Efendim…”
·
Sonra…
Medine-i Münevvere’ye kadar götürüldük. Orada bizi
“Çiçek Kışlası” adındaki kışlaya yerleştirdiler. Bir müddet sonra orada eğitim
yapmaya, ara sıra da şehre çıkmaya başladık. İlk işim Resulullah’ı ziyaret edip
gözyaşları içinde kabrine yüz sürmek oldu.
Askere manga manga sıra
ile şehre çıkış izni veriyorlardı. Cuma günleri hep beraber Sevgili Efendimiz’in
mescidinde namaz kılar, dua ederdik. Kışlada da namaz kılardık. O zamanlar
şimdiki gibi değildi, herkes namazını kılardı. Komutanlarımız da namazlarını
kılarlar, Efendimiz’i ziyaret ederlerdi.
Askerin moralini yüksek
tutmak için bölüklere üçer beşer Kur’ân-ı Kerim dağıttılar. Okumasını bilenler
okurduk, diğerleri de dinlerlerdi.
·
Kur’ân okumanın, Kur’ân dinlemenin gerçekten
moralinizin yüksek tutulmasına bir faydası oluyor muydu?
Tabiî, tabiî… Sen ne diyorsun
oğlum, zaten bizi ayakta tutan, Allah yolunda olduğumuzdu! Eğer böyle olmamış
olsaydı, imkânı yok, o sıkıntılara, o mahrumiyetlere katlanılamazdı! İçimizden
az da olsa firar edenler yahut bedevinin karşısında sıkışınca teslim
oluverenler oldu. Bunlarınki, itikatlarının zayıflığından oldu hep. İnsan Allah
Kelâmı Kur’ân’ı dinleyince her şeyi unutuyor. Askerlikte en önemli şey
maneviyat ve disiplindir. Şimdi askeriyede Kur’ân okunmuyor mu? Oğlum, sen
askerî mekteplerde okudun, siz maneviyat için ne yapardınız?
·
Evet… Ben Askerî Lisede ve Harp Okulunda okurken,
bazen “moral geceleri” yapılırdı ama orada böyle manevî programlar olmazdı. Açık
saçık bir film gösterirler yahut şarkıcı-türkücü getirirlerdi, eğlence tertip
edilirdi. Bir defasında da dansöz oynatmışlardı. Şimdi nasıl oluyor, bilmiyorum…
Olmaz oğlum olmaz! Peygamber
ocağında olmaz! O kumandanlara söylemeli; savaş, askerin maneviyatıyla
kazanılır! Bunlar doğru şeyler değil.
Neyse… O günlerde bizim
hayatımızda Kur’ân ve hurma vardı. Medîne, bir hurma ağaçları şehriydi. Bize
kışlada bol bol hurma verdiler, fakat bu kadar çok hurma bizleri hasta etti. Sonunda
hurma yemeyi yasakladılar.
Şerif Hüseyin… “Mekke’de bir şeyh varmış./ Peygamber
soyundanmış./ İngiliz, casus salmış,/ Şeyhi yoldan çıkarmış.”
***
“Şerif Hüseyin” namında bir
şeyh
·
Peki, ama o sırada o tarafta savaş yok muydu?
Orada, “Şerif Hüseyin”
namında bir şeyhin kabilesi vardı. Şeyh, Mekke’de otururdu. Ali, Abdullah,
Faysal ve Zeyd adında dört oğlu vardı. O sırada Şeyh’in bir İngiliz casusu ile
alâkalı olduğu tespit edildi. “Lavrens” adında bir İngiliz… İngilizlerin casus
göndermelerinin sebebi, bizimle Kanal’da savaşa hazırlanmalarıydı. Bu savaş
sebebiyle Şerif Hüseyin’i bize karşı kışkırtmak istiyorlardı. Komutanlarımız bu
komploları bize anlatıyorlardı…
Hikâye şöyle başlıyor:
Şerif Hüseyin’in Şam’da bir kardeşi var. Bir gün bu adamın evinde bizim Cemal
Paşa, bir tahkikat sırasında İngilizler tarafından gönderilmiş bir evrakı ele
geçiriyor. Paşa bu adamın idamına karar veriyor. İki gün sonra Şeyh’in kardeşi
idam edilecek. Bunun duyulması üzerine, oranın ileri gelen şeyhleri bir araya
gelerek Paşa’yı bir yemeğe davet ediyorlar. Paşa’nın yakınlarını, yaverlerini
de davet ediyorlar. Sofra kuruluyor, tam yemeğe başlanacağı sırada Paşa bir de
bakıyor ki, muhallebilerin üzerine baharatla “Af Paşam af!” yazılmış. Yani,
“Şeyhin kardeşini idam etme” demek istiyorlar. Peçetelerin üzerine de “Paşam,
Şerif’in kusuruna bakma, affını diliyoruz” diye yazmışlar. Bunun üzerine Paşa,
maiyetine emir veriyor: “Kimse yemek yemesin, herkes yerine!” Ertesi günü
Şerif’in kardeşini çarşının ortasında asılmış olarak görüyorlar. Yani Paşa,
“Bizim emrimizi dinlemeyen böyle olur, bizim emrimiz emirdir!” demek istiyor.
Bu hâdise İngilizlerin
ekmeğine yağ sürdü. Lavrens, bu olaydan istifade etmek için Şerif Hüseyin’le
temas kurdu. Şerif Hüseyin o sırada henüz kral değildi, şerifti. Lavrens, Şerif
Hüseyin’e, “Bak, kardeşini astılar! Şimdi sıra sana geldi, oğullarına geldi. Senin
oğulların erkân-ı harp (kurmay) olduğu hâlde Türkler onlara paşalık vermiyorlar”
(diyor).
Şerif Hüseyin’in
oğullarının dördü de zabit (subay) okulunda okumuşlar ve Türkçeyi biliyorlardı.
Yani bizim ordumuzun zabitleriydi. Lavrens, Şerif’e, “Oğullarının hepsi hem
Arapça, hem de Türkçe biliyorlar. Eliniz silah tutarken çabuk olun! Biz
oğullarının hepsine paşalık vereceğiz. İngiliz lirası, bir teneke İngiliz
lirası vereceğiz. Askerlerini toplasınlar, Türklere karşı koysunlar” (diyor). İngilizler
Şerif’e bunu kabul ettiriyorlar. Yani İngilizler, Şerif’i Osmanlı’ya karşı
parayla satın alıyorlar. Şerif oğullarını topluyor ve durumu onlara anlatıyor.
Oğullarına paşa olacaklarını ve paşa maaşı alacaklarını söylüyor. Kendisi de
yattığı yerde bir sürü para alacak...
Bunun üzerine Şerif’in
oğulları, ordudaki Arap askerlere gizlice haber salıyorlar. O zamanlar Araplar
da Osmanlı ordusunda hizmet görüyorlardı, karışıktık. Arap askerlere,
İngilizlerin kendilerine ayda 6 sarı lira maaş vereceklerini, bu parayla
istedikleri gibi geçinebileceklerini söylüyorlar. İngilizlerin Arap askerlere
vereceği şeyler sadece bundan ibaret değil. Kahve ve kutularla konserve de var.
“Tâ İstanbul’dan erzak gelecek diye bekleyip durmanıza lüzum kalmayacak,
İngilizler sizi gıcır gıcır elbiselerle de donatacaklar” (diyor). İşte böyle
vaatlerle Arap askerlerini kandırıyorlar. Daha sonra Padişah’a diyorlar ki,
“Biz bir Arap ordusu teşkil edelim, böyle olmuyor. Arap askerleri Türkçeyi bile
bilmiyorlar. ‘Gel’ denince geliyorlar, ‘Git’ denince gidiyorlar, hepsi bu
kadar. Ordunun işlerini aksatıyorlar. Bu sebepten, Arapları ayıralım, bize
top-tüfek verin, biz İngilizlerle yalnız başımıza başa çıkabiliriz”.
Şerif Hüseyin ve oğulları Faysal (ortadaki)
ile Abdullah (şimdiki Ürdün Kralı Abdullah’ın büyük dedesi)… Şerif Hüseyin,
Osmanlı idaresinde Mekke Emiri iken, İngilizler kendisine bütün Arabistan’ın
krallığını vaat ederek devletimize karşı isyan ettirdiler. Savaş sonunda
İngilizler verdikleri sözü tutmayarak, Ürdün ve Irak’ta birer devletçik
kurdurarak, Irak’ın başına oğullarından Faysal’ı, Ürdün’ün başına da Abdullah’ı
kendilerine bağlı olmak üzere kral tayin ettiler. Buna kızan Şerif Hüseyin,
İngilizlere kafa tuttu ve kendisini halife ilân etti. İngilizler de ona karşı İbn-i
Suud kabilesini destekleyerek onu Kıbrıs’a sürdüler. Oğul Kral Abdullah da,
1951 senesinde, yine İngilizler tarafından öldürtüldü. Yerine oğlu, şimdiki
Kral Abdullah’ın dedesi Tallal geçti. Faysal ise, önce Suriye Kralı ilân
edildiyse de oradan Fransızlarca kovuldu. Bunun üzerine İngiliz mandası altında
Irak’a kral yapıldı. 1933’de öldü.
***
Padişah bu isteklere
“Olur” diyor. Bu izin üzerine Şerif’in dört oğlunun her biri ayrı birer ordu
kuruyor. Biri Medîne’de, bir diğeri Şam’da, diğerleri de başka yerlerde… Bunlar
o zaman bizden silah da almışlardı. Bize yani Osmanlı’ya, “Biz Kanal’a,
İngilizlerin üstüne önden giderek saldıralım, arkadan da siz gelin” dediler. Bütün
bunları, başımızdaki komutanlarımız bize anlatıyorlardı. Şerif’in bizim Medîne’deki
oğlu Abdullah Paşa idi. Bu Abdullah’ı daha sonraları Ürdün’de vurdular. Arapların
kendileri tarafından vurulup öldürüldü. Son zamanlarında Filistin taraflarında
paşa olarak görevliydi. Dediler ki, “Sen İsrail tarafından asker toplayıp bizim
üstümüze saldırtacaksın, sen nasıl Müslümansın?!”. Bu gerekçeyle vurdular. Araplar,
parayı kim verirse o tarafın adamı oluyorlardı.
Arap’ın oyunu
“Halife’nin ordusu Harem önünde durdu,/ Topu tüfeği
tekmil, karargâhını kurdu./ İngiliz’i beklerken, hiç hesapta yok iken,/ Şeyh
tuzağını kurdu, Arap arkadan vurdu.”
·
Evet… Medîne’deki Abdullah Paşa’nın kurduğu Arap
ordusunun yaptıklarından bahseder misiniz efendim?
“İngilizlerle harbe
gidiyoruz” diyerek harekete geçtiler. Medîne yakınlarındaki “Ali” adlı kuyunun
civarında karargâh kurdular. Çadırları, Padişah’ın izniyle bizden aldıkları
cebel topları, silahları, hepsi yanlarında… Bir diğer Arap ordusu karargâhını
Şam’da, bir başkası da Halep civarında kurdu. Böylece karargâhlar güya
İngilizlere karşı kurulmuş oluyordu. Biz henüz İngilizlerle savaşa
tutuşmamıştık. Biz İngilizlerle hesaplaşmaya gelmiştik ama meğer bu kardeşler
birbirleri ile muhaverelilermiş (haberlilermiş). Karargâhlarını kurduktan
sonra, toplarının, tüfeklerinin namlularını bize çevirdiler. Bizden aldıkları
silahlarla Medîne’ye hücuma geçtiler. O zaman bize de “silah başına” emri
verildi, Araplarla harbe tutuştuk. Biz buraya İngilizlerle savaşmaya, Mukaddes
Toprakları kâfirlere karşı müdafaa etmeye gelmiştik.
Hayat, beklenmedik hâdiselerle
dolu. Burada hiç aklımıza gelmemişken karşımıza Araplar çıktı. Araplar “lü lü
lü” diye bağırarak bize karşı saldırıya geçtiler. Biz Türkler de “Allah Allah
Allah” nidalarıyla karşı saldırıya geçtik. Deniz, Medîne’ye üç günlük
mesafededir, onları denize kadar sürdük.
·
Komutanınız kimdi, hatırlıyor musunuz?
Medîne’deki Hicaz Seferiye
Komutanımız Fahrettin Paşa’ydı. Alay komutanımız Saadettin Paşa’ydı. Denize
ulaştığımızda, deniz gücümüz olmadığı için orada durmak zorunda kaldık. Yanbo
sahillerinde Araplar İngiliz deniz topçusunun gölgesine sığındılar. İngiliz
gemileri, üzerimize top ateşine başladılar. Yaklaşamıyorduk. Dağlarda
mevzilenmek zorunda kaldık. Üç yıla yakın, bu dağlarda onlarla savaştık. Erzakımız
Medîne’den develerle getiriliyordu. Fakat bu durumda da dağlardaki bedeviler
bizim erzak kafilesinin yolunu kesiyorlar, büyük dert açıyorlardı. Hem
erzakımıza el koyuyor, hem de erzak taşıyan askerlerimizi öldürüyorlardı. Beklerdik,
beklerdik, erzakımız bir türlü gelmezdi. O dağlarda hem Araplarla, hem
İngilizlerle ve hem de açlıkla savaştık.
“Çöl Kaplanı” Ömer Fahreddin (Türkkan) Paşa
(1868-1948), büyük mahrumiyetler içerisinde, Medîne-i Münevvere’yi İngiliz ve
Şerif Hüseyin kuvvetlerine karşı kahramanca ve dirayetle savunan büyük komutandır.
Yüzü ne kadar nurlu, değil mi? Büyük Harbin kaybedilmesi üzerine Payitahtın
emrine rağmen teslim olmayı reddederek üç ay kadar daha savaştı. Arap asıllı
kendi subaylarının ihaneti ve onların eliyle enterne edilerek İngilizlere
teslim edildi. Önce Mısır’a, daha sonra Malta’ya götürüldü. Esaretten
kurtulunca İtalya, Almanya, Rusya ve Azerbaycan yoluyla Anadolu’ya gelip Millî
Mücadele’ye katıldı. 1921’de Kâbil Büyükelçiliğine atandı. 1936’da Korgeneral
rütbesiyle emekli oldu. 1948 yılında vefat etti. Vasiyeti üzerine Rumelihisarı
kabristanına defnedildi. Türk askerine
“Mehmetçik” adını o vermiştir. Atatürk onu, “Sağlığında adını tarihe altın
harflerle yazdıran komutan” olarak tarif etmiştir.
***
Hududu bırakarak geri
çekilmek olmazdı. Padişah, Fahrettin Paşa’ya, “Askerimizi geri çek Paşa! Çünkü
ben sana erzak gönderemem, her taraf düşmanlarımızın elinde. Sana silah, asker
potini yetiştiremem, askerini çek” diye haber gönderiyordu. Araplar tren
yollarımıza ip bağlayıp develere çektiriyorlar, İstanbul’dan gelmekte olan tren
raydan çıkıp devrilince, saklanan bedeviler bir yandan devrilen trendeki
askerlerimizi öldürüyorlar, bir yandan da Padişahımızın bize gönderdiği erzakı
yağmalıyorlarmış.
Bizimkiler bozulan rayları
canla başla çalışıp tamir ederken, bu defa Araplar başka bir yerini tahrip
ediyorlarmış. Tamir için giden ekiplerimize de çok saldırı olmuş; çok zayiat
verilmiş. Bedeviler bir askerimizi yakaladıklarında, onun üstünü başını arayıp
para bulamayınca “Parayı ne yaptın?” diye soruyorlar, bizim askerimiz de
harcadığını ifade için, az Arapçasıyla ağzını gösteriyor ve “Yedim” diyormuş. Bu
“Yedim” lafından Araplar, parayı askerin yuttuğunu sanıp, hemencecik, orada,
askerimizin canlı canlı karnını yarıp midesinde ve bağırsaklarının içinde altın
akçe arıyorlarmış. Pek çok askerimizi böylece parçaladılar.
·
Vah benim Anadolu’mun garip ceylanları, Mehmetleri
vah! Onlar orada “din kardeşleri” tarafından katledilirken, onların yolunu
gözleyen ihtiyar analar-babalar, yavrular, Ayşeler-Fatmalar da Ermeni ve Rum çetelerinin
elinde tecavüzlere uğruyorlar, fırınlarda yakılıyorlardı...
Vah ki ne vah! Daha neler
neler! Anlatmakla tükenmez oğlum…
“Allah’ın Resûlüne arkamı
dönemem”
“Ne erzak, ne silah, ne de bir haber,/ Dersaadet,
hâlimizden bîhaber./ Nihayet ulaştı ferman-ı âli,/ Lâkin derde deva değil;
zehir içmekten beter!”
·
Fahrettin Paşa, Padişah’a ne cevap verdi? Askeri geri
çekti mi?
Hayır, çekmedi. Paşa,
Padişah’a şöyle haber gönderdi: “Padişahım! Ben burada askerimle birlikte hurma
çekirdeği yer, yine de askerimi çekmem. Ben Allah’ın Resulüne arkamı dönemem. Mekke’ye,
Medîne’ye, bu mübârek topraklara arkamı dönüp çekilemem. Mekke’yi de alacağım!”
O sırada Araplar Mekke’yi
ele geçirmişler, askerlerimizi esir almışlar, Paşamızı da bir katırın arkasına
bağlayıp sokaklarda sürüklemişler. Askerimizin çoğunluğu ise kalede mahsur
kalmış.
·
Paşa’nın adı, “Galip Paşa”, değil mi? O sözde paşa o
muameleyi de hak etmiş. Ben, Fahrettin Paşa’nın yaverliğini yapan Yüzbaşı Naci
Kıcıman’ın hatıratından okumuştum. Bu Galip Paşa’yı Fahrettin Paşa, Şerif
Hüseyin’e güvenmemesi, her an tedbirli olması için uyardığı hâlde, Galip Paşa,
Şerif’le can ciğer bir münasebet içinde, onun sadakatinden son derece emin
olarak, komutanı Fahrettin Paşa’nın ikazlarına hiç kulak asmadığı gibi, Şerif kaleyi
muhasara edince hiçbir direniş göstermeden teslim oluvermiş. Fahrettin Paşa
onun bu teslimiyetini duyunca çok müteessir olmuş ve “Ne olurdu birkaç okka kan
akmasını göze alsaydı!” demiş. Şayet Galip Paşa akıllı ve dirayetli bir komutan
olsaydı, Medîne’de sizin durumunuz çok daha iyi olabilir ve belki de savaşı
kazanabilirdiniz…
Doğrudur oğlum, zaten
iyisi de, kötüsü de baştaki komutanlardan çıkıyor. Asker her zaman verilen
vazifeyi yaptı. Ne mahrumiyetler, ne sıkıntılar gördük de kimse arkasına bakmadı.
Hicaz Seferiye Komutanı
Fahrettin Paşa, Medîne’de bulunuyordu. Biz cephede açtık, erzak namına hiçbir
şey gelmiyordu…
·
Tamamen mi açtınız? Herhâlde yine de bir şeyler
gelmiştir. Yoksa insan aç olarak yaşayabilir mi? Üstelik de savaşan
askerlersiniz...
Hiçbir erzak gelmiyordu. Bir
düşman öldürdüğümüzde hepimiz birden onun devesine saldırıyorduk. Deveyi keser,
kasaturalarımızla et koparır, onunla karnımızı doyurmaya çalışır, fakat
doyamazdık. Çünkü deveye o kadar çok asker saldırıyordu ki her asker, kendi
pençesi büyüklüğünde bir parçayı ancak koparabiliyor ve onu derisiyle birlikte
yiyordu. Deveden et koparma mücadelesi sırasında, “Elimi kestin!”, “Dikkat et!”
haykırışlarıyla ortalık gürültüye boğulurdu.
Yine böyle açlıktan
kırıldığımız bir gündü, bir deve ele geçirmiştik. Ben uzakta olduğum için biraz
geç kalmıştım. Vardığımda, deve bir iskeletten ibaret kalmıştı. Karakuşun avını
yedikten sonra arkasında bir iskelet bırakması gibi bir şeydi vaziyet.
Kasaturamla iskeletin sağını solunu yokladım, nafile! Et namına hiçbir şey yok…
Kemikler kasaturalarla adamakıllı sıyrılmıştı. Çaresizlik içinde devenin
tabanındaki gönleri kestim.
Biz bu gönleri
ayakkabılarımızın altına çakardık. Biz doğru dürüst altı sağlam ayakkabı
giymedik, ayakkabılarımızın üstü sağlamdı, tabanı yoktu. Devenin tabanındaki
gönleri kesince gördüm ki altında et de var. Onları keserek torbama koydum ve
doğruca onbaşımın yanına gittim. “Onbaşım, geç kaldım ama ben diğerlerinden
daha kazançlıyım” dedim. “Neden?” dedi. “Bak! Bu gönleri ayakkabımızın altına
çakar, etleri de pişirir yeriz” dedim.
Düşmanın göremeyeceği bir
tepenin arkasında ateş yakıp etleri pişirdik. Tuzumuz yoktu. Çölde çorak
toprağın üzerinde bir kalkamak olurdu. Bunu kutulara koyarak tuz niyetine
kullanırdık. Pişen etleri keskinleştirdiğimiz kasaturalarla parçalamaya
çalıştıksa da bir türlü başaramadık. Kasaturanın kesmediğini dişimiz nasıl
kesecekti? Etleri atamazdık, açtık. Taşların üzerine koyup, yine taşlarla vura
vura ezdik. Et, kadayıf gibi tel tel oldu. Sonra bunları “tuzumuz”a batırıp
yedik.
Daha sonra su içmek üzere
karargâhın olduğu yere gittim. Orada bir kuyu vardı. Kuyuda su kalmamış, askerler
kuyunun başına toplanmış hâlde su bekliyorlardı. Kuyunun dibine adam
indirmişler, alttan su çıkar ümidiyle dipteki çamuru kazıyıp dışarı
atıyorlardı. Fakat kuyunun suyu tabandan değil de bir kanal vasıtasıyla
ilerideki bir dağdan gelmekte olduğundan, su ancak yağmur yağdığında
birikiyordu. Yağmur yağmadığı için su da yoktu. Su çıkmayınca, askerler olarak çıkarılan
balçığa hücum ettik. Teneke teneke çıkarılan çamuru kapıştık. Kapabildiğimiz
kadar çamuru bir çaputun içine koyuyor, bezin dışından çamurun suyunu
emiyorduk. Çaputun içindeki balçığı iyice sömürdüğümüz için, emdikten sonra
attığımız çamur, nefesimizin hararetinden tıkır tıkır, kupkuru bir hâle gelmiş
oluyordu.
Bu attığımız kurumuş çamurun içinde, bakıyorduk ki bir sürü solucan ve böcek var. Böceğe, solucana falan hiç aldırdığımız yoktu da, bizim sıkıntımız, emebilecek kadar çamur bulamamaktı.
·
İnanılır gibi değil!
Çöllerde yaşadığımız hayat
böyleydi. Dile kolay! Yedi sene çöllerde bu şekilde askerlik yaptım. Şimdikiler
askerlik yapmıyorlar, yaşıyorlar. Porselen tabaklarda nefis yemekler yiyorlar
da, yine de babalarından para, lokantada yemek istiyorlar. Benim sana burada
anlattıklarım, yaşadığımızın binde biri bile değil oğlum!
·
Daha sonra yurda döndüğünüze göre, temiz ve bol suya
kavuştuğunuzda neler hissettiniz?
Ha, evet, ta o zaman
ahdetmiş, “Allah’ım! Eğer bir gün köyüme dönmek nasip olursa, ‘Sülüklü Çeşmesi’nin
önündeki çamurların içinden, sığırların ayak izlerinin içinde biriken sulardan
doya doya içeceğim!” diye kendi kendime söz vermiştim.
·
Ahdinizi yerine getirdiniz mi?
Evet, getirdim. Yüce
Rabbim öldürmeyince öldürmüyor, başımdan ne dertler ve sıkıntılar geçti de
ölmedim. Yedi sene sonra köyüme döndüğümde, bu vaadimi yerine getirdim. Çeşmenin
başındaki genç kızlar-kadınlar benim kendilerinden utandığım için çeşme başına
gelip su içmediğimi sandılar. Ne bilsinler! “Emmi! Gel buradan iç, o su pis,
içilmez!” diye bağırdılar. “Yok bacım! Verilmiş bir sözüm vardı, onun için buradan
içiyorum” dedikten sonra hikâyemi onlara uzun uzun anlattım.
Gazi Hacı Mehmet amcam, evinin damını tamir ederken
düşmüş, kolu kırılmış. Ama başı her zamanki gibi dik, bakışları canlı...
***
·
Savaş dört yıl sürdü. Siz yedi sene çölde askerlik
yaptığınızı söylüyorsunuz. Bu nasıl oluyor?
Anlatacağım…
Evet, çölde yedi senem
geçti. Memleketten haber yoktu. Memleketimin kuşları bu çöllerin üzerinden
uçmuyordu. Kuş uçmuyor, kervan geçmiyordu. Memleket hasreti, yakınlarımızın
hasreti bizi yakıp kavuruyordu. Onlardan, oralardan hiçbir haber alamıyorduk. Hacca
gitmek de nasip olmamıştı. Acaba gidebilecek miydim? Hiçbir ümit ışığı
görünmüyordu. Peygamber Efendimizi ziyaret etmeyi, O’nun mübârek kabrine yüz
sürmeyi Rabbim nasip etmişti. Onun için hamd-ü sena ediyor, teselli buluyordum.
Ama, “Buraya kadar gelmişken, Beytine yüz süremeden ölürsem…” diye
tasalanıyordum. Yüreğimi yakan bir başka hasret de buydu.
(Devam edecek…)