22 KASIM (2021), tarihi, düşmanı
İngilizler tarafından “Çöl Kaplanı” adıyla anılan şanlı Medîne Savunması’nın
büyük komutanı Ömer Fahreddin Paşa’nın 73’üncü ölüm yıldönümüdür.
Milletleri
büyük yapan, bağrından çıkardığı kahramanlarıdır. Büyük milletler
kahramanlarını unutmaz, gelecek nesillere model olması için onların
hatıralarını daima canlı tutarlar. Geçmişini bilmeyen milletin geleceği olmaz.
Medîne
Müdafaası’nı ve Fahreddin Paşa’yı bugün milletimizin acaba yüzde kaçı biliyor?
İngilizlerin kendi ifadeleri ile “tarihlerindeki en alçaltıcı yenilgi”yi onlara
yaşatan Kutü’l-Amare zaferinin komutanı Halil Paşa’yı gençlerimiz biliyorlar
mı? Dünyaya kahramanlığı ve zaferleriyle nam bırakan büyük Fransız İmparatoru
Napolyon Bonapart’ı Akka’da mağlûp eden Cezzar Ahmet Paşa’yı hiç duyduk mu?
Devletimiz
o komutanların ve onların kahraman askerlerinin hatırasına acaba neden sahip
çıkmıyor? Okul kitaplarında yabancıların kahramanlarına yer verilirken, kendi
öz değerlerimize neden yer verilmiyor?
Ben
burada kendi çapımda bu seleflerimize karşı naçiz bir vefa görevi olarak Medîne
Müdafaası’nda Fahreddin Paşa’yı ve onun “Mehmetçik” adını verdiği çölün kızgın
kumlarına düşen aslanlarını, “Çöl Destanı”nı yazan bu Anadolu yavrularını
anacak ve bir nebze de olsa yeni nesillere onları tanıtmaya çalışacağım.
Hikâyemi
resmi bir tarih üslubuyla değil, tabir caizse kılcal damarlarına kadar içinde
bulunarak nefes nefes bu çetin mücadeleyi baştan sona yaşayan bir neferin
ateşten anlatımıyla sunacağım…
Hacı
Mehmet Kılıç, benim büyük amcamdı. Kendisi yüz yaşına yakın yaşadı. Ölünceye
kadar aklî melekesini ve hafızasını hiç kaybetmedi. Medîne Müdafaası ve Millî
Mücadele’de yaşadıklarını en ince ayrıntısına kadar hatırlar, anlatırken sanki
olayları yaşıyor gibi heyecanlanır, bazen gözyaşlarını tutamazdı. Parça parça
defalarca dinlediğim hikâyesini, bir defasında baştan sona anlattırarak kayda
almıştım.
Onun
bu hatırasını kaynak belge olarak son derece önemli sayıyorum. Medîne Müdafaası
hakkında iki değerli kaynak eser varsa da, her iki eserin de müellifi subaydır.
Bir neferin ağzından bu elimizdekinden başka bir hatıra var mıdır, bilmiyorum;
ancak olduğunu hiç sanmıyorum. Çünkü sağ olarak evine dönebilen bir başka Medîne
neferinin olduğunu sanmıyorum da ondan. Bunun da sebebi, tamamı İngilizlerin
eline esir düşmüş olan askerlerin Mısır’a götürülüp asit havuzlarına sokularak
kör edildiği ya da şehit edilmiş olduklarıdır.
Sadece
Er Mehmet, bir yolunu bularak İngiliz esaretine düşmemiş, bilâhare vatana
dönmeye muvaffak olmuş.
Şimdi
buyurun, Gazi Hacı Mehmet Kılıç’ın hikâyesini kendisinden dinleyelim
***
Gazi
Hacı Mehmet Kılıç, ileri yaşına rağmen bedenen ve zihnen son derece dinç, millî
duygularla doluydu. Üniformasını giymekten çok hoşlanır, bütün millî bayramların
törenlerine hem Mersin’de, hem de Adana’da iştirak ederdi. Türk milletinin
üstünlüğüne inanır, Türk olmaktan büyük gurur duyardı.
Bir garip Mehmet
“Öksüz Mehmet on
dokuz yaşındaydı,/ Ayağında çarığı, çiftinin başındaydı./ Bir kuşluk vakti
zaptiyeler geldiler./ Sürdüler meçhule onu, ‘Haydi yürü!’ dediler.”
· Efendim, köyünüzde başlayıp İzmir Kadifekale’de sona
eren hayat hikâyenizi bize anlatır mısınız?
Tabiî
oğlum! Sen de biliyorsun, ben Mersin’in Gülnar kazasının Gezende köyünde
doğdum. Tevellüdüm 313’tür. Beni askere aldıkları zaman 19 yaşındaydım. O zaman
devletin başında Sultan Reşat vardı. Bir gün, yeşil elbiseli zaptiyeler
köyümüze geldiler, beni ve benimle beraber diğer 313 tevellütlü olanları alıp
kazaya, Gülnar’a götürdüler. Orada birkaç gün kaldıktan sonra yaya olarak
Silifke’ye gönderdiler. Toplam yüz kişi kadardık. Ayaklarımızda çarıklarımız
vardı. Yolda zaptiyeler bizi kırbaçlıyorlardı. Hatırladığım kadarıyla 1332-1333
seneleriydi…
· Peki, sizi askere aldıklarında giyecek ve yiyecek
vermediler mi?
Hiçbir
şey vermediler. Giyeceğimizi de, yiyeceğimizi de kendimiz temin etmiştik.
Silifke’de iki gün kaldık. Orada bize yeni katılanlar da oldu, sayımız üç yüz
kişiyi buldu. Oradan gene yaya olarak Mersin’e doğru yola koyulduk.
Gezende
köyünün bugünkü görüntüsü
· Yani 150 kilometre yolu ayağınızda çarıklarla yaya
olarak gidiyorsunuz?
Evet,
yaya olarak… Kaç kilometre olduğunu bilmiyorum, yolculuğumuz üç gün sürdü. Geceleri
yatıyor, gündüzleri tek sıra hâlinde yürüyorduk. O zaman biz otomobilin adını
bile bilmiyorduk. Bazen geceleri de yürüyorduk. Gündüzler çok sıcak oluyordu.
Sıcak iyice bastığında bir subaşında yatıyor, ikindi serinliğinde tekrar yola
koyuluyorduk. Sıcak memleket… Bazen yollarda firara kalkışanlar da oluyordu. Etrafımızdaki
zaptiyeler, firar edenler yüzünden kimi zaman bizleri de kırbaçlıyorlardı.
Mersin’e
varınca, bizi bir yere doldurdular. Üst üste yatıyorduk. Kimse kaçmasın diye
sıkı emniyet tedbirleri almışlardı.
Ertesi
günü tekrar Adana’ya doğru yola koyulduk. O zamanlar şimdiki gibi yol yoktu. Derelerden
tepelerden, tarlalardan geçerek gidiyorduk. Zaptiyeler atlı, bizler yaya olarak
gidiyorduk ve bizi kırbaçlıyorlardı. Ben ve arkadaşlarım, bizler yayla çocuğu
olduğumuzdan, Çukurova’nın sıcağına dayanamıyorduk. Nerede bir su birikintisi
görsek hemen oraya hücum ediyorduk. Yol boyunca çamurlu, böcekli pis suları içe
içe Adana’ya vardık.
Adana
o zaman vilâyet; Mersin ise Adana’ya bağlı sancak durumundaydı. Adana’da
hepimizi Yağ Cami’ye doldurdular. Başka yerlerden gelenlerle sayımız epeyce
arttı. Orada 10-15 gün kadar kaldık. Perişandık. Üstümüzde başımızda, hatta
duvarlarda bitlerin yürüdüğünü görüyorduk. Üstümüzdeki elbiseler, köyden
çıkarken giydiklerimizdi. O uzun yolculuktan ve rezillikten sonra onların da
elbise denecek bir hâli kalmamıştı. Daha sonra bizi “Kumluk” diye bir yere
götürdüler. Şimdi orada askeriye var. İsimlerimizi yazdılar ve orada bize yemek
verdiler.
· O gün yediğiniz yemekleri hatırlıyor musunuz?
Evet…
Bulgur pilavı ve et… Sığır kesmişlerdi ve bulgur pilavının içinde topak topak
et vardı.
· Yine de iyi… Sizce de iyi değil mi? Size et
yedirebilmişler…
Evet,
öyle. Yemekten sonra geceleyin Ceyhan’a doğru yola çıktık. Ceyhan’a
vardığımızda yemeğimiz hazırdı. Daha önceden telefon etmişler, yemeğimizi
hazırlatmışlar. Bir gece de orada kaldık. Ertesi gün Gâvur dağlarına, ondan
sonra da Antep yoluna revan olduk. Artık, acıktığımız zaman yolda yemek üzere
tayın veriyorlardı. Simsiyah bir şeydi tayınlarımız. Asker olduğumuzu yavaş
yavaş anlamaya başlıyorduk.
· Yine yaya olarak mı gidiyordunuz?
Evet,
yaya olarak… O zaman Mersin’de, Adana’da tren yoktu. Şimdiki adı Fevzipaşa olan
yer ile Medîne arasında tren hattı varmış. O zaman Fevzipaşa’nın adı Keller’di.
İstasyonu kuran adamın başı kel olduğundan, oraya Keller demişler.
· Belki de istasyonu yapan Alman’ın adı Keller’di…
Bilmiyorum…
Belki orayı gâvurlar yapmışlardır. Evet, belki öyledir… Biz giderken
Gavurdağı’nda Ayramöte denilen bir tünel vardı. Almanlar orayı deliyorlardı. Orada
bir çeşme var, “Alman Pınarı” derler, bu çeşme şimdi bile duruyor. O gece Alman
Pınarı’na çıktık ve orada yattık. O dağ başında, açıkta sabahladık. Etrafımızdaki
askerler uyumuyor, kaçmamamız için nöbet tutuyorlardı. Ölüme götürülen
mahkûmlar gibiydik. Bizi böyle muhafaza ediyorlardı. O zaman, şimdiki gibi
tayyareler, helikopterler, cemseler yoktu. Şimdi askerlerimizin altında
tayyareler, cemseler, kamyonlar var, çok şükür.
Ah!
Şimdiki askerler yaşıyorlar. Kusura bakma, konuşamıyorum… (Gazi ağlıyor.) Şimdi
askerlik müddeti ne kadar?
· Bir, bir buçuk sene kadar…
Ne
mutlu! Evet, ben şimdi 95 yaşımdayım. Askere alsalar, bu rahatlıkla seve seve
askere giderim. Porselen tabaklardan güzel yemekler yiyerek savaşmak isterdim.
Şimdiki askerler babalarına mektuplar yazıp onlardan, “Ben askeriyenin yemeğini
yiyemiyorum” diyerek para istiyorlar. Lokantadan yiyeceklermiş. Babalarından,
“Çarşıya çıkamıyoruz” diyerek elbise istiyorlar. Biz yırtık elbiselerle çarşıya
çıkardık.
Neyse,
tekrar Alman Pınarı’na dönelim… Sabahleyin bizi sıraya dizdiler ve tekmil
aldılar. Arkasından yola koyulduk, Keller’e vardık…
· Yolda yine tek sıra olarak mı yürüyorsunuz?
Evet,
tek sıra… Dört beş yüz kişi tek sıra… Serbest yürümek yasaktı. Zaptiyeler bizi
ancak böyle kontrol edebiliyorlardı. Çünkü içimizden biri ormana daldığında
rahatlıkla kaçabiliyordu.
· Kaçan oldu mu?
Evet!
· Neden kaçıyorlar? Memleketin hâli belli değil mi?
Hiç
kimse harbe gitmekten kaçmıyor; rezillikten, zaptiye kırbacından kaçıyordu…
Keller’e
indiğimizde, kara vagonlar sıra sıra dizilmişlerdi. Vagonların şimdiki gibi
oturacak yerleri, koltukları yoktu. O kara vagonlara ellişer kişi hâlinde istif
edildik. Üst üste doldurulduğumuz hâlde askerin yarısı yine dışarıda kalmıştı. Amma
emir verilmişti bir kere, yerine getirilmesi lâzımdı. “Dışarıda kalanlar
vagonların üstüne binecek” dediler. Vagonların üstüne binecek olanlar sırt
sırta verip ayaklarını dışarıya doğru sallandıracaklardı. Müthiş, acayip bir
manzaraydı! Böyle bir şey, şimdi kimsenin aklına gelmez herhâlde…
· Tren hareket edince, vagonların üstündekiler
yuvarlanıp yere düşmezler mi?
Tedbir
olarak elimize bir ip verdiler. Bu ipten herkes sıkıca tutuyor, eğer bir
taraftan birisi düşme tehlikesi geçirirse, diğer taraftakiler ipi çekerek onu düşmekten
kurtarıyorlardı.
· Siz vagonun içinde miydiniz, üstünde mi?
Bazen
içinde, bazen de üstünde yolculuk ettim. Sıra ile yer değiştiriyorduk. Trenin
durduğu istasyonlarda, içerdekilerle yukarıdakiler yer değiştiriyordu.
· Allah Allah! İnanılır gibi değil! Peki, yolda hiç
tünel yok muydu? Tünelde yukarıdakiler ezilmez mi?
Evet,
ezilir. Ezilmese de dumandan boğulur. O zamanki trenler şimdiki gibi petrolle
çalışmazdı. Şimdiki motorlu tren bilinmezdi. Trenler, kömürle ya da odunla
çalışan buharlı trenlerdi. Onun için simsiyah duman çıkarırlardı.
Halep’e
varmadan bir tünele rastladık. Tren tünele girmeden durdu. Vagonların üstündeki
yüzlerce kişi indirildikten sonra tren, içindekileri tünelden geçirip onları
oraya boşalttıktan sonra geri gelip arkada kalanları da alıp götürdü. Tünel
çıkışında yine eski nizama göre tekrar istif edilip Halep’e öylece vardık. Bizi
şehre sokmadılar. Orada, Medîne’de savaş olduğu yolunda duyduğumuz haberler
bize her şeyi unutturdu. Çektiğimiz çileleri unuttuk. Savaşacağız, öldüreceğiz,
ölecek ve şehit olacağız… Düşündüğümüz başka bir şey yok! Sadece bunu
düşünüyoruz! Bir an önce gidelim diye içimizde bir heyecan, bir coşkunluk taşıp
duruyor…
· Bir tek Medîne’de mi savaş vardı?
Hayır,
Kanal’da da asker varmış, orada da cephe varmış ama savaş başlamış mı, oluyor
mu, bilmiyorduk. Fakat Medîne’de savaş olduğu haberi bizi çok heyecanlandırdı.
Allah’ın Resulü oradaydı…
· Sizin hangi cepheye gideceğiniz belli miydi? “Kanal”
dediğiniz yer neresi?
Hangi
cepheye gideceğimizi biz bilmiyorduk. Bildiğimiz tek şey, harbin devam ettiği
idi. Başka bir şey bilmiyorduk. Medîne’ye de gidebilirdik, Kanal’a da
gidebilirdik. “Kanal” dedikleri yer, Mısır tarafı, Süveyş Kanalı. Orada
İngilizler vardı.
Halep’te
yemek verdiler. Karavanalarımızı vagonların içine aldık. Hep bulgur pilavı ve
nohut yiyorduk. Pirincin adı bile yoktu o zamanlar. Bazen de etli nohut ve etli
fasulye veriyorlardı.
Yine
aynı şekilde bizi Şam’a götürdüler. Şam’da bir hafta kaldık. Daha sonra Şam’la
Halep arasında, “Dera” denilen bir yere götürdüler. Dera, yayla gibi havadar
bir yerdi. Orada çadırlar kuruldu, acemi talimine başladık. Birkaç bin kişi
idik. Başımızda zabitler, kumandanlar, ferikler vardı.
· Yani asıl askerlik orada başladı?
Evet…
Silah ve elbise verdiler.
· Ne tür silahlar?
Eski
silahlardı. Dolma veya Mavzer… Bizi her gün talime götürdüler. Bir ay, sabah-akşam
talim gördük. Daha sonra yaya olarak tren istasyonuna gittik, oradan trenle
tekrar Şam’a döndük. Şam’da bir kışlada 15-20 gün kadar gene talim yaptırdılar.
Tekrar trene bindik ve Dera yakınlarında bulunan bir makasa geldik. Yol orada
ikiye ayrılıyordu. Hattın biri Mısır’a, diğeri de Medîne-i Münevvere’ye
gidiyormuş. İki ay da orada talim gördük. Cem’an üç aylık bir talimden
geçirilmiş oluyorduk.
· Bu talimlerde çok şey öğrettiler mi?
Evet,
çok şey öğrettiler.
· Talimlerde size hakikî mermi kullandırdılar mı?
Evet,
talimler sonunda iyi birer nişancı olmuştuk.
Gazi
Hacı Mehmet Kılıç, “4 Ocak Mersin’in Kurtuluşu” törenlerine birlikte katıldığı
arkadaşlarının arasında. Önde, ayakta soldan ikinci; boynunda beyaz atkı olan.
Garip
Mehmet’in emeli
“Kendisi garipti
ya, pek yüceydi emeli,/ Menzil-i Mukaddese erişmekti hayâli./ Çünkü Mehmet idi
o, nesepsiz Memet değil;/ Yeşile vurulmuştu, kızıla tutsak değil…”
· Evet, talimler bitince nereye götürdüler sizi?
Oradan
nereye gideceğimizi bilmiyorduk. “Ah!” diyordum içimden, “Medîne’ye, Mekke’ye
gitsek de hacı olabilsem”… Köyümdeyken hep hacca gitmeyi hayâl ederdim. Her yıl
köyümüzden hacca gidenler oluyordu, onlara imrenirdim. Fakat babam fakirdi. “Hacca
gidemeyeceğim” diye kederlenirdim. Çocuktum ama haccın mânâsını çok iyi
biliyordum, mektepte öğretiyorlardı. Bizim köyde çocuklara “Efendi!” diye hitap
edilirdi. Mehmet Efendi, Ramazan Efendi gibi... İlim tahsil ediyorduk ve işte
biz çocuklara böyle hitap ediliyordu. Eskiden bizim köyümüzden asker ve vergi
alınmazdı.
· Allah Allah! Neden vergi ve asker alınmıyordu?
Eskiden
padişahlar ülkelerini at üstünde gezerlermiş. Padişahlardan birisinin yolu bir
seferinde bizim köye düşmüş. O zaman köyümüzde, müderrisleri ve talebeleriyle
ünlü bir medrese varmış. Padişah, müderrislerden birinin evinde misafir olmuş. Başlarındaki
sarıklarıyla okuyan talebelerin durumundan çok memnun kalan padişah, köyde âlim
yetişmesi için müderrise bir ferman bırakmış. Bu fermanda, köyümüzün
askerlikten ve vergiden muaf olduğu yazıyormuş. O tarihten beri bu mühürlü
ferman, asker ve vergi toplayan memurlara gösterilmiş ve ne vergi vermişler, ne
de askere gitmiş köylüler. Padişah emriyle, her sene köyden bir kişi İstanbul’a
gider, köydeki tahsil durumunun dökümünü padişaha sunar ve fermanı
tazelettirirmiş. Bu iş için İstanbul’a son olarak Deli Hüseyin Efendi gitmişti,
orada hastalanıp vefat etmiş. Kabri oradadır.
Bizim
köyde eskiden beri hemen hemen herkes okumuştur. Çevre köyler eskiden
çocuklarını okutmak için bizim köye gönderirler, bizim köyün bazı yetişkinleri
de kış mevsimini civar köylerde geçirerek orada çocukları ve yetişkinleri
okuturlardı. Bu düzen atalarımızdan, dedelerimizden böyle geldi. Bizim köyün,
bulunduğu bölgede önemli bir yeri vardı.
· Efendim, çocukluğunuzun hacı olma özleminden
bahsediyordunuz…
Evet…
Bir gün köy odasının yanındaki nar ağacından nar kopartıyordum. Yanıma
köyümüzden tanıdığım bir hacı amca geldi. Bu nar ağacı, sahipsiz, fisebilillah,
kendi kendine yetişmiş bir ağaçtı. Aksi hâlde, sahipli bir ağaçtan, meyvesi
başımıza dokunsa bile asla koparamazdık. Şeftali ağaçlarının altında meyveleri
çürürdü de hiçbir çocuk onlara el süremezdi. Anamız-babamız, başkalarının
malını almamamızı tembihlerler; hocalarımız, bunların haram olduğunu
öğretirlerdi. Bu ağaç sahipsiz olduğu için, bir nar da kopartıp Hacı’ya verdim.
Üstü başı yırtık, fakir bir adamdı Hacı. Ona, “Hacı Amca! Sen fakir bir
adamsın, hacca nasıl gittin? Fakirlerin hacca gitmesi caiz mi?” diye bir soru
sordum. “Yavrum Mehmet Efendi” dedi Hacı, “Ben askerde hacı oldum. Askerliğimi
Hicaz’da yaptım”. “Ah Hacı Amca!” dedim, “Aynı senin gibi bir de ben
gidebilsem. Başka türlü imkânsız, gidemem; paramız yok”. Gerçi biraz tarlamız
vardı ama babam hastaydı, başka da bir yardımcımız yoktu. İki amcam ve eniştem
askere gitmişlerdi, bir daha dönmediler. Bu yüzden yalnız kalmıştık. O sebepten
tarlalarımızı ortağa verirdik. İhtiyar Hacı amcaya, “Bana dua et, ben de
askerliğimi Mekke’de, Medîne’de yapayım” dedim. Adam ellerini açtı ve dua etti;
ben de nar ağacının üzerinde ellerimi açtım ve dua okudum. Birlikte ellerimizi
yüzümüze sürdük. İhtiyar, “Mademki sende böyle bir heves var, inşallah bir gün sen
de hacı olursun” dedi ve ilâve etti: “Allah (cc) senin duanı kabul eder.”
O
zaman içime bir ateş düştü. “Bir büyüsem… Bir büyüsem de askere gitsem!” diye
düşünüyordum. Büyüyüp askerlik çağına geldiğimde, babam bana harçlık olsun diye
tarlalarımızdan birini beş mecidiyeye sattı. Ama beş mecidiye ile ne
yapılabilirdi ki? “Allah (cc) Kerîm” dedim… Sonunda, devlet beni askere değil
de sanki hacca götürür gibi, Adana-Halep-Şam derken Dera’ya kadar getirdi.
Dera’dan yol ikiye ayrılıyordu. Yollardan birisi Mısır tarafına, diğeri Medîne’ye
gidiyordu. Acaba biz ne tarafa gidecektik? Biz askerlere nereye gideceğimizi
önceden söylemiyorlardı, ancak vardığımızda yerimizi öğrenebiliyorduk. Acaba Medîne’ye
gidebilecek miydik? Hayâlim hakikat olacak mıydı?
Heyecandan
âdeta çıldıracak gibi olmuştum. Eğer trenimiz Mısır tarafına giderse, bütün
ümidim sönecekti. Ağlayarak Allah’a (cc) yalvarıyor, dualar ediyordum. Trenimiz
hareket ettiği zaman heyecandan tir tir titriyordum. Derken… Trenimiz hoş bir
manevrayla Medîne tarafına yönelince sevinçten hıçkırarak ağladım, Rabbime
şükürler ettim. Peygamberimizin, Sahabe-i Kiram’ın yanına gidiyordum. Aman
Allah’ım! Bu ne büyük devletti! (Devam
edecek…)