BARO
bir meslek birliği olmasına rağmen klâsik bir sivil toplum kuruluşu (STK)
değil. Diğer meslek birlikleri gibi o da Türkiye Cumhuriyeti kanunları ile
belirlenmiş seçim ve yönetim şekilleri ile işlevini yerine getirmekle yükümlü.
Barolar, kuruluş amaçları ve kanunun
kendilerine verdiği yetkiler dışında faaliyette bulunamazlar. “Avukatlık mesleğini geliştirmek, meslek
düzenini, ahlâkını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını korumak
ve savunmak, avukatların ortak ihtiyaçlarını karşılamak”, baroların kuruluş
amacıdır.
Bugün yaşadığımız sıkıntının ana sebebi
ise baroların bu amaçların dışında hareket etme ve siyaseten kendilerini
muhalefet statüsüne kilitlemiş olmalarıdır. Savcıların içinde olduğu dâvâlarda
Devlete karşı olmayı alışkanlık hâline getiren avukatların, bu alışkanlıklarını
hayatın her alanına taşımaya kalkmalarıdır.
Prensip olarak, bütün meslek kuruluşları
gibi baroların da özerk yapılarını savunup, kendi içlerinde yaptıkları seçimler
sonucu oluşan yönetimlerin temsil gücünü kabul etmeliyiz aslında. Nasıl
Türkiye’deki seçim sistemi yüzde 35’le bir partinin tek başına iktidarına imkân
tanıyor ve o iktidar kalan yüzde 65 adına da karar alma yetkisini
kullanabiliyorsa, meslek kuruluşları da bu yetkiyi kullanma hakkına sahip
olmalı. Ancak bu kural kötü niyetle kullanılırsa, soruna çözüm bulmak da bir
üst merciin görevi olmalıdır.
Hükûmetin icraatını sorgulayan ve
gerektiğinde verdiği kararlarla ona “Dur!” diyen Danıştay ve Anayasa Mahkemesi
gibi kurumlar olduğu gibi, meslek kuruluşlarını da durduracak bir hükûmet var
elbette.
Hükûmet kanunların dışına çıkamayacağına
göre, olsa olsa kanunları değiştirerek önüne geçebilir bazı yanlışlıkların.
Çoklu baro sisteminin Meclis’e geliş
sebebi de işte bu tür yanlışlıklar. Son günlerde ağızlarından düşürmedikleri
“savunma” değil de Hükûmet’e yön verme gayreti içine girdiklerinden beri avukatların
ayarları kaçtı. Aslında aslî görevleri olan savunma konusunda hiç de sorunları
yoktu. Her avukat, istediği herkesi savunmakta özgürdü. Bir teröristi
savunmalarında bile hiçbir hukukî zorlukla karşılaşmıyorlardı. Kazançlarıyla
ilgili bir sıkıntı dile getirmediler asla. “Hâkimler
bize kötü davranıyor”, “Özlük haklarımızdaki sorunlar giderilmeli”, “Devlet
bize savunma konusunda baskı yapıyor” gibi şikâyetleri de olmadı.
Onların derdi, bir vatandaş olarak karşı
çıkmaya hakları olan iktidar uygulamalarına, kurumsal olarak tepki verme
hakkına sahip olabilmekti. Ve bunu yaparken aynı görüşü paylaşmadıkları
avukatların da sözcüsü gibi davrandılar.
Diyanet İşleri Başkanı’nın Cuma hutbesinde
anlattığı İslâmî değerleri reddeden Lût kavmi çocuklarına da birilerinin karşı
çıkması kadar tabiî bir durum olamazdı. Şimdi o karşı çıkanların da kendilerini
ifade etme hakkı olabilsin diye bir düzenleme yapılıyor.
Bu düzenleme hiçbir avukatın avukatlık
yapma hakkını değiştirmeyecek. Anadolu’daki küçük baroların Barolar Birliği’ndeki
temsil oranının yükselmesi ile aidiyet problemi olan avukatların kendilerini
daha rahat hissedecekleri yeni baroların kurulmasının önü açılıyor. Böylece vatandaş
da kendi sosyal ve siyâsî duruşuna yakın avukata ulaşma imkânı bulacağı için kendini
daha fazla güvende hissedebilir.
Bu düzenleme, şu âna kadar karşı
çıktığımız, “barolarda siyasallaşma” eğilimini daha da tetikleyebilir diye
düşünüyorum. Teklif ne kadar mağdur avukatı koruma amacı gütmüş olsa da bu tehlike
göz ardı edilemez. Mevcût hâliyle baroların siyasallaşması önlenemediğine göre
çoklu baroda çoklu siyasallık olması da kaçınılmaz.
Peki,
siyasallaşmak kötü müdür?
Biz STK’ların siyasallaşmasına çok yabancı
değiliz zaten. Özellikle 2002’den sonra, milliyetçi muhafazakâr iktidarın karşısında
durmayı bir medeniyet ölçüsü gibi gören onlarca kurum, birlik, oda, vakıf ve
dernek, bizi siyasallaşmanın doruklarında gezdirdi bugüne kadar. Ama hiçbir
mâlî müşavir veya ekonomist, bütçe görüşmelerinde Meclis’in kapısına dayanıp “Komisyona gireceğiz” diye tepinmedi. Ya
da hiçbir şehir plâncısı, kentsel dönüşümün eksiklerini anlatmak için kanunsuz
yollar denemeye kalkışmadı. Hükûmet’in ekonomi politikalarına karşı çıkan ve
bizim de yöntemlerinden rahatsız olduğumuz TOBB ya da TÜSİAD gibi kuruluşlar da
hâdlerini aşarken hukukun dışına çıkmayı düşünmediler.
Elbette herkes gibi avukatların da siyâsî
fikirleri olacak. Bu fikirleri doğrultusunda idarî talepleri olması da çok
normal. Normal olmayan, aslî görevi savunma olanların kendilerini yürütme göreviyle donatmaya çalışmaları…
Normal olmayan; toplumun sadece kendileri
gibi düşünen kesiminin hakları söz konusu olunca devlete isyan edip, onlar gibi
olmayanların haklarına sırtlarını dönmeleri…
Cumhurbaşkanı’na küfreden Canan
Kaftancıoğlu’na sesleri çıkmayan avukatların, Demirtaş’ın eşine îmâlı sözler
edeni linç edecek duruma gelmeleri normal değil!
Bugüne kadar, hakları olmadığı hâlde hukuk
nüfûzunu kullanan barolar, bu riyakâr tavırlarını Meclis kapısında da gösterdiler.
Daha önce Ankara girişinde Emniyet’in ulaşım desteğini reddedip yürümek
konusunda ısrar ederek Devlete kafa tutanlar, bu defa da kanunun görüşülmesi
esnasında komisyona girmek konusunda isyankâr oldular.
Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun
araya girip üç baro başkanının komisyona girmesine izin çıkarmasına rağmen,
bununla yetinmeyip hep birlikte girme talebinden vazgeçmediler.
Amaçlarının üzüm yemek değil, bağcı dövmek
olduğunu bir kez daha gösterdiler.
Buradaki beklenti, üzerlerindeki cübbeyi
Demokles’in kılıcı gibi iktidarın üzerinde sallandırmak. Kimse kusura bakmasın
ama iktidar da buna müsaade etmeyecek!