CUMHURİYET sonrası edebiyatımıza eleştiri,
söyleşi ve ilginç buluşlarıyla belirli bir oranda ivme kazandıran Nurullah Ataç,
23 Ağustos 1889’da, İstanbul’da doğmuştur. Hammer’in Osmanlı Tarihi’ni dilimize
çeviren Mehmet Atâ Bey’in oğludur.
1909-1912
yılları arasında Galatasaray Lisesi’nde okumuştur. Daha sonra bir süre edebiyat
fakültesine devam etmiş, 1922 yılında bitirmeden ayrılmıştır. Yükseköğrenim
yapmak için İsviçre’ye gitmiş, babasının ölümü üzerine okulu bitirmeden yurda
geri dönmüştür.
Yurdumuzun
çeşitli yerlerinde 1945 yılına kadar öğretmenlik yapan Ataç, 1945 yılında
Cumhurbaşkanlığı mütercimi olmuştur. Aralıksız yedi yıl bu görevde çalışmış,
1952 yılında emekliye ayrılmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nun
kuruluşunda da yardımı olan Ataç, 1951 yılında Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu
üyesi olmuş, üyeliği ölünceye kadar devam etmiştir.
Seveni
ve sevmeyeni çok olan bir yazardır Nurullah Ataç. Çalkantılı bir hayat
geçirmiş, ateşli tartışmaların içinde bulunmuş, polemiklere konu ve kaynak olmuştur.
Edebiyatımızda bir iz bırakmış, kendi çapında sesini duyurmuş, taraftarlarının
sevgisini ve övgüsünü kazanmıştır.
Görüşlerini
açıkça söyleyen bir eleştirmendir Nurullah Ataç. Yeri geldiğinde kaba ve kırıcı
olmaktan hiç çekinmemiş, bu yüzden birçok şair ve yazarı küstürmüştür. Kolay
kolay kimseyi beğenmeyen, çokbilmiş, kendi havasında, kendine özgü davranışları
olan bir yazardır Ataç. Hakkında birçok tartışma yapılmış, yazılar yayımlanmıştır.
Bu yazılar ve çalışmalar Ataç’ın şahsiyetini daha belirgin duruma getirmekte,
kendisini daha iyi tanımamıza yardımcı olmaktadır.
Sözü daha fazla uzatmadan, Ataç için yazılanlardan bir demet sunuyoruz sizlere…
Ataç
hakkında yazılanlar, söylenenler
Polemik
ve tartışma olur da Necip Fazıl’sız kalır mı? Kalmaz
elbette. Necip Fazıl, kendisiyle kolay baş edilemeyecek bir polemik ustasıdır. “Babıâli”
kitabının muhtelif yerlerinde Nurullah Ataç’tan da bahseden Necip Fazıl, onunla
ilgili şu anısını anlatıyor bizlere:
“Kahvede
öğle zamanına hayli vakit olduğu için kimsecikler yok… Yalnız Nurullah Ataç,
kirpi saçları kabarık ve bir perçemi kaşına düşmüş, tavla oynuyor…
(…) Oturdular.
Nurullah Ataç tavla oyununa dalmış, kendisini yolmak sanatında mahir ve
‘Esrafil-i Şark’ budalaları dışında pratik bir adama karşı, kan ter içinde
savunmaya çalışıyor.
Bir ses
işitildi:
-Yanlış
oynuyorsunuz Nurullah Bey, şeş oraya gitmez. Ayağıma gelin bakayım!
-Ben
doğru oynadım…
Nurullah
Ataç, dört-bir kaybetmek üzere bulunduğu tavlayı çat diye kapattı, ayağa kalktı
ve saçları dimdik haykırdı:
-Namusunuz
varsa bana bir tokat vurun!
Profesyonel
kumarbaz usulca yerinden kalkıp kapının yolunu tutarken genç şair mırıldandı: ‘Borçlu
olduğun parayı ben vereyim de tokadı ben patlatayım. Seni nefsine hakaret
ettirme hastası (Dostoyevski) mukallidi seni!’
Nurullah
Ataç: ‘Sende insan tokatlayacak erkeklik ne gezer ‘Örümcek Ağı’ şairi.’
Çat…
Genç şairin beş parmağı, Nurullah Ataç’ın tombul yanaklarında. Siyah bağa
kenarlı gözlüğü de uçup gitmiş. Araya girdiler, kahramanları oturttular,
öpüştürdüler.”(1)
Nurullah
Ataç hakkındaki yazılmış şu satırlar da Necip Fazıl’a ait:
“Bir Nurullah Ataç Bey çıkar, sadece medih
vasıflarını, ‘iyi, güzel, derin, parlak, kıyak, yaman’ şeklinde donanma
fenerleri gibi övdüğünün kafasına asar, ‘niçin’den, ‘neden’den, ‘nasıl’dan
habersiz bir his mayonezidir çalkalar, sonra da adı münekkide çıkar, olamaz
böyle şey azizim.”(2)
“Leş
hayatının sonuna doğru dinî bayramlarda kapısına, ‘Müslümanların gününde
ziyaret kabul etmiyorum’ diye yafta asacak kadar kuduz İslâm düşmanı Nurullah
Ataç, denilebilir ki Sabahattin Rahmi ile birbirinden zehir alan iki sevici
manzarası arz eder.”(3)
Prof.
Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, “Türkçe’yi Ataç Yıkmıştır” başlıklı yazısında Ataç
için şunları söylemektedir:
“Bilindiği
gibi Nurullah Ataç, Türkçenin bugün içinde bulduğu fecî duruma düşürülmesinin
başlıca sorumlularından biridir. O gençleri âdeta zorla uydurmacılığa teşvik
etmiş, öz Türkçecilik adı altında dilimizi fakirleştirmiş, soysuzlaştırmaya
çalışmıştır. Tutturduğu devrik cümle tarzı ile de Türkçenin yapısını, bünyesini
bozmuş, gramerini altüst etmiştir.
Ataç dil
konusunda tam bir cinnet içinde idi. Her vatandaşın kelime uydurabileceğini,
dilin aslında uydurma olduğunu iddia ederdi. Ataç dilimizde yaşayan bütün
Arapça, Farsça kelimelerin dilimizden atılmasını isteyen bir tasfiyeci idi.
Kültürü ve zekâsı bunun imkânsızlığını kavrayacak seviyede olduğu hâlde Ataç,
tam bir manyak gibi, tasfiyecilikte ısrar ediyordu. Kasten, yıkmak için, bozmak
için böyle hareket etmiyor idiyse, deli olduğuna hükmetmek lâzım. Ataç, rahmetli
Peyami Safa’nın ifadesi ile ‘kendi kendine bile sâdık olmayan’ bir insandı.
Bugün beğendiğini yarın kötüler, dün sevdiğinden öbür gün nefret ederdi. Mizacı
böyle idi. Buna bir de kendi kendini yetiştirmiş olmanın kompleksi eklenince,
acayip bir tip çıkmıştı ortaya. Herkesten farklı hareket etmek hevesinde olan,
dikkat çekmek için gülünç duruma düşmeyi göze alan eksantrik bir tip.
Kimse
ile geçinemeyen, kimseyi devamlı sevmeyen bir kavgacı. İyi Fransızca bildiği
gibi çok okuduğu için geniş bir edebiyat kültürü vardı. Fakat bu kültür onun
sakat düşüncelere saplanmasına, olmayacak heveslere kapılmasına, birtakım
anormallikler yapmasına mâni olamamıştı.”(4)
Edebiyatçı-yazar
Ahmet Kabaklı da Nurullah Ataç hakkında şunları yazmıştır:
“Edebiyatımızın
bir devrine eleştiri ve söyleşileriyle canlılık getirmiş ve 1950’den sonra
aşırı özleştirmecilik akımına öncülük etmiş olan Nurullah Ataç…
Ataç
düzenli bir okul öğreniminden daha çok, kendi kendini yetiştirmiş bir insandır.
Çok okuyarak düşünce dünyamıza aykırı görüşler, tartışmalar getirmiş olması ile
tanınır. Kendisi, ‘Benim ekinim (kültürüm) Fransızca üzerine kurulmuştur.
Fransızca kitapları okuyarak düşünmeye alıştım’ diyor.
Edebiyat
ve hele şiir sevgisini bir aşk derecesine çıkarmıştır. Bu yüzden serinkanlı
değil, sevgi veya öfke ile yazıyor, konuşuyordu. Beğendiği veya beğenmediği
şeyleri dobra dobra söylüyordu. Çok okumak ve aykırılık hevesi onu günden güne
değiştiriyor, verdiği hükümlerde değişmeler, çelişmeler oluyordu.
Dil
üstündeki aşırı özleştirme çabaları, maalesef Türkçede kuralsızlığa ve
başıboşluğa kadar varan etkilerini, daha çok 1955’ten sonra göstermeye
başlamıştır.”(5)
Gazeteci
Abdurrahman Şen, bir yazısında Nurullah Ataç hakkında şunları yazmıştır:
“Arapça
ve Farsçaya olan düşmanlığı yanı sıra Latinceye öylesine bir sevgisi vardı ki
bütün öğretim kademelerinde Latincenin mecburî ders olarak okutulmasını bile
tavsiye etti. Batıcılık ve dilde özleşmede sınır tanımazdı. Nesrimize devrik
cümleyi de sokan odur. Yaptığı bütün eleştirilerde şahsî yaklaşımlar içinde
bulunan Ataç’ın günümüzde de hatırlanan ve aranan eserleri sadece Lâtin,
Fransız ve Rus klâsiklerinden yaptığı çevirilerdir.
(…)
‘Ve’, düşmanı olarak da bilinir. Bu edata karşıdır. Müstear isim kullanmayı
gerekli gördüğünde Sabiha Yağızlar’ı seçmiş olması da ayrıca ilginçtir.
Kendini
eleştiren, acımasızca lakaplar takan ama önüne geleni eleştiren, dilde
uydurmacılığı kimseye kaptırmayan, bu konuda karşısına dikilenlere veryansın
eden Nurullah Ataç…”(6)
Bakalım
Cemil Meriç neler söylemiş Nurullah Ataç için:
“(…) Bunların
babası Nurullah Ataç’tır. İlk defa o kullandı devrik cümleyi ve uydurma
kelimeleri.
Ataç
otantiktir, kendisidir. Ataç tam bir deliydi evlâdım. Kendisini tanırım. Babası
Atâ Bey, Hammer mütercimi.
Ataç’ı
Galatasaray Lisesi’ne verdiler, okuyamadı. Ataç haylaz çocuk. Ataç’ı İsviçre’ye
gönderdiler, okusun diye; orada da okuyamadı. Dört sene kaldı. Bu süre zarfında
Fransızca öğrendi. Burada onu, arkadaşları Fransızca hocası yaptılar.
Fransızcayı gündelik neşriyatı takip edecek kadar biliyordu. Babasından da
Osmanlıca öğrendi. 1936-1937’lerde yazıyordu, bir şöhret değildi. O yazılarıyla
da hiçbir şöhret olamadı. Uydurca çıkınca şöhret oldu. İsmet Paşa, 1938’lerde
yanına baştercüman olarak aldı.
Ataç
hiçbir şeye inanmaz. Kendisi iyi bir aileden geldiği hâlde adam olamadı. Üslûbuyla
kendisidir. Sevimli insandır… Ciddiye alınmamak şartıyla sevimlidir. Cumhuriyet
devrinin tipik bir kalem sahibi ve şahsiyetidir. Etrafındakilere bol bol
iltifat dağıtırdı. Herkes onun için Ataç’ı methederdi. Cumhuriyet tipini temsil
eden bir aydın tipidir.” (7)
Biraz da
Nurullah Ataç’a kulak verelim. Bakınız, neler söylüyor yadırganan kelimeleri ve
üslûbu hakkında:
“Yabancı
kelimeler kullanmadan yazı yazmanın çok güç olacağını sanıyordum ilk günlerde.
‘Ancak birkaç yazımda dönerim, sonra bırakırım’ demiştim. Bir başlayınca
bırakamadım. Doğrusunu söyleyeyim, benim için bunun ayrıca bir eğlencesi
oluyor. Güçlük çekmiyor değilim, boyuna sözcüklere bakmak, ikide bir ‘Şu
kelecenin yerine ne bulsam? Türkçesini ne türlü bulsam?’ diye düşünmek
gerekiyor. Biraz uğraşınca bir karşılık bulunuyor. İyi mi? Tutar mı? Orası
başka. Kimi beğenilir, tutar, kimi beğenilmez.
Ben
sanat karşılığı olarak ‘dörüt’ tilciğini uydurmuş, onu kullanıyordum; gene dil
işleriyle uğraşan, benim de saygı ile sevdiğim bir iki kişi, ‘Törüt desen daha
iyi olurdu’ dediler. Bu takışmayı (itirazı) doğrusu pek anlamadım, ancak o
kimselerin sevdiğim, saydığım kişiler olduğunu söyledim, bunun için bundan
sonra onların dediğine uyup ‘törüt’ diyeceğim.”(8)
Kaynak
eserler
1-Necip Fazıl Kısakürek, “Babıâli” Büyükdoğu Yayınları,
2. baskı İst.1976 (s.44)
2-A.g.e.(s.44)
3-A.g.e(s.277)
4-Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçe’nin Karanlık
Günleri, İrfan Yayınevi, 4. baskı, İst. 1977, s.109–110
5-Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, İstanbul 1978, cilt 3,
s.430
6-Abdurrahman Şen, Dilde Uydurukçanın Yılmaz Mucidi
Nurullah Ataç, Zaman Gazetesi, 23.08.1989, s.7
7-Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, İst.1993, s.51–52
8-Nurullah Ataç, Gene Dil, Ulus Gazetesi, 14.12.1948