Çok okuyan mı, çok gezen mi?

Tanıdığımız ülkeler, şehirler, insanlar, kültürler, inançlar ve teknolojilerle kendimize ayna tutuyoruz. Bilgimiz ve görgümüz artıyor, kendimize yeni çalışma konuları buluyor ve karşımıza çıkan meselelere “gitmiş, görmüş ve gelmiş” olmanın kattığı bir özgüvenle yaklaşıyoruz.

BİZİ tanıyanlar bilirler, farklı memleket ve coğrafyaları görmeyi ve gezmeyi severiz. Yaptığımız işin seyahat yönü de olduğu için, mesleğimize de entegre ederek birçok ülkeye gitme imkânımız oldu. Tabiî ki her seyahatin belli bir maliyeti var. Ancak kazanımları, bu kadar masrafa katlanmaya değer. Bu kazanımlara “seyahat sermayesi” adını veriyoruz. Bununla ilgili, meslektaşlarımızla yaptığımız bir bilimsel çalışma var. Yayınlandıktan sonra ona dair de bir değerlendirme yapmayı plânlıyoruz.

Çocukluktan başlayan, kendi tanıdık olduğumuz alandan çıkma ve ötekini tanıma merakı, yaş ilerledikçe farklı bir yöne doğru evrildi. Seyahat etmek sadece turistik yerleri gezmek, eğlenmek, farklı lezzetleri tatmak, müzelere gitmekten ibaret değildi, böyle de olmamalıydı. Yaptığımız işe olduğu gibi gittiğimiz seyahatlere de bir anlam yüklemeliydik. Ya değilse, boş boş gezmiş olurduk.

Seyahatleri daha anlamlı hâle getirmek için kendime bir “seyahat misyonu” edindim ve bu çerçevede bir vizyon ortaya koydum. Misyonum, seyahat ederken kendimi tanımak ve bunu ötekini tanıyarak yapmaktı. Hani derler ya “Bir insanı tanımak için ya onunla alışveriş yapacaksın, ya beraber yemek yiyeceksin ya da onunla yolculuk yapacaksın”, işte seyahatlerde ben daha çok kendimle yolculuk yapıyor, her yolculukta biraz daha haddimi ve hududumu çiziyor, nasıl biri olduğuma dair yeni bilgiler ediniyordum.

“Kendim” sadece “Ramazan Erdem” değil elbette, beni çerçeveleyen inançlarım, değerlerim, kültürüm, ilkelerim, paradigmam, ideolojim, ait olduğum din, milliyet, etnik köken… Bütün bunları tanımak için meselenin hem “bağlamını”, hem de ötekini bilmek gerektiğini fark ettim. Her bir tarifin “efradını câmî, ağyârını mâni” kabilinden ortaya çıkması gibi, biz de kendimize ait olanı alma, diğerlerini ayıklama yaparak kendimizi tanıyacaktık.

Vizyon olarak belirlediğim ise, kendimi tanımama vesile olacak tüm coğrafyalara gitmekti. Bu çerçevede ilk olarak benden bir parça bulabileceğim, bana ait bir noktayı aydınlatacak yerler daha çok ilgimi çekiyor fakat kendimi tanımak için kendimden olmayan ötekini de bilmek durumunda kaldığım için bana hayli uzak kültürleri de görmek istiyordum. Herkesin bildiği, gördüğü ve birbirinin benzeri gelişmiş ülkelerden öte, özgünlüğünü tam olarak yitirmemiş “üçüncü dünya” ülkelerini ya da gittiğimiz modern ülkelerin arka mahallelerini daha çok merak ediyordum.

“Arka mahalle” perspektifinin sosyolojik bir analiz için oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Ana caddelerin düzenlenmiş, makyajlı ve parıltılı görüntüleri yanıltıcı olabiliyorken arka mahalle sadece bir mekân değildi benim için. Gösterilmeyen, saklanan, gündeme getirilmeyen ama bir hakikat olarak duran konular, tarihî bilgiler, gidilen coğrafyanın şu anki görünümünün arka plânı gibi durumlar da arka mahalle kapsamındaydı. Gidip gördüğüm yerler “arka mahalle” yaklaşımı ile daha anlamlı hâle geliyor ve daha kalıcı etkiler bırakıyordu.

Bu misyon ve vizyona bir de ilham kaynağı olabilecek bir isim gerekliydi. O da tarihin en büyük seyyahlarından biri olan İbni Battuta’ydı. Hayatını okuduktan sonra seyahat açısından onu işin pîri ilân etmiş, 2019 yılında da Fas’ın Tanca şehrinin arka sokaklarındaki kabrini ziyaret etmiştik. 14’üncü yüzyılda bugünün imkânları ile bile zor yapılabilecek rotalar çizmişti kendine.

Yolculuğun her yönüyle zahmetli bir iş olduğunu biliyoruz. Masraflı olduğunu da söylemiştik. Ama isteyen ve ilgi duyan herkesin seyahat edebileceğini düşünüyorum. Bu illâ başka bir ülkeye olmayabilir; ülke içindeki başka şehirlere ya da yaşadığınız şehrin görmediğiniz bir ilçesine veya şehrin hiç uğramadığınız mahallesine de yolculuk yapabilirsiniz. Önemli olan, o sırada iç âlemine yapacağınız yolculuk…

Seyahatlerde işin lojistiğinden ulaşımına, gidilen yerlerde konaklama imkânlarından yiyecek ve içeceklere kadar her konu kritik bir öneme sahip. Özellikle havaalanlarındaki telaşlar, yaşadığımız hayatın çok kısa bir özeti gibi. Heyecan, zaman hassasiyeti, koşuşturmaca, ihtiyaçlarımızı karşılama ve nihayetinde oradan ayrılma… Geliş ve gidişler sanki doğum ve ölüm gibi… Uçakla başka diyarlara gidiş ve buradaki her şeyin arkada kalması…

Yolculuğa önceden ne kadar iyi hazırlanırsanız gittiğiniz ülkede o kadar rahat gezersiniz. Bu açıdan, yolculuk sadece yola çıkıldığında değil, gidilecek yer aklınıza düştüğünde başlamış olur. Zihnî hazırlıklar bir süre sonra fiiliyata dökülür. Görülecek noktalar belirlenir ve her bir yerin hikâyesine dair önceden bilgi sahibi olunur. Her varış noktası birbirinden farklı özelliklere sahip olduğu için (elektrik sistemi, yiyecek-içecek durumu, telefon ve haberleşme imkânı gibi) teknik hazırlıkları da ona göre düşünmek gerekir.

Seyahatlerde yol arkadaşlarının kim olduğu da önemli hususlardan biri. Bunu, “Yol arkadaşların güzelse bütün yolculuklar güzeldir” ifadesi ile özetleyebiliriz. Arkadaşların uyumu, süreçte çıkacak ihtilafları çözme kabiliyetleri ve birbirlerinin hatalarını tolere edebilmeleri yolculuğun amacına uygun tamamlanabilmesine vesile olacaktır. Seyahatler kendimizle birlikte arkadaşlarımızı da tanımaya fırsat sunar.

Seyahatlerde küçük notlar alıyor, döndükten sonra fırsat buldukça onları yazıya döküyordum. Döndükten sonra kendime soruyordum “Bu geziden bana ne kaldı?” diye. İşte o kalanlar, “seyahat sermayesi” dediğimiz şeydi.

Tatlı bir yorgunluk ama zihnî bir dinginlik kalıyordu. Gitmeden önce önümde dağ gibi duran meseleler yoldan gelince basitleşmiş, takıntılarım törpülenmiş oluyordu. Tekrar rutin işlerime döndüğümde kendimi yüklerinden kurtulmuş, hafiflemiş, problemleri arkada bırakmış, sanki yeni bir sayfa açmış gibi hissediyordum.

Diğer yandan gidilen her yol ve görülen her coğrafî özellik insanın iç dünyasında aşkın bir alan açıyor ve onu hikmete bir adım daha yaklaştırıyor. 

Tanıdığımız ülkeler, şehirler, insanlar, kültürler, inançlar ve teknolojilerle kendimize ayna tutuyoruz. Bilgimiz ve görgümüz artıyor, kendimize yeni çalışma konuları (hem bilimsel, hem pratiğe geçirilecek işler ve hem de insanî olgunluk noktasında fayda sağlayacak davranış kalıpları anlamında) buluyor ve karşımıza çıkan meselelere “gitmiş, görmüş ve gelmiş” olmanın kattığı bir özgüvenle yaklaşıyoruz.