DÜNYA dillere pelesenk
olan “Koronavirüs” ile hemdert ve hemhâl olurken(!), başka coğrafyalarda
emperyalist devletler başka başka sömürülerin peşindeler.
Başta
Akdeniz havzasında, özellikle de Libya’da olup bitenlerin ne ifade ettiğini
anlayabilmenin en aklî yolu, dünkü Sykes-Picot Anlaşması’nı yapanların bugün kimlerin arkasında olduklarını
anlamak, kimleri kendilerine vekâletle savaştırdıklarını ıskalamadan olup
bitenlerle ile alâkalı meseleleri bilmekten geçiyor.
Dünün müstevlileri, günümüzde kimi
zaman “terör gruplarını” destekleyip kendi adlarına sahaya sürerek vekâlet
savaşları yaptırıyor ve âdeta dünyayı cehenneme çevirmek istiyorlar. ABD ve
Batı, gerektiğinde bazı terörist devletçiklere de silah satarak hem servetlerine
servet katıyor, hem de o devletçiklere “cici demokrasi” götürmüş oluyor(!).
Kimin kiminle ittifak kurduğunu, Doğu
Akdeniz’de, özelde Libya’da nelerin olup bittiğini anlamak için usta gazeteci
İbrahim Karagül’ün hakkını teslim ederek yazısından kısa bir pasaj alalım:
“Birleşik Arap Emirlikleri (BAE),
Suud, İsrail, İran, Libya’da tek cephe oldu. Libya’da Türkiye’nin askerî desteği yerleştikçe terör baronu Hafter ve
arkasındaki ülkelerin hesapları bir bir suya düşüyor.
Daha dün başkent
Trablus’u almaya çalışanlar, şimdi sahip oldukları mevzileri koruyamaz hâle
getirildi.
Türkiye’nin
özellikle SİHA’lar üzerinden Hafter’in karargâhlarını, ikmâl konvoylarını,
askerî üslerini, hava savunma sistemlerini imha etmeye başlaması, Akdeniz’de
gücünü hissettirmesi, Libya’da büyük bir hesabı bozmak üzere.
Kimlerin hesabını?
Birleşik Arap
Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Mısır, İsrail, İran, Rusya ve tabiî ki
Fransa’nın...
Hani İran-İsrail kavgası vardı? Hani Arap-İran kavgası
vardı? Nasıl bir araya
geldiler? Meselâ Libya’da Suudi Arabistan ile İran’ı aynı cepheye kim soktu? Ya
da İsrail ile İran aynı cephede nasıl yer aldı?
Hani İran-İsrail
kavgası vardı? Hani Arap-İran kavgası vardı? Suriye’den Libya’ya Şii milisleri
kim taşıyor? Rusya mı, İran mı? İran SİHA’larını Libya’ya kim gönderiyor? Suud,
Mısır, BAE ve Sudan unsurlarıyla Şii milisleri tek cephede hangi irade
topluyor? Ya da hangi ortak düşmanlık?
Yemen’de İran-Suud
çatışması yaşanırken bu ittifak ya da dayanışma kime karşı? ‘Arap
Bloku’nu Türkiye ile savaşa sokmak isteyen var. Hani Arap Bloku İran’a
karşı kurulmuştu? Hani Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri İran’a karşı savunma
hazırlıkları yapıyordu?”
Durum
çok bilinmeyenli bir denklem gibi görünüyor(!). Ancak bundan yüz sene evvel
müstevlilerin kendi aralarında yaptıkları ve Osmanlı Cihan Devleti’nin
topraklarını paylaştıkları Sykes-Picot Anlaşması’nı hatırlarsak, bugün de dünkü efendilerine köle
olmak isteyen petro-dolar sahibi devletlerin, denklemin sacayakları olduklarını
görmüş oluruz. Müstevliler, önceleri içimizden devşirdikleri Mankurtlarla uzun
yıllar Doğu-Batı, Türk-Kürt, Alevî-Sünnî, lâik-şeriat yanlısı ve benzeri yapay
meşguliyetlerle ülkemizi geri bıraktırdılar. Elhamdulillâh, millet-i İbrahim
şuuru ile bu yapay hezeyanların üstesinden geldik, bundan böyle de aynı
kararlılıkla millî tesânüdümüzü muhafaza edeceğiz inşallah.
Birbirlerine düşman
olanları bir araya getiren ne?
Çok bilinmeyenli denklemi (!)
çözmeye çalışalım…
Âmiyâne tâbirle kanlı bıçaklı ABD
ile Rusya zımnen anlaşıyor, Orta Doğu’daki denklem değişiyor. Eski ABD Başkanı
Hüseyin Barak Obama, “Irak’tan askerimizi
çekiyoruz” diye ilân ediyor(!), Suriye’deki cepheleri altın tepsi içinde
Rusya’ya sunuyor.
Kanlı bıçaklı görüntüde olsa da
ikisi de İsrail’in hâmisi olan ABD-İran ise, Şia hilâli konusunda zımnen aynı
istikamete doğru koşuyorlar. ABD güçlerince öldürülen İranlı general Kasım
Süleymani’nin Halep’teki masumları katlederken ABD askerleriyle olan bağlantısını
anlatmama gerek yok; o hususu daha önce başka bir yazıyla arz etmiş idik.
Şimdi Doğu Akdeniz’de, özelde
Libya’da Muammer Kaddafi ile kanlı bıçaklı ABD yönetimi, Kaddafi’nin Genelkurmay
Başkanı Hafter’in Çad’daki başarısız macerasından sonra ülkesinde misafir
ediyor. CIA elemanı Hafter, 2011’den sonra Libya’nın bölünmüş hâlinden
bilistifade, Libya’da ABD, Rusya, Fransa, BAE ve Mısır destekli kurtuluş (!) savaşı
veriyor.
ABD ile kanlı bıçaklı olan
Rusya(!), CIA ajanı Hafter’e Wagner adlı şirket elemanlarıyla yardım ediyor, durum
kötüye gidince de Hafter güçlerine BAE finansmanı ile çok güvendikleri Pantsir-S1
hava savunma sistemi
veriliyor. Bu sistem askerî ve sivil tesisleri hava saldırılarından korumak
amacıyla tasarlanmış kara konuşlu füze/silah sistemidir ki bunları bizim yerli ve millî SİHA’larımız tahrip edince, Suriye’deki
Humeymim Hava Üssü’nden 8 adet Rus
savaş uçağı Libya’ya gönderildi. (Breh breh!)
Devlet aklının ve kadim
geleneğimizden gelen ata mîrasının devamı konusunda çalışmalar yapan ve Orta Doğu
coğrafyası-siyaseti konusunda uzman zevattan Prof. Dr. Ahmet Uysal, Trakya
Üniversitesi’nde verdiği konferansta meselenin bamteline basarak özetle şunları
belirtiyor:
“Bölgede ve
dünyada kritik jeopolitik gelişmelerin yaşandığı âşikâr. Türkiye’nin de içinde
bulunduğu coğrafyada yaşanan gelişme ve değişimler, yeni stratejileri de
beraberinde getiriyor. Yaşanan bu kritik gelişmelerin perde arkasını doğru
anlamak ve yorumlamak gerekiyor.
Orta Doğu, Doğu
Akdeniz ve Türkiye eksenindeki gelişmeler ve uluslararası ölçekteki olaylar
birbiriyle ilişkili. Osmanlı, Batılıların nazarında bir Şark meselesiydi. Şark,
Doğu’dur. Osmanlı yıkılınca Orta Doğu dediler. Yine gündem ve mesele biziz. Bu
bölgenin tarihi bizden geçiyor.
Orta Doğu’yu Türkiye’den
ayrı ve uzak görmemek lâzım. Herkesin gözü Orta Doğu’da, büyük enerji kaynaklarındadır.
Bugün sömürülen Orta Doğu’dan biraz ayrışmış olabiliriz ancak Avrupa, Amerika
ve Rusya’ya bakacak olursanız bizi ayırmıyorlar.”
Mîsak-ı
Millî’yi tekrar okumak şart!
Bugün
gerek gönül coğrafyamızda, gerekse Osmanlı Cihan Devleti’nin evlâd-ı Fâtihan
olarak bilinen ve sayılan bölgelerinde yaşayan ülkelerin çoğunda meydana
gelen/getirilen gönül kırıcı, can yakıcı olayların tesadüf olmadığının şuurunda
ve fevkinde olan bugünkü yerli ve millî kadrolar, neyin ne olduğunu biliyorlar.
Bununla beraber, her ne kadar belli dönemlerde iktidar olup ecdâdımız olan Osmanlı’yı
redd-i mîras yapan mîrasyedilerin hilâfına Batılı Oryantalistler ve müstevliler,
Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı’nın devamı kabul ediyor ve her müspet
hareketimizde “Osmanlı geri geliyor!”
feryâdını basıyorlar. İçimizdeki devşirilmiş Mankurtların da onlara destek
olduklarını söylemeliyim.
Kronikleşmiş
muhalefetin, “Suriye’de ne işimiz var? Afrika
çöllerine neden asker gönderiyoruz? ABD ve AB ile neden anlaşamıyoruz, neden Batı
ile kavga ediyoruz?” demeleri tesadüfle izah edilebilir mi?
Biz
bunu söylerken, muhalefete bühtan etmiyoruz; yüz yıl önce bizi bir ihanet
çemberine hapseden müstevliler, bize dikte ettirdikleri köhne ideolojileriyle
içimizden epey Mankurt devşirdiler. Bu “isimleri bizim gibi görünüp hâlleri
bizden olmayan” devşirmeler, kimi zaman iktidar oldular ve Devletin âli
kadrolarını işgal ettiler, toplumu ajite eden basına, tiyatroya, sinemaya hakim
oldular. Dışişlerinde sefir olup lâkin bizden değil, başkaları adına ahkâm
kesen monşerlerden oldular.
Son
yıllarda ayağa kalkan millî iradenin gücüne, ümmetin dertleriyle hemdert olan devlet
aklına ve onun gönül erlerine içimizdeki devşirmelerin itirazı bundan olsa
gerektir. Tıpkı Ebu Cehil gibi, “Neden
biz değil de onlar?” diyorlar.
Suriye’de
Esed’den, Libya’da Hafter’den, BAE’de Emir’den, ABD’de Corc’dan yana oldular,
sadece bizden yana olmadılar, olamadılar! Âdeta düşman kuvvetlerinin içimizdeki
gizli/açık güçleri rolünü oynuyorlar.
Sykes-Picot Anlaşması’nı yapanların
kurdukları “cetvel devletlerin” bugünkü hâllerine bakınca, “Neden büyük bir
kısmı bizim karşımızda ve olağanüstü silâhlanıyorlar?” suâlinin cevabını Suud Ailesi
ve diğer sultanlıkların tarihini araştıran değerli ilim adamı Zekeriya
Kurşun’un yazdığı bir hülâsa ile belirtelim:
“Petrol gelirlerinin
büyük bir bölümünü silahlanmaya ayıran bu akıl, tükenme noktasına gelmiştir.
Özellikle 2014’ten sonra petrol gelirlerinde başlayan düşüş onları şaşırtmış ve
efendilerinin aklına daha fazla mahkûm etmiştir. Gelirleri düşerken, bir taraftan
da bir hiç uğruna sürdürdükleri savaşların finansını yapmak zorunda kalan bu
akıllar, şimdi de Batılıların kontrolündeki devlet fonlarını eritmeye
başlamışlardır.
Sözün özü, kin ve
nefreti, intikam duygusunu asırlarca sürdüren bedevî akıl, uzak görüşten,
stratejik bakıştan mahrumdur. Yemen’de mağlup olanlar, şimdi başkalarından
kiralayacakları milisler ile Libya’da kahramanlık peşindedirler. Ancak yakında
kendi içlerine dönüp eski kavgalarına başlayacaklardır…”
(Fevkâlade
isabetli bir analizden kısa bir hülâsa idi.)
Millet
olarak Araplara “bedevî” demekten ar ederken, yıllardır “Araplar bizi arkadan
vurdu” paranoyasına da katılmayız; bunu yazan zevatın niyetinin temiz (pâk)
olduğunu biliyoruz. Hazreti Muhammed’in (sav) mensup olduğu kavmi sevmemiz,
inancımızın mihengidir. Bu coğrafyadaki ahaliyi tenzih ederek ifade edeyim, o
cetvel devletlerin kahir ekseriyetinin, başlarındaki Batı mahreçli merkezlerden
tayin edilen krallar ve sultanların bize olan kin ve hasımlık duyguları, özellikle
Osmanlı’ya olan nefretlerinin sebebi, Batılı efendilerine olan borçlarındandır.
Oysa
bizim ecdâdımız Medîne-i Münevvere’ye tren hattını götürürken, Mâkâm-ı
Resulullah (sav) incinir edebi ile raylara keçe döşemiştir. Böyle bir ecdâdın
evlâtlarından kem şeyler beklemek kötü niyet değilse, gafletin ta kendisidir.
Bugün
Libya’da terörist Hafter’i destekleyen koalisyonda yer alan Suudi Arabistan, GSYH’sinin
yüzde 10,4’nü silaha yatırıyor. Diğer fitne yatağı BAE ise 5,4 milyar dolarlık
silah satın anlaşması yapıyor ve bunların tedarikçileri ABD, Rusya, Çin, İngiltere
ve Fransa. Öyleyse bu duruma tarif gerekmez. Bu ülkeler için bütün mesele,
farklı yöntemlerle, darbeyle, iç savaşla, terörle, ekonomik manipülasyonlarla
bu milletlerin kontrol altında tutulmasıdır.
Ordusu
olanlara darbe yaptırdılar, olmayanları da küçük prenslikler/krallıklarla
yönetmeye çalışıyorlar. İhtiyaç, demokrasi ihtiyacı... 100 yıl oldu, bu
toplumlar hâlâ kendilerini yönetemiyor, iç ve dış politikada kendi kararlarını
alamıyorlar. Bu kanaate biz de katılıyor ve diyoruz ki, “Mîsak-ı Millî
perspektifi diye bir okumamız var”.
Mîsak-ı
Millî, Kurtuluş Savaşı’nın esaslarını ve hedeflerini belirleyen ve son Osmanlı
Meclis-i Mebusanı’nın kararı olarak millî irade şeklinde tecelli eden metindir.
Osmanlı’dan koparılan Arap topraklarının kaderini kendi halkları
belirleyecektir. Yani hâricî güçler buna karar veremezler! Ata yadigârı
topraklarda tarih bizi bekliyor, sırtımızı dönemeyiz.
Bu,
tecelli-i İlâhîdir! Görevimiz, Allah’ın emri ile seferde olmaktır. Zaferi
Rabbim nasip eder (inşallah)!
Vesselâm…