Çoğu gitti, azı kaldı

Yola çıkmak, bu dağın varlığını ve tehlikesini her vechesiyle hissetmeyi gerektirir. Bu tehlikeye karşı bir savunma mekanizması geliştirmek, üst düzey bir teyakkuzu -ki burada da her an tehlike bizi yakalayabilir- yahut Mısrî Hazretlerinin yukarıdaki şiirinde buyurduğu gibi “Ferhad” olmak gerekir…

“KÜÇÜKKEN derdi ki dadım,/ ‘Çoğu gitti, azı kaldı’./ Büyüdüm, ihtiyarladım;/ Çoğu gitti, azı kaldı…” (Necip Fazıl Kısakürek)

Vaktimiz azdı dünya yüzünde… Çoğu gitti, azı kaldı…

Ömrün üstünde, bir manzara ve bir mânânın seyri üzereyiz. Bu seyirde “an”dan ileriye dönük, an ile birlikte/ânı aşan bir vakit diliminin eş bir zamanda tecellî etmesi mümkün değildir. Zira zamanı hep bize “uğrayacak/gelecek” bir misafir olarak algılamayı bir çeşit hayata tutunma biçimi olarak benimseriz. Bu yüzden ümidimizi de hakikî bir mânâya, hakikî bir kaynağa değil, her özne için -beklenen ilgili ânın gelmesi- ihtimâl dâhilinde olabilecek bir zamana bağlarız. Bu eksende aklın sahici olandan uzaklaştığı/uzaklaştırdığı demlerde bizler, sadece bir adım önünde giden hayâline âşık kimseler olarak geçiriveririz ömrün bakiyesini.

Ömrün bakiyesi, yani paranın/sermayenin bir demlik dilimde kullanılmak için kalan mevcut kısmı… Zaman ki nakdîdir; o hep sıcak parayla çalışır. Çoğu gitti, azı kaldı…

“Geçmişte kalan bağlamında” kendisi için yükümlü olsak da -geçmesi muhtemel- bir ileri vakit dilimi için hiçbir dönemde kredi vermez zaman. Nakdin varsa ancak para üstünü alabilirsin ki bu para üstü, son nefese dek zaman ile aramızdaki alışverişin ve aynı zamanda mücadelenin de somut bir göstergesidir. Ne var ki, bu alışverişte azalan/eriyen zamanı bereketli ve kalıcı bir alana taşıyarak ve içinde bulunulan zamandan beslenerek güzele matuf ilerlemek, onu telaffuz etmek kadar kolay olmamaktadır.

Türkümüz yakılmadan türkümüzü yakalım! Çoğu gitti, azı kaldı…

Bir türkü tutturmak, zamanın içinde diri kalmanın önemli bir ipucu. Kendi hikâyesinin türküsü ile hayatın ahengi bulunduktan sonra artık azlık-çokluk/nitelik-nicelik değil, içinde bulunulan an üzere güzelden/güzellikten bağını koparmamak ve neşvesini kesmemek önem kazanır. Türküyü yakmak içinse öncelikle hayatın üstümüze bıraktığı hantallığın fitilini ateşlemek gerekir. Hayatın üstümüze yüklediği sorumlulukla ayağımıza pranga olan yük arasındaki ayırdın idrakine varmak, bize, muhtemel bir türkünün bestesine yaklaşmada öncü bir tutum kazandıracaktır.

Dağ kavî, yâr yakîn, Şirin uzak… Çoğu gitti, azı kaldı…

En zayıf anların en güçlü anlara dönüştüğü vakitler vardır. Zayıf görünen hâlin/niyetin güzelliği ve arî yapısının dönüştüğü sahicilikle tezahür eden enerji, niceliğin kalıplarını yıkmak için yeterlidir. Ahvâli bu noktaya taşıyan hissiyat ve yakînlik için öne çıkacak engel veya engellerse, artık sadece öznenin kahramanlığını kanıtlamaya yönelik birer vesileye dönüşürler. Gelinen tabloya baktığımızda, koca bir dağ karşısında zayıf konumda gibi görünen Ferhad’ın -aşka dair- aşkın bir hissiyat ile elindeki külüngünde mücessem olan inancın ortaya koyduğu duruşu -bu yüzden- dağ ile mücadelenin salt bir başlangıcı olarak değerlendirmeyiz. Asıl olarak söz konusu tabloyu, aynı noktadan hareket ile maksada varmadaki kararlılığın, engeli aşmadaki gücü ve rolü olarak telakkî eder ve öyle tasvir ederiz. Nihaî olarak Ferhad’ın dağı delme, aşma endişesini-gayretini ve başarısını, vurulan külünk sayısı ile değil, külünge yüklenen hissiyat ve mânâ ile gerçekleşebileceği yönünde değerlendirmek doğru olacaktır.

“O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler.” Çoğu gitti, azı kaldı…

İyilerin veya iyinin hâkim olduğu yerde güzellikten başka bir netice almak/görmek -istisna hâricinde- pek mümkün değildir. Ancak bu tezahür için iyinin kişisel olandan uzak bir çerçeveye oturması icap eder. Tabir-i diğer ile bir “iyi” veya bir “güzel”, ister bir insanı, ister bir güzel hâli niteler olsun, insanın “ben”inden kendini koparıp bağımsızlığını ilân etmedikçe taşıdığı mânâyı kurtarılmış bir alana ulaştırması da zorlaşır. Ancak ayağımızdaki bağları çözebildikçe bizi güzellik diyârına götürecek küheylanlara yaklaşılabileceğini Niyazî-i Mısrî Hazretlerinin Ferhad’a yaptığı o güzel atfında dinleyelim: “Ferhad bugün ben oldum, varlık dağını deldim;/ Şîrîn’ime varmaya her cânibim yol oldu.”

Şiirdeki “varlık dağı”nın enini-boyunu, başını-sonunu kavramanın sadece çok boyutlu bir okuma ile gerçekleşebilmesi zordur. Zira varlık dağının, kişinin kendine bile gizemli ve kapalı-açık alanlarının olduğu bir gerçektir. Bu gerçeğin bir boyutu gönüllülüğe, bir boyutu -kişinin farkında olmadan- icbara bağlı gelişen, bir diğer boyutu ise -isteyerek ama istediğini bilmeyerek- bilinçdışında var olabilen bir yapıya sahiptir. Bunun yanında söz konusu “varlık”, “benlik/ego” ile koşut bir düzlemde birbirinden beslenerek hayatiyetini devam ettirir. Bir diğer ifadeyle, kişinin dünyasında yer edinen ve bencil/benmerkezci bir sistemin ürünü olan veya bu sistemin oluşturduğu bütün toplam çıktı, onun aynı zamanda “varlık dağı”nı oluşturur. Bu dağı aşmanın yolu öncelikle yola çıkmaktır.

Yola çıkmak, bu dağın varlığını ve tehlikesini her vechesiyle hissetmeyi gerektirir. Bu tehlikeye karşı bir savunma mekanizması geliştirmek, üst düzey bir teyakkuzu -ki burada da her an tehlike bizi yakalayabilir- yahut Mısrî Hazretlerinin yukarıdaki şiirinde buyurduğu gibi “Ferhad” olmak gerekir. Buradaki Ferhad, muhakkak ki İlahî aşk yolculuğunda önündeki bütün engelleri göze almış âşık demektir. Varlık dağını gerçek mânâda delmenin yoluysa muhakkak ki şairin ifadesinde yer aldığı şekilde “Ferhad bugün ben oldum” diyebilme seviyesine gelmekten geçmektedir.

Buradaki “bugün” ifadesini hem dönem anlamında, hem de her “an” üzere aşkın ahvâlini üzerinde taşımak olarak değerlendirebiliriz. Hâl bu noktaya gelince Şirin’e/Hakk’a varmak için artık bütün yollar açılır yahut bütün yollar Hakk’a/Şirin’e çıkar.

Ömür bir geçitti. Ayaklarımız geçti, alın yazımız geçti -su gibi- biz geride kaldık… Ömür bir geçitti. Eksiğimiz ve aczimiz için gözümüz arkada kaldı… Ömür bir geçitti. Beden buradan geçti ey ruh! Biz geride kaldık!