“COĞRAFYA”, içimizdeki
duyguları coşturmada vatan ve yurt kelimeleri kadar mistik yönü güçlü olmasa da,
aidiyetlerimizi ortaya koyan ve sosyolojik boyutta daha derin anlamlara sahip
bir kelimedir.
Coğrafyanın
sözlükte uzun bir tarifi var. “Bir
yeryüzü parçasını, bir bölgeyi, bir ülkeyi belirleyen, niteleyen fiziksel,
ekonomik, biyolojik, insansal ve siyasal gerçekliklerin tümü” deniyor. Görüldüğü
gibi, genişleme kabiliyeti olan bir alan tanıma sahip: Ülke, bölge, yeryüzü
parçası… Kelimenin kökeninde de böyle bir anlam genişliği var.
Etimoloji
kaynaklarında coğrafyanın iki kelimeden oluştuğu yazılıyor. İlk kelimesi olan “geo”, yeryüzü anlamına geliyor. Güncel bir
sözcük ile ifade etmek gerekirse “konum”
diyebiliriz coğrafyaya. Kendimizi ilgili hissettiğimiz konum… Konumlandığımız,
konduğumuz, konakladığımız yer… Coğrafyayı bazen siyasî sınırlar, bazen yeryüzü
şekilleri, bazen iklimler, bazen nehirler ve denizler, bazen ekonomik unsurlar,
bazen de din-medeniyet gibi soyut unsurlar belirler.
Anadolu
coğrafyası
“Anadolu
Coğrafyası” dediğimizde hem somut, hem de soyut bir tanımlama ve çerçeveleme
yapıyoruz demektir. Üstelik bu tanım ve çerçeve, belli bir alana tekabül etmesine
rağmen, bazen söyleyene ve söylenilen yere göre esneklikler gösterir.
Anadolu,
Asya kıtasının en batısında, Avrupa kısasının en doğusunda, üç denizin arasında
kalan bir yerdir. Osmanlı döneminde Anadolu’nun doğu sınırı Fırat nehri kabul
edilirken, Cumhuriyet’le birlikte Türkiye’nin Asya kıtasında kalan kısmının
tümü aynı coğrafî terime dâhil edilmiştir. Günümüzde yaygın olarak Türkiye'nin
Asya kıtasında kalan topraklarının adı olarak kullanılır. Bu sınır, bazen ülkemizin
Trakya topraklarını da içine alarak genişler ve Türkiye ile özdeşleşir. Türkiye,
bundan dolayı Osmanlı’yı da içine alacak şekilde Afro-Avrasya
(Avrupa-Asya-Afrika) ülkesi olarak da bilinir. Bu tür tanımlarda “köprü” kelimesine itibar etmemeliyiz.
Anadolu veya Türkiye’ye, sadece veya öncelikle “kıtalar ve kültürler arasında
köprü” vazifesi yüklemek, onu yüceltmek değil, aksine itibarını düşürmektir. Köprü
sadece taşır veya aracı olur; oysa Anadolu ve Türkiye, değerleri, özgünlüğü ve
ağırlığı olan müstakil kadim bir anlam sahiptir.
Anadolu
coğrafyasını bizim için değerli kılan, hem 1071 Malazgirt Zaferi’yle birlikte
kapısından girdiğimiz bir vatan olması, hem de tarih boyunca medeniyetlerin
burayı kanıyla, kültürüyle, mimarisiyle, müziğiyle, sanatıyla, tarımıyla imar
etmiş olmasıdır. “Hey gidi Anadolu!”
dediğimizde, sesimiz tarih öncesi çağlara kadar yankılanarak ulaşır.
Rivayete göre, yeryüzünün en eski yerleşkelerinden bazıları Anadolu'da kurulmuştur. Çatalhöyük, Çayönü, Nevali Çori, Hacılar, Göbeklitepe ve Mersin (Yumuktepe), Cilalı Taş Devri'nden kalmadır. Truva yerleşkesi de Cilalı Taş Devri'nde kurulmuş ve Demir Çağı'na doğru uzanmıştır.
Köprü sadece taşır veya aracı olur; oysa Anadolu ve Türkiye, değerleri, özgünlüğü ve ağırlığı olan müstakil kadim bir anlam sahiptir.
Anadolu’muz,
Sümer, Asur, Hitit, Yunan, Lidya, Kelt, Pers, Roma, Doğu Roma (Bizans),
Selçuklu, Safevi, Moğol ve Osmanlı gibi onlarca medeniyete ev sahipliği
yapmıştır. Onun için Anadolu’da tarih boyunca yüzlerce dil ve lehçe kullanılmıştır.
Bu toprakların vadileri, neşeyi ve hüznü yüzlerce farklı dilden dinlemiştir.
Anadolu,
Hıristiyanlığın ilk doğduğu ve geliştiği yerdir aynı zamanda. Uzun yıllar Doğu
Roma topraklarının esasını teşkil etmiştir. Sonraları Türkler tarafından
yönetilmiştir. Önceleri Balkanları yurt edinen Müslüman Türkler, 1071 yılındaki
Sultan Alpaslan öncülüğünde kazanılan Malazgirt Meydan Muharebesi'nden itibaren
Anadolu’da varlıklarını göstermişler, buraları âdeta yeniden yoğurmuşlar, imar
etmişler, renklerini vermişler ve kendilerine kadim vatan edinmişlerdir. Bin
yılı aşan bu uzun süreç, Anadolu’da yaşayan herkese, sanki dünya
yaratıldığından beri buralarda olduğu duygusunu yaşatmaktadır. Zaten dünyanın
diğer yarısı olarak tanımlanan Batı için bir yönüyle Anadolu, Ortadoğu ve Asya’nın
hepsi birdir, hepsi “öteki”dir. Bundan dolayı, sadece çoğunluğa sahip Türklerin
değil, Anadolu’yu yurt edinmiş farklı ırklar ve kavimlerin de derin duygularla
bağlandığı bir coğrafyadır Anadolu. Onun için Anadolu, bir yönüyle sulh-selâmet
topraklarıdır.
Evet,
acılarımız olmuştur, birbirimizi üzmelerimiz, hatta birbirimizin canını
acıtmışlıklarımız vardır, ama Anadolu yine de yeryüzünün dostluk ve barış
vadisidir. Onun için göç, tehcir, iş veya başka sebeplerle Anadolu’dan uzaklaşan
herkes buraları özlemle anar.
Anadolu
ve İslâm
Anadolu
binlerce yıllık medeniyetler vadisi olmakla birlikte, bin yılı aşkındır rengini
büyük ölçüde İslâmî değerlerden almıştır. Anadolu’da hangi şehre yolunuz
düşerse düşsün, İslâm medeniyetinin somut ve soyut unsurlarına, zaman içinde yok
edilmişlerse izlerine, ruhuna ve bilgisine rastlamak mümkündür. İslâm
Medeniyeti, Anadolu’yu yoğururken yerel tecrübeyi de hazmederek içine almış,
böylece hem yerel, hem de evrensel miras oluşmuştur. Böylece İslâm’ın farklı
yorumları, İslâm dışındaki diğer din mensupları ve Türkler dışında çok sayıda
etnik yapı, kendini coğrafyanın asil unsuru olarak ve “Ben Anadolu’yum” diyerek aidiyetlerini ortaya koymuşlardır.
Anadolu’da
Selçuklu, Osmanlı ve beyliklere ait somut medeniyet unsurlarının çeşitliliğine
ve çokluğuna bakıldığında, Müslümanların, kendi evleri/yurtları saydıkları
Anadolu coğrafyasını sevgiyle nakış gibi işlediklerini anlamak kolaylaşır. Meselâ
Ulu Camiler, bulundukları yerlerde âdeta tapu gibidirler. Çok kubbeli bu
yapılar, şehir sakinlerinin ikinci evi olarak yapılmışlardır âdeta. İç büyüklüğü
ve geniş çevresi ile kuşatıcı ve misafirperverdirler. Medreseler, Müslüman
Türklerin hem mimari, hem ilim, hem de sosyal derinliklerini gösterir. Her
yerde medrese vardır, bazı yerler ise âdeta birer ilim merkezidirler. İlim
merkezlerindeki medreseler hem büyüktür, hem hocaları parmakla gösterilecek
kadar birer otoritedirler.
Anadolu’da
kaç bin medrese olduğunu bilmeye gücümüz yok. Yine de bazılarını örnek olsun
diye sayalım: (Anadolu Selçuklu döneminden) Kayseri Koca Hasan Medresesi, Kayseri
Hunat Hatun Medresesi, Konya Karatay Medresesi, Konya Sırçalı Medrese, Sivas
Burûciye Medresesi, Amasya Gökmedrese, Erzurum Çifte Minareli Medrese; (Osmanlı
döneminden) İznik Osman Gazi Medresesi, Fatih Sahn-ı Seman Medreseleri,
Ayasofya Medresesi, Süleymaniye Medresesi, Edirne Beylerbeyi Medresesi…
Külliyeler, Anadolu’da yerleşik şehir hayatının önemli mekânlarıdır. Külliyelerde camiyle birlikte kurulan medrese, kütüphane, imaret, hastane ve hamam gibi yapılar vardır. Külliye, şehrin kalbi gibidir; bu yönüyle tam bir yaşam merkezidir. Araya bir cümle sıkıştırarak şunu demek isterim: Bugünkü AVM’ler, külliyelerin taklididirler veya onlardan ilham ile tasarlanmışlardır.
Ticaret
ve seyahatlerin olmazsa olmazı hanlar, kervansaraylar, bedestenler ve çarşılar;
Müslümanların sağlık ve tıbba verdikleri önemi gösteren daru’ş-şifalar; temizliğin
işareti sayabileceğimiz hamamlar; iyiliğin suya dönüşmüş hâli olan sarnıçlar,
su kemerleri, çeşmeler ve sebiller; canlıya dostluğun zarif örneği kuş evleri; ulaşımın
olmazsa olmazı köprüler; incitmeden yardım etmenin modeli sadaka taşları… Daha
pek çok medeniyet unsuru sayabiliriz. Üstelik bunlar, somut unsurlar,
soyut-manevî medeniyet unsurlarını da yazmaya kalksak, uzun bir liste yapmamız
gerekir.
Evet,
Anadolu bir coğrafya adıdır ve bu adın içinde işte bu somut-soyut unsurların
şekillendirdiği bir anlam vardır. Bizler “Anadolu” derken, bütün bu anlama
sahip çıkarak harflere ses veriyoruz. Bir başkası da, meselâ düşmanlarımız,
dostlarımız veya herhangi biri de “Anadolu” derken, anlamını bilerek söylüyor.
Anadolu’nun
gönül coğrafyası
Anadolu,
İslâm etkisiyle oluşmuş somut-soyut medeniyet unsurlarının anlam verdiği bir
coğrafya olmanın yanı sıra, siyasî bir zirvenin mekânı, siyasî bir tevhidin
adıdır. Anadolu bundan dolayı, gövdesi Edirne’den Van’a kadar olan, kanatlarıyla
Balkanlar, Afrika, Asya ve Ortadoğu’ya, hatta daha uzak memleketlere kanat çırpma
sesleri ulaşan bir güvercin veya kartal gibidir. Onun için coğrafya kelimesi bazen
Anadolu için o kadar büyür ki, her iklimden dostlarını da içine alarak bir
gönül iklimi inşa eder. İşte “gönül coğrafyası” tanımı burada devreye girer!
Yazının
başında dediğimiz “Coğrafya, içimizdeki
duyguları coşturmada vatan ve yurt kelimeleri kadar mistik yönü güçlü olmasa da…”
sözü burada, bir ölçüde geçerliliğini yitirir. “Gönül” ve “coğrafya” kelimeleri
bir araya gelince sınırlar kalkar, mesafeler yakınlaşır, insanlar selâmlarıyla birbirine
ulaşır. Anadolu üzerinden ortaya çıkan bu birlik, aynı zamanda Osmanlı’dan
miras kalan bir millet şuurudur. O şuur, kadim bir silsile ile Hazreti
Peygamber Efendimize kadar ulaşır. İşte onun için Anadolu, Kudüs ve
Mekke-Medine ile birlikte, yeryüzündeki Müslümanların kulak verdiği, haber
beklediği, rotasını izlediği bir merkezdir. Aynı ruhun etkisiyle, Çanakkale
Savaşlarında dünyanın her köşesinden Osmanlı’ya hem maddî yardım geldi, hem de
insan. O dönem Kosova, Bosna, Bağdat, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Filistin
ve Azerbaycan’ın kalbi Osmanlı ile birlikte Çanakkale’de attı. Çanakkale
Şehitliklerine ziyarete gidenler, oradaki mezar taşlarında sadece Anadolu
illerinden değil, Anadolu’yu dost bilen memleketlerden de insanların isimlerine
mezar taşlarında ve kitabelerde rastlamaktadırlar. Çanakkale’de yan yana yatar
Anadolu’nun gençleri ile Anadolu’yu seven memleketlerin gençleri. Âkif’in, “Vurulup tertemiz alnından, uzanmış
yatıyor./ Bir hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!” dediğine bunlar dâhildir.
Osmanlı’nın dağılması ve eski topraklarımıza göre daha küçük bir alanda kurduğumuz
Türkiye için bu bakış açısı değişmeden devam etmiştir.
Anadolu’nun gönül coğrafyasındaki milletler, ülkeler ve topluluklar Türkiye’deki her gelişmeyi yakından izlemişler, ne zaman kendilerine ihtiyaç olduğunu görseler, ellerinden geldiğince yardıma koşmuşlar, dualarına Türkiye’yi eklemişlerdir. Türkiye’de meydana gelen depremler ve afetler, seçimler ve siyasî gelişmeler, sportif ve kültürel başarılar, diplomatik atılımlar sadece 81 ilimizdeki insanı değil, Ortadoğu, Balkanlar, Afrika ve Asya başta olmak üzere dünyanın her yöresindeki soydaş ve dindaşlarımızın ilgi alanına girmiştir. Afrika kıtasındaki devletler başta olmak üzere, ilişkilerimizin sık olmadığı pek çok memlekette Türkiye’den gidenlerin, oranın yaşlılarınca Osmanlı’nın temsilcisi gibi karşılanarak misafir edilmeleri, bu bağın somut tezahürlerindendir.
Bugün ihtiyacımız olan şey “coğrafya şuuru”dur. Coğrafya şuuru, yaşadığımız toprakların ve seyrettiğimiz gökyüzünün, bize nimet olarak verilen mevsimler, nehirler ve dağların, birlikte yaşadığımız insanların ve tüm canlıların hakkını birlikte koruma sorumluluğudur.
Türkiye’ye
karşı duyulan ve kaynağı asırlara varan bu sevginin tezahürlerine en son 15
Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminde şahit olduk. O gece, hain darbe
girişiminin olduğu duyulmaya başlanınca, Türkiye’nin dostu pek çok ülkede
insanların sokağa çıktıklarını, camilere giderek dualar ettiklerini, kendi
devlet yetkililerine, darbeye karşı olduklarına dair mesaj yayınlamaları için
telkinde bulunduklarını öğrendik. Konuyla ilgili içimizi ısıtan haberler ve
videolar günlerce medyada yer aldı.
Anadolu
ve Türkiye’ye karşı hissedilen duyguları uluslararası ilişkilerde de görmek
mümkün. Uluslararası arenada, BM ve AB gibi küresel kuruluşlarda Türkiye’nin
göstereceği tavır ve takınacağı tutum, dünyanın mazlum ve mağdur bölgelerinde
dikkatle izlenmektedir. Bu takibin iki gerekçesi bulunmaktadır. Birincisi,
Türkiye’yi Osmanlı’nın devamı görmenin getirdiği yakınlık hissi; ikincisi ise,
Türkiye’nin takınacağı tavrın dünyadaki pek çok bölgeyi etkileyeceğine dair
bilinç veya umut…
Son
yıllarda Recep Tayyip Erdoğan’ın önce Başbakan, sonra da Cumhurbaşkanı olarak
uluslararası toplantılarda yaptığı konuşmaların pek çok ülkede naklen izlenmesi
ve konuşmalarının satır aralarının irdelenmesi buna örnektir.
Türkiye’nin
açılımları
Dünyanın
her yerindeki dindaş ve soydaşlarımızın yanı sıra, mazlum ve mağdur milletlerin
Anadolu coğrafyasına yönelik bitmek bilmeyen ümitvar beklentilerine, son
dönemde Türkiye iki şekilde cevap vermeye çalıştı.
Bir:
Devlet olarak akraba, soydaş ve dindaş tüm milletlere yönelik diplomatik
zeminde sosyal, kültürel ve dinî çalışmalar…
İki:
Yardım kuruluşlarımız başta olmak üzere, sivil ve meslekî kuruluşlarımızın
yaptığı çok yönlü çalışmalar…
Türkiye’nin
Afrika açılımı, devletin diplomatik zeminde yürüttüğü çalışmalara örnek
verilebilir. Afrika, 30 milyon kilometrekarelik toprağı ile yeryüzünün ikinci büyük
kıtasıdır. Bu büyük kıta, birçok açıdan Anadolu coğrafyasının akraba, dost ve
komşu coğrafyasıdır. Bu güzelim kıta, maalesef Batı için asırlarca sömürge
alanı olmuştur. Ancak görünen o ki Afrika, uluslararası sistem içerisinde gittikçe
daha etkin role sahip oluyor ve uluslararası gelişmeleri daha fazla etkileme
gücüne erişiyor. Türk Dışişleri’ne göre, “Bugün 1 milyarı aşan nüfusu ile
dünya nüfusunun yüzde 15’ine ev sahipliği yapmakta olan Afrika’nın, 2030’da 1,6
milyarlık nüfusa ulaşması ve dünya nüfusunun yüzde 19’unu oluşturması
beklenmektedir”.
Türkiye’nin Afrika açılımı, metinlerde şöyle ifade edilmektedir: “Afrika ülkeleriyle son yıllarda gelişen ilişkilerimiz, Türk dış politikası için bir başarı öyküsüdür. 1998 yılında başlayan Afrika’ya Açılım Politikası süreci bugün başarıyla tamamlanmış ve ticaret hacminden siyasî diyalog mekanizmalarına, eğitim faaliyetlerinden ekonomik yatırımlara kadar birçok alanda hızlı ilerleme sağlanmıştır. Böylece Osmanlı’dan günümüze kadar bir Afro-Avrasya (Avrupa-Asya-Afrika) ülkesi olan Türkiye, 21. yüzyılın gerçekleriyle uyum içerisinde Afrika politikasında yeni bir döneme girmiştir. Afrika politikamızın amaçları; Afrika kıtasında barış ve istikrarın tesisine katkıda bulunmak, Afrika ülkelerinin siyasî, ekonomik ve sosyal kalkınmalarına yardımcı olmak ve bu amaçla siyasî, ekonomik, ticarî ve de insanî yardım, yeniden yapılanma, güvenlik, kamu diplomasisi ve arabuluculuk alanlarında karşılıksız yardımda bulunmak, Afrika’nın kaynaklarının Afrikalılara yarar sağlayacak şekilde geliştirilmesine katkı sunmaktır…”
“Dünya’nın
Anadolu coğrafyasından beklentilerine, son dönemde Türkiye iki şekilde cevap
vermeye çalıştı” demiştim. İkinci olarak, yardım derneklerimiz başta olmak
üzere sivil ve meslekî kuruluşlarımızın yaptığı çok yönlü çalışmaları
zikredebiliriz. Kızılay, İHH, Cansuyu ve Deniz Feneri gibi sayısı 20’ye
yaklaşan yardım derneklerimiz, iki dinî bayramda dünyanın 100’den fazla
ülkesine yardım götürmektedir. Bu yardımlar, sadece yardım olarak kalmamakta,
kalıcı diyalogların gelişmesine vesile olmakta, farklı işbirliklerinin kapısını
da aralamaktadır.
Diyanet
İşleri Başkanlığı ve Diyanet Vakfı, TİKA, Yurtdışı Türkler Başkanlığı, Yunus
Emre Enstitüsü, Gönüllü Teşekküller Vakfı ve İDBS de, Türkiye’nin omuzlarındaki
tarihî sorumluluğu yerine getirmeye çalışan kuruşlarımızdandır. Son dönemde
bunlara Maarif Vakfı da eklendi. Ayrıca İİT ve IRCICA ile D-8 bünyesindeki bazı
çalışmaları da bu listeye dâhil edebiliriz.
Coğrafyamızın
iki kanadı: Balkanlar ve Asya
Balkanlar,
Anadolu’nun fikrini götürmek istediği Avrupa’nın kapısı, Asya ise Anadolu’nun
geldiği yerdir. Onun için bu iki coğrafyanın kulağı ve gözü her zaman
Anadolu’da ve Türkiye’de olmuş, Osmanlı ve Türkiye’nin kulağı ve gözü bu
coğrafyalarda olagelmiştir.
Çoğu
izlerin silinmesine rağmen Balkan topraklarında Osmanlı’nın kadim izlerine
rastlamak mümkündür. Metinlerde, Osmanlı’nın tarihi boyunca Balkanlarda 15 bin 787 mimari
eser inşa ettiği yazılıydı. Ancak Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ile Türk
Tarih Kurumu’nun (TTK) önderliğinde başlatılan yurtdışındaki “Osmanlı
Eserleri Envanteri Projesi”nin Balkanlar ayağındaki çalışmalar ile bu sayının
30 bin civarında olduğu tespit edildi.
Envantere
göre, ayakta kalan eserlerden 5 binine acil müdahale gerekiyor. Envanterin en
önemli ayağı olarak görülen 11 Balkan ülkesindeki saha çalışmalarında, sadece
ayakta kalanların değil, yıkılmış veya ortadan kaldırılmış eserlerin de izi
sürülüyor. Balkanlarda yapılan çalışmaların ardından ortaya çıkan tablo oldukça
acı! 11 Balkan ülkesindeki Osmanlı eserlerinin yaklaşık yüzde 90’ı yıkılmış.
İmzalanan protokollerle devlet kurumları üzerinden yürütülen ve bu alanda bir
ilk olan envanterin hem Ankara’nın, hem de bu ülkelerde yaşayan soydaşların
eserler üzerindeki hâkimiyetini arttırması bekleniyor.
Bugünkü isimleriyle saymak gerekirse 30 bin eser, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Bulgaristan, Karadağ, Kosova, Macaristan, Makedonya, Romanya, Sırbistan ve Yunanistan’ın değişik bölgelerindedir. Onun için bugün bile, bu ülkelerin bazı sokaklarında gezerken kendimizi Bursa’da, Konya’da, İstanbul’da veya Kastamonu’da gibi hissedebiliriz. Onca değişime rağmen derinlerden gelen ortak bir ruh bizi sarar, sarmalar.
O ülkelerdeki pek çok şehir, bize İstanbul gibi yakın ve dost gelir. İlk kıblemiz Kudüs, bu coğrafyadadır. Mekke ve Medine gibi Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in şehirleri de aynı bölgededir.
Orta
Asya ise bizim anayurdumuz, ata ocağımızdır. Zaman zaman bağlarımız
zayıflatılmış olsa da, biliriz hamurumuzda Orta Asya’nın toprağı olduğunu. Asya’daki
şehirler bizim için şiir gibi sıcaktır. Peş peşe sayarız adlarını. Buhara,
Semerkant, Taşkent, Tirmiz, Urumçi, Kandahar, Kaşgar, Türkistan, Bişkek, Herat…
Her bir şehir bize önemli isimleri hatırlatır. İmam-ı Tirmizî, Hoca Ahmet
Yesevî, İmam-ı Buharî, Muhammed Bahauddin Nakşibendî, Kaşgarlı Mahmut, Ali Şir
Nevaî, Yusuf Has Hacip, Uluğ Bey, İbni Sina, Osman Batur…
Balkanlar
ve Asya’yı solukladığımızda görürüz ki, Anadolu, Balkanlar ve Asya, aslında
birbirinin koruyucusu, dostu, komşusu olan coğrafyalardır. Her ne kadar Orta Asya
bizim için daha yakın ise de bağımız, Orta Asya’yı aşarak Asya’nın diğer
bölgelerine de ulaşır.
Ortadoğu
ve İslâm dünyası
Anadolu’da
yaşayan biri, kendisini bazı coğrafyalar ile yakın hisseder. Afrika, Balkanlar
ve Asya bunlardan üçü. Ortadoğu ise Anadolu’nun hem komşu coğrafyası, hem de
pek çok sebeple iç içe olduğu bir bölgedir. “Ortadoğu” çok sevmediğimiz bir
tanımlama olmakla birlikte, dilimize -maalesef- iyice yerleşti. “Ortadoğu” kavramı,
Batı zihninin kendi dışındakileri tanımlamak için kullandığı “Yakın Doğu” ve “Uzakdoğu”
ikilisinin üçüncüsü olarak üretilmiştir. Emperyalist zihnin, kendisi dışındaki
tüm coğrafyayı “tek tip” görme stratejisi olarak, onlar için buralar sadece
Ortadoğu’dur. Maalesef biz de “Bilâd-i Şam”, “Hicaz”, “Mezopotamya” ve “Mağrip”
gibi birden çok isimle adlandırılan, birbirinden güzel ve zengin kültürlere
sahip bu geniş alanı tek bir kelimeyle, “Ortadoğu” kelimesiyle ifade eder
olduk. Oryantalizmin başarısıdır bu.
Yaygın kabule göre “Ortadoğu” denilince Suriye, Irak, Katar, Ürdün, Filistin, İsrail, Umman, Kuveyt, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkeler akla önce gelir. Kimi tanımlarda ise bu alan Türkiye, Kıbrıs, Mısır, Sudan, Pakistan ve diğer çevre ülkeleri de içine alacak kadar genişletilir. Hatta bazıları bu sınırı, Müslümanların yoğun olduğu tüm yerleri ekleyerek Avrupa, Asya ve Afrika’nın derinliklerine kadar uzatır. Bundan dolayı dinî yaygınlığı göz önüne alarak, ilgili bazı metinlerde bu geniş bölge “İslâm coğrafyası” olarak da adlandırılmaktadır.
Ortadoğu’yu
bizden saymamızın nedeni çok! Suriye, Irak ve İran başta olmak üzere bölgedeki
ülkelerin çoğunda akrabalarımız var. O ülkelerdeki pek çok şehir, bize İstanbul
gibi yakın ve dost gelir. İlk kıblemiz Kudüs bu coğrafyadadır. Mekke ve Medine
gibi Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in şehirleri de aynı bölgededir. Gülistan
ve Bostan’ın yazarı Sadi Şirazî, üç dilde muhteşem şiir ve eserleriyle bilinen Fuzûlî,
mezhep imamlarımızdan Ebû Hanife ve İmam-ı Şafi gibi din âlimleri de bugün
Ortadoğu diye tanımlanan toprakların yetiştirdiği nadide insanlardandır. Bu
güzel isimler arasına, Haçlı Seferlerinin durdurucusu olan büyük komutan Selahaddin
Eyyubî’yi de eklemek gerekir.
“İslâm
coğrafyası” denilince, genellikle Ortadoğu’nun geniş sınırlarındaki tüm İslâm
ülkeleri anlaşılmakla birlikte, “İslâm dünyası” denilince de İslâm İşbirliği
Teşkilatı’na tüm üye ülkeler ve üye olmayan ülkelerdeki tüm Müslüman
topluluklar kastedilmektedir. “İslâm âlemi” veya “İslâm dünyası”, müminlerin, resmî
sınırlara takılmaksızın, kalplerde ve zihinlerde inşa etmek istedikleri kardeşlik,
vahdet, dostluk ve işbirliği coğrafyasının adıdır. O coğrafya kurulursa
insanlık artacak, zalimlik azalacaktır.
Coğrafya
düşmanlığı
14.
yüzyıl düşünürlerinden ve sosyolojinin öncülerinden İbn-i Haldun’un meşhur
“Coğrafya kaderdir” şeklindeki sözü, bugünlerde yol haritamızı ortaya koyan aydınlık
ve mübarek bir sözdür. İbn-i Haldun bu sözü, iklimler ve yaşanan bölgenin, insanların
davranışlarına ve milletlerin asabiyesine etkilerini ifade etmek için
söylemişti. Coğrafyanın sahip olduğu iklim ve mevsimler, insanların hem fizikî
yapılarında belirleyicidir, hem de imkânlar, nimetler, fırsatlar, riskler ve
hastalıklar gibi hayata dair unsurlar konusunda ayırt edici özelliklere
sahiptirler.
Coğrafya,
bunun yanı sıra milletlerin dostları ve düşmanlarını da belirleyen önemli bir
aktördür. Emperyalistler ve sömürgeciler, kendi yaşadıkları bölgeler dışındaki
coğrafyalara hep “yabancı” gözüyle baktılar. Maalesef onların dünyayı keşifleri
ve savaşları, çoğunlukla işgal, yağma ve sömürü gibi emperyalist amaçlar
taşıdı. Batılıların coğrafya endeksli düşmanlıklarından en bilineni ise 11. yüzyılda
başlayan Haçlı Seferleri oldu. Haçlı Seferleri, Papa'nın talebi ve vaatleri sonucunda,
genellikle Müslümanların ellerindeki toprakları
ele geçirmek ve maddî zenginliklere sahip olmak için başlatıldı. Bazı
tarihçilerce göre başlangıcı 9. yüzyıla kadar götürülen Haçlı Seferleri, 15.
yüzyılın sonuna kadar devam etti. Haçlıların öncelikli hedefi Anadolu, Kuzey
Afrika ve Kudüs’tü. Haçlı orduları, geçtikleri her yeri talan ettiler. Bu
talanlardan sadece Müslümanların yaşadıkları bölgeler etkilenmemiş, o dönem
henüz İslâm toprağı olmayan Bizans şehirleri, meselâ İstanbul bile
yağmalanmıştır.
Avrupalı
Haçlı zihniyeti sadece Anadolu’ya değil, Anadolu’nun gönül coğrafyasına da hep
düşmanca ve sömürgeci gözle baktı. Yardıma muhtaç bir millete yardımcı olmak yerine,
onların topraklarını ya işgal etti ya da sömürge ilan ederek talan etti. İşte sömürgecilerin,
bazısı asırlarca sürmüş sömürge listesi!
·
İngiltere:
Hindistan, Sudan, Kıbrıs, Malta, Mısır, Birmanya.
·
Fransa:
Tunus, Fas, Suriye, Cezayir, Madagaskar, Hindistan ve Sudan’ın bir bölümü ile
Çin.
·
İtalya:
Trablusgarp ve Eritre.
·
Almanya:
Uganda, Kenya, Kamerun, Yeni Gine’nin bir bölümü, Güneybatı Afrika, Karolin,
Maryan ve Marshall Takım Adaları.
·
Rusya:
Sibirya, Türkistan ve Japon Denizi kıyıları…
Hatta Fransa’nın 1958 yılına kadar sömürdüğü Afrika ülkelerini bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da sömürmeye devam ettiği, bu ülkelerden “Koloni Vergisi” adı altında her yıl yüklü miktarda para aldığı bilgisi kaynaklarda yer alıyor.
Emperyalistlerin,
Anadolu, Afrika, Mezopotamya, Bilâd-i Şam, Arap yarımadası ve Asya’daki
ülkelere yönelik Haçlı Seferleri ve sömürgeleştirme hareketleriyle başlattığı
coğrafya düşmanlığı, sonraki yıllarda Oryantalizm ile sahip olunan bilgilerin
bölgemiz aleyhine kullanılmasıyla devam etti. Emperyalistler, Avrupa Birliği
gibi kuruluşlar ile kendi coğrafyalarında birlik sağlamaya çalışırlarken,
bölgemizdeki din, mezhep, ırk ve aşiret gibi her tür farklılığı ayrılık unsuru
olarak kışkırtmaya çalıştılar. Bu kışkırtıcılıklarını halen devam ettiriyorlar.
Biz sadece Thomas Edward Lawrence’yi sıklıkla duyarız, ama tarihçiler, Osmanlı’nın
parçalanması sürecinde yüzlerce İngiliz görevlinin Araplar, Kürtler, Ermeniler
ve Türklerin arasında Lawrence gibi çalıştığını anlatmaktadırlar. Bölge ülkelerindeki
darbeler, askerî işgaller, iç çatışmalar ve diktatörlüklerin arkasından hep
onlar çıktı. Emperyalistlerin Haçlı Seferleriyle başlayarak sömürgecilik ve
Oryantalizm ile devam eden coğrafyamıza yönelik düşmanlıkları, son yüzyılda İslâmofobi,
darbe ve terör destekçiliği ile yeni bir aşamaya ulaştı.
Hatırlamakta
fayda var. Ortadoğu’da bugün hâlâ devam eden kaos ve işgalin son dönemdeki
başlangıç noktası, 20 Mart 2003'te Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere
önderliğinde oluşturulmuş Çokuluslu Koalisyon Kuvvetleri’nin bir askerî
harekâtla Irak'a girmesidir. “İkinci Körfez Savaşı”, “Irak'ın İşgali” veya
koalisyon ülkelerince “Irak'ı Özgürleştirme Operasyonu” olarak tanımlanan bu
süreç, “Saddam’ın elinde kimyasal silah var” iddiasına bağlı olarak başlatılmıştır.
Saddam’ın halkına zalim bir lider olması, maalesef bölge ülkelerini ve dünyayı
bu işgale karşı sessiz kalmasını, hatta desteklemesini ortaya çıkarmıştır. Oysa
şimdi herkes anladı ki, kimyasal silah argümanı üzerinden ABD ve İngiltere,
aslında coğrafyamıza yeni bir işgal harekâtı başlatmıştı. Saddam zaten onların
adamıydı. Saddam’ın elinde kimyasal silah vardı ise, bu silahların ya doğrudan
veya dolaylı kaynağı da onlardı. ABD’nin bölgeyle ilgili parçalama ve yeniden
haritalandırma plânları gizli değil, bunları pek çok ABD’li yazar ve diplomat, kitaplarında
açıkça yazdılar. Kaldı ki, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Varşova Paktı’nın
sona ermesiyle sonuçlanan süreç sonrasında, NATO’nun karşı kutup (düşman)
olarak İslâm dünyasını seçtiği de gizli olmayan bir stratejidir.
Bölgemizdeki
terör ve iç çatışmalarla ilgili bütün suçu dışımızdakilere atmıyorum. Hiç şüphe
yok ki, terörün bu denli yaygınlaşmasında birey ve devlet olarak ihmâllerimizi ve
fikrî problemlerimizi sorgulamaya ihtiyacımız var. Ama yine biliyoruz ki,
bölgemizdeki terör örgütlerinin insan kaynağının çoğunluğu yerel olmakla
birlikte, stratejisi, silahı, teknolojisi ve eğitimi emperyalist ülkelerce
sağlanmaktadır. Hangi terör örgütünü incelersek inceleyelim, arkasında bir veya
daha fazla emperyalist ülkeyi ve onların derin yapılarını görürüz. Türkiye’deki
tüm darbelerin arkasında da Batı desteği vardır; bu gerçek, artık hepimizin
malûmudur. Terör ve darbenin, emperyalistlerin yeni diplomasi aracı olduğuna
kimin kuşkusu var?
Biz
bu terörü yeneriz. Yeter ki el ele verelim, yeter ki buna inanalım! Vahşi olaylar
sonrasında, suçlunun Sünnî veya Alevî, laik veya dindar, Kürt veya Türk değil,
terör örgütleri ve arkasındakiler olduğunu bilelim. Terör şehrimizi vurunca
içimize kapanmayalım, hayatı durdurmayalım, yatırımları yavaşlatmayalım, insanî
gelişmişliğimizi engelleyecek ve insan hakları alanında zafiyet oluşturacak
yanlış kararlar almayalım. DAEŞ/IŞİD kilise düşmanı, ama caminin de dostu değil
ki… DAEŞ Şii düşmanı, ama Sünnî dostu da değil ki… PKK Türk düşmanı, ama Kürt
dostu da değil ki… Terör hepsine düşman, hepimize düşmandır. Terörün dostu yok!
Terörün hepsi aynı, hepsi katil, hepsi insanlık düşmanıdır. Camiye, kiliseye,
cem evine, okula, esnafa, askere, polise, otobüse, mekânlara; Alevîlere,
Sünnîlere, Kürtlere, Türklere, laiklere, dindarlara… Tüm saldırılara milletçe
tek yürek olup karşı durmalıyız!
Coğrafya
şuuru
Bugün
ihtiyacımız olan şey “coğrafya şuuru”dur. Coğrafya şuuru, vatanseverlik ve
yurtseverlik gibi bir sorumluluktur. Coğrafya şuuru, yaşadığımız toprakların ve
seyrettiğimiz gökyüzünün, bize nimet olarak verilen mevsimler, nehirler ve
dağların, birlikte yaşadığımız insanların ve tüm canlıların hakkını birlikte koruma
sorumluluğudur.
İki
gerekçe ile coğrafya şuuruna sahip olmak zorundayız.
İlki,
coğrafyada birlikte yaşamamızdan dolayıdır. Bu yönüyle aynı mekânı paylaşan geniş
bir aile gibiyiz. Aynı coğrafyanın mensupları olarak birbirimize sahip çıkmak,
aramızda adaleti sağlamak ve birbirimizi korumak zorundayız.
İkinci
gerekçe ise, emperyalistlerin hiçbirimizi ayırt etmeden, coğrafyamızın hepsine
düşmanlık yapmalarındandır. Onlar bizi Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Alevî, Sünnî,
Şii, Nusayrî, laik, dindar veya ateist diye ayırmıyorlar; “Ortadoğu”, “Doğu”
veya “Asya” diye ayırıyor, hepimizi “yabancı” görüyorlar. Sadece stratejileri
gereği sıralama yaparak, bazen birimizin sırtını sıvazlayarak diğerimizi
parçalıyorlar.
Emperyalizm,
ırkçılığı da doğuran kendini üstün görme duygusunun sonucunda ortaya çıkmış kibirli
bir hâldir. Kibirlilik hâli, kendileri dışındaki herkesi hor ve hakir
görmelerine yol açıyor. Hor ve hakir gördükleri milletlere ve onların
coğrafyalarına karşı düşmanlıklarını, zamanın ruhuna göre sürekli revize ederek
yeniden üretiyorlar. Bitmek bilmeyen bir düşmanlıktır bu. BM’nin yapısı bile bu
kibrin somut yansımasıdır. Dünyanın en çok silah üreten 5-10 ülkesinin vesayeti
altındadır BM ve tüm dünya.
Türkiye,
tarihten gelen sorumluluğu ve hâlen dünyanın mazlum, mağdur ve mümin
insanlarının ümit beslediği bir ülke olarak, coğrafya şuurunun oluşmasında öncü
olmalıdır. Türkiye, aynı coğrafyada yaşamanın kader olduğunu, aynı coğrafyada,
aynı gökyüzü altında olmanın birbirimizi gözeterek ortak düşmana karşı omuz
omuza olmamız gerektiğini, bölgenin sorunlarını evrensel ve yerel prensipler
çerçevesinde, terör destekçisi sömürgeci güçlere fırsat vermeden kendimizin
çözmesi gerektiğini Afrika, Asya, Balkanlar ve Ortadoğu’nun insanlarına
anlatmalı. Çözüm budur! Coğrafya şuuru, birkaç yüzyıllık gecikmiş bir çözümdür.
Ümitsizliğe
kapıldığımızda, insanlığın en kötü döneminde olmadığımızı düşünelim, el ele
verdiğimizde büyük belâları def ettiğimizi hatırlayalım.