BİZİM
çocukların ikramı… 19 Mayıs tatilinden istifade ederek beraberce gittiğimiz
köyde, kendi evleri olarak ilan ettikleri eski ambarda ikram ettiler. Evlerine
anne ve babaları olarak bizleri davet ettiler. Kapıda bizi karşıladılar, “Hoş
geldiniz!” dediler, yer gösterdiler. “Size kahve yapalım” dediler. Başladık
beklemeye…
Az sonra kahveler servis
tabağı haline getirilmiş eski bir kap içinde sunuldu. Kahvenin tarifi de şöyle:
Fincanın içine yeterli miktarda toprak konuyor, sonra etraftan bulunan bir dal
parçası (bunun adı kaşık) ile yavaş yavaş karıştırılıyor. İyice köpürünce ateş
kısılıyor, sonra ikram ediliyor…
Ben de bu kahveye karşılık
bir teşekkür olması için, onlara çocukluğumun oyuncaklarından biri olan
"ceviz fırıldağı" yaptım, günlerce onunla oynadılar. Ceviz fırıldağı,
şimdi İstanbul’daki evimizde çocuk misafirlerimizi bekliyor.
Evleri de çok güzeldi.
Kullanılmayan fincanlar, kaşıklar, delik tabaklar ve tavalar bir güzel
toplanmış, yıkanmış ve ev eşyası olarak raflara dizilmişti. Avludan
topladıkları tahta parçaları, şişeler, kavanozlar, kavanoz kapakları da evin
diğer eşyaları olarak yerlerini almıştı. Tahtadan yapılmış kitap rafı ile eski
bir iskemle yerli yerine konulmuş, çamurdan yaptıkları elmalar, kekler ve
pastalar da ikram edilmeye hazır masa üzerine dizilmişti.
Çocuğun çocukluğunu
doyasıya yaşamasında, yetişmesinde, alışkanlıklar kazanmasında, zekâ ve
yeteneklerinin gelişmesinde oyuncakların yeri çok büyük. Bu haliyle oyuncaklar,
sadece basit anlamıyla değil, derin anlamıyla da eğitim aracı fonksiyonu
üstlenmektedir. Çocuk yeni bir oyuncak yaparken veya etrafındaki bir nesneyi
oyuncağa dönüştürürken, çocuksu algısının, merakının, heyecanının, hissedişinin
ve becerisinin karşılığını çok rahat bulabilmektedir. Oyuncağı ile oynarken,
hatta onu bozarken ve tamir ederken de bu karşılıklılık artarak devam
etmektedir. Çocuk sonuçta oyuncağı ile hem çocukluğunu yaşamakta, hem de
gelişerek büyümektedir.
Çocuğun kendi yaptığı
oyuncağın eğitim amacı ile yapılmış modern birçok oyuncaktan daha eğitici role
sahip olduğunu söyleyebiliriz. Modern oyuncaklar ve modern eğitim araç
gereçlerinin çoğu, çocuğu edilgen hale getirmekte, onu sürece dâhil etmediği
için de kendisi ile ünsiyet kuracak doğal ve sahici bir zemin
oluşturmamaktadır. Bu sebeple ya sadece didaktik bir eğitim aygıtı ya da uçuk
bir eğlence aracılığından öteye geçememektedir.
Çocukluğumuzda
etrafımızdaki birçok şeyi birkaç işlemle oyuncağa dönüştürüverirdik.
Oyuncakları yaparken çakı kullanmayı, ip bükmeyi, çivi çakmayı, boya
karıştırmayı, çizgi çekmeyi, düğüm atmayı ve daha birçok şeyi öğrenirdik. Bazen
o kadar ince çalışırdık ki usta elinden çıkmış gibi estetik oyuncaklarımız
olurdu. Örneğin ağaç dallarına su yürüyünce ceviz veya söğüt dalından -üflendiğinde
ses çıkaran- höpçü, düdük ve zurna, "Y" harfi gibi bir ağaç dalı ve şambrel
parçası bulduğumuz zaman sapan, kış gelince de birkaç tahta parçasını çakarak
kızak yapardık.
Çocuğunuza o rengârenk ve
elektronik oyuncakların yanı sıra (yerine değil), zaman zaman doğal oyuncaklar
da almanızı öneririm. En güzeli, çocuğunuzun kendi oyuncağını kendinin
yapmasını sağlayacak ortamlar oluşturmanızdır. Bahar ve yaz mevsiminin bu
öneriyi gerçekleştirmek için uygun bir zaman olduğunu da hatırlatmak isterim.
Sakın “Bu zamanın çocukları sevmez bunu, ilgilenmezler, beğenmezler” demeyin!
Bizimkiler, İstanbul’dan götürdükleri o cicili bicili oyuncaklara bakmadılar
bile. Çamur, toprak, tahta, dal, yaprak, ne buldularsa onlarla oynadılar, acayip
de mutluydular…
“Gode gode göndere, gökten
yağmur indire”
“Sicim gibi” derdik bahar
yağmuruna, incecik ve aralıksız yağardı. Toprağın derinliklerine iner, ekinlere
bayram ettirir, kokusunu değiştirirdi toprağın. Bazen de haftalar geçer, yağmur
yağmazdı. Nisan geçer; Mayıs, hatta Haziran, Temmuz gelir ama yine yağmazdı. Köylüler
sürekli göğe bakarlar, bağı bahçeyi veya kırı gezerler, kuruyan toprağı
elleriyle yoklarlardı. O günlerde her sohbetin konusu yağmur olurdu. Her
defasında "Ah bir yağsa…"
diye başlayan cümleler kurulurdu. Türbelerde veya köy odalarında yağmur duaları
yapılır, keşkekler yenir, pilavlar kaşıklanır, şerbetler ve ayranlar içilir,
sonra Allah’a kalkardı eller bir damla yağmur düşsün diye. Bir damla... Gerisi
gelirdi çünkü.
Çocukluğuma dair en güzel
hatıralardan biri de "Gode"dir.
Gode, çocukların manili, türkülü, oyunlu yağmur duasıdır. En son 1970’lerin ilk
yarısında oynadığımızı hatırlıyorum Gode’yi, sonra unuttuk gitti.
Köyde herkesi tedirginlik
alınca çocuklar olarak toplanırdık, kızlı erkekli, hiç değilse 20-30 kişi
olurduk. Birimiz bir tepsi alırdı kafasına, tepsinin içinde az çimen olurdu,
biraz çamur, bir de kurbağa. Yorulunca bir başkası alırdı kafasına. Çimen
bitkileri ve ağaçları temsil ederdi; çamur ekini, üretimi, bağı bahçeyi;
kurbağa ise tüm hayvanları. Tabiî biz çocuklar da bütün insanları…
Köyün bir tarafından
başlardık dolaşmaya. Her evin avlusuna girer, kapıyı çalar, tekerlememizi
söyleyerek selamlardık ev sakinlerini: "Gode gode göndere…/ Gökten
yağmur indire!/ Ekinler sulu sulu,/ Ambarlar dolu dolu…/ Acımızdan kırıldık,/ Bük
dibine koyulduk./ Allah bize yağmur!"
Gode çocuklarına ikram
başka olurdu. Evdeki herkes irezlüğe, cumbaya çıkar, kuruluğa dizilir,
pencerelerden hayranlıkla bakarlardı. İlgiyi görünce sesimiz daha gür çıkardı.
Her evde bize verilmek üzere bir şeyler hazırlanmış olurdu zaten. Bize ayrılanı
alır, tekerleme ağzımızda avludan çıkardık.
Otuz haneydi köyümüz. Bir
saatten fazla sürerdi ziyaretimiz. Hiçbir kapıdan boş dönmezdik. Kimi bulgur
verirdi, kimi keşkeklik, kimi de başka şeyler. Her avludan çıkarken arkamızdan
üzerimize doğru su boşaltılırdı. Yapılan her şeyin bir anlamı vardı. "İşte böyle yağmur yağsın!" demekti bu.
Birkaç saat sonra köyün
bir yerinde toplanır, topladıklarımızı güzelce ayırır, yıkar ve pişirmeye hazır
hale getirirdik. Köyün uslularından, eli yatkın bir kadından bunları
pişirmesini rica ederdik.
Kazan çatılır,
evlerimizden getirdiğimiz odunlarla hemen ateş yakılırdı. Bir güzel pişirilirdi
topladıklarımız. Herkesin kaşığı ve tabağı yanında olurdu zaten. Afiyetle
yerdik pişirilenleri. Herkesin emeği, her evin mahsulü ve her yüreğin duası
olurdu tabağımızda.
Yağmur, çoğu kez kaşıklar
elimizdeyken yakalardı bizi, sevinirdik. O an duamızın kabul edildiğini,
Allah’ın bizi sevdiğini, bize acıdığını, ekinlerimize, toprağımıza acıdığını,
köyümüze rahmetini esirgemediğini hissederdik. Her birimizin gözleri güler, yüreğimiz
kıpır kıpır ederdi. Allah’ımızın en çok da biz çocukları sevdiğini, bizim
duamızı kabul ettiğini hissederdik.