GÜLÜNÇ hâllerimize güleyim mi, üzüleyim mi, acıyayım mı, kızayım mı bilemedim. Çocukluğumu, özellikle de evlilik öncesini düşündüm, kaygılandım, sorguladım. Evlenip çocuk sahibi olunca bu durum zirveye ulaştı. Şimdi ise acayip rahatım, huzurluyum. Buyurun, okudukça siz de düşünün, düşündükçe de ne hissedeceğinize siz karar verin. Sonra da hep beraber hem düşüncelerimizi, sözlerimizi hem de davranışlarımızı değiştirelim veya değiştirmeyelim. Soru soru gidelim diye düşünüyorum. Zannedilmesin ki davranışçı, bilişselci, Montessori gibi akımları bilmeden, incelemeden, 5 yıllık MEB’deki öğretmenliğim ve üniversitedeki 6 yıllık hocalığım vesilesiyle edindiğim tecrübeyi dikkate almadan şurada atıp tutuyoruz. Bütün bu müktesebatımızdan süzülüp gelen ve size arz edeceğim formül şu: “Çocuğumu veya bir çocuğu belirleme imkânım, yetkim ve pek tabii ki sorumluluğum yok ve ben ancak ona karşı sorumluluklarımı, görevlerimi yerine getirmekle mükellefim.”
Kötü evlat, anne babanın yüzünden, iyi evlat da anne babanın sayesinde midir?
Evladımızın iyi birisi olması için ne gerekiyorsa, doğru bildiğimiz ne varsa onu yaparız veya yapmayız. Onları yaptıysak kendimizi çok iyi hissedelim, yapmadıysak da lütfen kendimizi kötü hissedelim. Bu iş de her konu gibi çiftçinin tarlayı sürüp tohumu atması, gerekli bakımını yapıp sonra da dua etmesiyle aynıdır. “Evladı şöyle olmuş, böyle olmuş”diye başka ebeveynleri de kınayıp ayıplamayalım.
Başarısız çocukların suçlusu veya başarılıların kahramanları anne babaları mıdır?
Anne babalar okullara hazırlık aşamasında, iş aşamasında çocukları için kendilerini perişan ediyorlar. Özellikle aralarında kişisel gündemleri olan insanların çocuklarıyla onları mukayese edip kendilerini iyi veya kötü hissediyorlar. Bu yüzden kendini iyi hisseden de gülünçtür, kötü hisseden de. Yarıştaki atın, futbol takımının başarısında taraftarın ne gibi bir katkısı olabilir ki? Anne babanın da çocuklarının başarısında yetkisi o kadardır.
Siz ölseniz küçük çocuklarınızın berbat şartlarda yaşayacağından emin misiniz?
Bir zamanlar ölmek istemeyişimin tek sebebi bu idi. “Ben ölürsem çocuklarım ne olacak? Okulları, eğitimleri, giyim kuşamları, yeme içmeleri, evlilikleri…” Biraz düşününce ne büyük bir haddini bilmez, ne korkunç bir kibirli olduğumu anladım. Neden mi? Hayattayken rızıklarını sanki ben veriyordum, yetişmelerini sanki ben temin ediyordum, sağlıklarını sanki ben koruyordum. Kendi gözümde kendim küçüldükçe küçüldüm. Gülünç hâlime hem acıdım hem de kızdım. Düşünebiliyor musunuz, bir su bardağının suyun taşınmasına vesile olmasının dışında kendinde başka güçler görmesi ve “Suyu yarattım, suyu size getirdim, suyla size hayat verdim” demesi gibi oluyordum âdeta. Bu duygu ve düşünceden kurtulunca tekrar kendime geldim. Artık hücrelerime kadar hissediyorum ki Allah benim üzerimden gönderiyor, o kadar! Bunun şerefi de dünyanın en önemli şereflerindendir ve bana yeterlidir. Keşke bu şerefe layık olabilsem…
Dünyaya gelmesine yol açtığımız çocuğun şeklini şemalini, iç dünyasını kim tasarladı? Yoksa biz mi!
Oğulları yakışıklı, kızları güzel ve aynı zamanda çevresiyle iletişimleri yoğun ve kaliteli ise anne babalar her nedense bunları kendilerinden bilmeye çok müsaitler. Tersi olanlar da ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilemezler. Hele çocuk bir de engelliyse âdeta ellerinde mikroskopla mikrop arayan temizlik uzmanları gibi çocuğun engelli olmasına sebep olan suçluyu bulmaya çalışırlar. İlk aday annedir. Sonra baba, daha sonra nine, dede, derken liste uzar gider. Geçmişte yapılan hatalar, soy sop irdelemeleri falan. Eğer çocuğun engelli olacağı anlaşılırsa doğum öncesi veya nadiren doğum sonrası çocuk “Allah yaratmış”denmez ve öldürülür. “Ölmesi daha hayırlı” diye düşünülen bir grubun mensubu oldunuz mu bilmiyorum. İşte bendeniz o gruptan, engelli biriyim. Bütün bu süreçleri iliklerime kadar hissederek farkına vardım ki ne dışımızı ne de içimizi anne babaların belirleme imkânları ve yetkileri yok. Belki bir paradoks, mantıksızlık olarak görünecektir, imkânımız ve yetkimiz olmasa da sanki imkânımız ve yetkimiz varmış gibi çocuklarımızın dışını, içini şekillendirmeye çabalamalıyız. Bizim görevimiz şekillendirmek değil, çabalamaktır. Şekillenip şekillenmemesinden biz sorumlu değiliz ancak çabalamaktan veya tembellik yapmaktan sorumluyuz. İnşallah başka bir fırsat doğar da bu konuyu konuşuruz.
Küçük yaşlarda çocukların anna babaları kadar düşünemeyeceğine, anlayamayacağına ve bilemeyeceğine gerçekten inanıyor musunuz?
Kesinlikle böyle bir inancın olduğuna fakat bu inancın da yanlış olduğuna bir o kadar inanıyorum. Küçük yaşlarda anne ve babasının çözdüğünden daha karmaşık matematik problemi çözebilen, onlardan daha fazla sure ezberlemiş hatta hafız olan çocuklar gerçeği varken daha biz neyi konuşuyoruz? 13, 14 yaşlarında çevremdeki yetişkinlerin basit basit konuları düşünemeyişlerine, üstelik başkalarının düşünebildiklerini düşünemeyişlerine şaşar kalırdım. Üstüne üstlük buna öyle inanırlardı ki tersinin olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmezler, “acaba” sorusunu sorup başkalarının görüşlerini dinlemezlerdi. “Bacak kadar, aklı ermeyen bir çocuğun yanında ne biçim konuşuyorsun!?” derlerdi. Benim de bu cümleyle kafamda şu soru belirirdi: “Anlatılan konular son derece basit, saçma sapan şeylerken aklımın ermediği şey ne acaba?” Özellikle öğrencilerimle, çocuklarımla sohbet ederken harika şeyler öğrendim ve öğreniyorum. Anlamaya, öğrenmeye açık olunursa eminim herkes öğrenir. Şiddetle tavsiye ederim.
Çocuklarla ilgili farkına vardığım gerçeklerle bizlerin ezberleri birbirinden çok farklı. Öyle farklı ki çoğu zaman gülünç bir durumda. Gerçeklerin dışında bir dünyada yaşadığımızı anlıyorum. İki temel ve belirleyici örnekle yazımızı nihayetlendirelim. İlk örneğimiz, öldüğünde iman etmemiş Ebu Talip’in himayesinde yetişmiş Peygamberimiz ve kendi öz evladı Hz. Ali. İkinci örneğimiz de Nuh A.S. ve kâfir olarak ölen oğlu…