BİR meselenin özünü yakalamak ne kadar kolay, ne kadar zor,
bunu anlatmanın basit bir yolu yok. Herhangi bir sohbet ortamında, sanayi,
teknoloji, sanat, eğitim mevzuları konuşulurken, Batı referans gösterilerek kendi
milletimizin seviyesi aşağılara acımasızca çekilip ezilirken, sohbetin sonunda “merhamet”
meziyetimiz bizi kurtarır. Âdeta bizde olup gâvurda olmayan yegâne meziyettir
merhamet duygumuz. El-hak, doğrudur da.
Merhamet ve acıma kavramları karıştırılır çoğu zaman. Biri diğerinin yerine
kullanılır. Kavramların mânâ farklılıklarını izah etmekle vakit kaybetmek
istemem. Lügate bakın lütfen. Peki, biz sahiden merhamet sahibi miyiz? Yani Rahîm
olan, Rahmân olan, rahmet olan ile ne kadar alâkalı merhametimiz?
Meselâ çocuklarımıza karşı sahiden merhametli mi davranıyoruz? Onları koruma
fikrimiz, merhamet duygumuzla derinleşiyor ve sahiden onlar için bir şeyler yapmaya
yöneliyor muyuz? Yönelişimizin işe yarar bir icat geliştirmeye mecbur kılması
gerekmiyor bizi. Zaten icat herkesin harcı da değil. “Talepkâr” oluyor muyuz en
azından? “En azından” dediğime bakmayın, çok şeydir “talip olmak”.
Talip olmak “arzı” harekete geçirir. Yoksa merhametimiz, çocuklarımıza yönelik
içi boş, çaresiz kaygılara gark olmaktan öteye taşımaz bizi. Öyle de
hissetmiyor musunuz yoksa?
Çocuklarımızın eğitimi için ne yapıyoruz, neyin peşine düşüyoruz.?
Geleneksel bir teslimiyet içinde, ele ne geçerse, kaba bir elemeye tabi tutup
çocuklarımıza sunmaktan başka ne geliyor elimizden.
Geleneksel olanın neye tekabül ettiği muğlak günümüzde. Çocuklarımızın
irtibatta bulunup ünsiyet geliştirebileceği bir geleneğimiz var mı?
Hikâyelerimiz, masallarımız? Özellikleriyle çocuklarımıza timsâl olacak kahramanlarımız?
Gani elbette… Ancak değerlendirilme yöntem ve biçimleri, fazlasıyla ya hamasi
yahut ortalama niteliğin altında.
Sahici geleneğimizle aile ortamında, okulda, sokakta karşılaşmaları mümkün müdür
artık çocuklarımızın? Maalesef hayır! Çocuklarımıza dinî ve millî perspektifle
yazılmış masallar, hikâyeler, romanlar, oyunlar sahiden sizleri tatmin edecek
nitelikte mi? Çoğu berbat illüstrasyonlarla bezenmiş çocuk kitapları, bozuk bir
Türkçe ile yazılmış üstün körü metinler… Peki, ya filmler, diziler, çizgi
filmler, oyunlar? Bir iki istisna hariç, işe yaramaz, bütünü ise iş görmez.
Ne kadar mı karamsarım? Öyle düşünüyorsanız, işiniz zor. Bugün internet ve
dijital medyaya hâkim olan, çocuklarımız tarafından ilgi gören her şeye bir göz
atın. En ilgi çeken filmler, çizgi filmler, oyunlar bütün albenisiyle, yerli ve
millî olanların hayli fevkinde. Doğrusu ben bile hayret ve hayranlıkla
izliyorum çoğunu. Gâvur, yaptığı işi sağlam yapıyor. Konu, kurgu, metin,
görsellik olağanüstü. Bu albeniye galip gelecek bir koleksiyonumuz yok.
Millîlik adına yapılan işlerin çoğu, geleneksel olanın tozunu üflemekten öteye
geçmiyor. Elbette o da mühim. Geleneğin taşınması da elzem. Ancak ondan ibaret
kalmamalı.
Dinî yayınlar derseniz, anlamsız bir taassubun baskısı altında eziliyorlar. “Kültürlü
olsunlar, çağının gerisinde kalmasınlar” diyerek çocuklarınızın ellerine
tutuşturduğunuz tablet, bilgisayar ve onların bağlandığı dünya bir başka
açmazın kapısını aralıyor. O kapı “çoklu kültürlü” bir dünya. Altını çizerek
tekrar yazayım: Çok kültürlü değil, “Çoklu kültürlü dünya”…
Çocuklarımız çok kültürlü olsunlar diye çabalarken, onları daha tehlikeli ve
bizim üstesinden gelemeyeceğimiz kadar zengin -pozitif mânâda değil- bir
dünyaya teslim ediyoruz. Çok kültürlülüğe…
Yani, artık çocuklarımız, şu klasik “kültür emperyalizminin” tehdidi altında
değiller. Çok daha fazlasının tehdidi altındalar! Her biri ötekinden farklı
referansları olan kültürlerin... Amerikan, İngiliz, Alman, Japon, Çin, Hint,
Kore kültürü ve daha fazlasının… Kültürel kodları birbirinden bütünüyle farklı
ülkelerin ürünleri fink atıyor bu dünyada. Ve bu ürünler, eskiden olduğu gibi
adaptasyonu yapılarak pazarlanmıyor. Doğrudan tedavüle sunuluyor.
Kitap, film, çizgi film, diziler bir yana, öteki sanatlar için de geçerli bu
tehlike. Müzikler, moda filan…
Bu yazı maalesef yine bir durum tespiti olarak karşınızda. Mutlaka sizin de
durum tespitinden öteye geçmeyen şikâyetleriniz vardır. Çözüm için, fert olarak
hiçbirimizin elinden bir şey gelmiyor. Şahsî çabalarla üstesinden gelinebilecek
gibi de değil doğrusu. Çaresiz ümitsizliğe düşmek bize yakışmaz. Aşılmayacak
kültürel bir meseleyle yüz yüze değiliz. Peki, nasıl olacak?
Öncelikle ana-babaların uyanması ve talebiyle elbette… Ve devletin millî ve
kültürel bir seferberlik başlatmasıyla... Yoksa yeni dijital dünyanın çoklu
kültürlü enstrümanları, çocuklarımızın zihinsel dünyasını, hassasiyetini,
hissiyatını, düşünme biçimini, reflekslerini fena hâlde şekillendirecek. Belki
de şekillendirdi bile…
Çocuklarınızın eline imkânsız bir çırpınışla tutuşturduğunuz, artık millî kültür beklentilerinin sıkletini kaldırmadığı gibi, çare de olmayan Ömer Seyfettinler, Nasrettin Hocalar... Çocuğa göre değil, çocukça edebiyat yapan koca koca adamların ürettiği bir işe yaramaz şiirlerle, hikâyelerle olmadığı, olmayacağı aşikâr.
O hâlde, çocuklarımızın eğitimi ve kültürü için neyi, ne nitelikte istediğimize
dair kafa yormanın ve talep etmenin vakti!