Kökleriyle
barışık çocuklar için…
ŞÖYLE bir geriye
gidelim; kendi çocukluğumuza… Çizgi filmler, kitaplar, animasyonlar… Biraz
hatırınıza geldiğinde bile korkutucu bir tablo çıkıyor meydana. Masal
kitaplarından örnek vererek başlamalı işe. Çocukları en çok masallarla uyuttuk,
onlarla avuttuk çünkü. Masallardaki başrol oyuncularını takdim ediyorum: Prens,
prenses, kral-kraliçe, cadı… Kim bunlar? Batı kültürü motifleri… Çok nadirdir
padişahlı, sultanlı, yeniçerili masallar, kitaplar…
Genelde
Batı’ya ait motiflerle büyütüldü çocuklar. Ama bunlar yine iyi; çünkü benim bu
suçlamama şöyle bir savunma getirebileceklerdir: Kral-kraliçe Doğu’da da var(!).
Var, var da, biz Türk-Müslüman kültüründe yok! Yoksa ne çıkar? Çocuğu, kendi
geçmişini bilmeyen ama Batı’nın her şeyine hayran bir yetişkin adayı olarak
büyütürsünüz, hepsi bu.
Şimdi
bu unvanlardan daha vahim olanlarına geliyorum; Herkül, Heman gibi
karakterlere… Bizim çocukluğumuzda pek yaygındı bunlar. Bunlar daha ziyâde
antik mitolojide yarı-tanrı figürler… Tanrısal (!) gücü elinde bulunduran birer
halk kahramanı… Bunları Doğu’nun Müslüman çocuklarına sevdirerek, kendi öz
kültürlerini unutturarak ne amaçlanıyor acaba? Yoksa bu pagan güzellemesinin
hedefi, yeni nesilleri Tevhid dininden ayırmak olabilir miydi? Ya da kendi
dinini unutturarak el yordamıyla şekillendirilmiş sahte dinlere sempati duymalarını
sağlamak gibi bir propaganda gayesi mi vardı? Ama hiç öyle görülmedi, görmedik.
Şöyle dedik: “A, ne güzel kahramanlar!”
Çok
şükür, bugün daha dikkatle seçiyor, kendi kültürümüze daha uygun motiflerle,
derlemelerle çocuk kitapları ve çizgi filmler meydana getiriyoruz. Fakat öyle
sindirilmiş bir Batı medya kültürü var ki içimizde, öyle kolay kolay bitecek
gibi değil. Çünkü Heman’la, Herkül’le büyütülmüş bir nesil, bunlara hâlâ
sempatiyle bakabiliyor. Bunlar sempatik olmadığı gibi, hepsinde Allah’ın dinine
açılmış bir savaş teması hâkim.
Gerçi
çocuklardan önce ebeveynlerin bir uyanış yaşaması gerekiyor. Batı’nın savaş
filmlerini izlerken, (güya) kahraman (!) Batı askerlerinin azılı düşmanına
verilen ismin her defasında “Muhammed” oluşu, niyetlerini o kadar açık etmesine
rağmen nefret ve öfkemizin muhatabı olmuyor. Çünkü teknolojiyi ve iyi senaryo
taktiğini kullanarak bir Müslüman izleyiciye o filmdeki Muhammed’i düşman
olarak kabul ettiriyor, onu terörist gösteriyor ve kendi kahramanlarını mağdur,
masum, başarılı ve cesur karakterler olarak yutturuyorlar.
Dikkat
ederseniz, tarihî filmlerde Batı’nın azılı düşmanı Türklerdir. Dünyanın
şekillenmesinde oldukça katkımız olduğu bir gerçek. Fakat bizi her defasında
masum toplulukları katleden bir barbarlar topluluğu olarak anmaları da tek
yönlü bir hedef taşımıyor. Bütün dünyaya Müslüman toplumları Türkler üzerinden
adâletsiz ve barbar olarak göstermelerinin altında hiç kuşkusuz İslâm’ı bitirme
ütopyası yatıyor.
Müslüman
bireyler bu filmleri izleyip de din değiştirmiyorlar elbette. Ama bir gerçek
var ki, bilinçaltımızla oynanıyor. Ki bilinçaltı, tehlikeli yönelimlerde başrol
oyuncusudur. Dille ve fiilen bildiklerimiz kolay değişmez de, bilinçaltında bir
şeyler değişmeye başladı mı, insan en azından inanç ve idealarından ödün vermeye
başlar. Bu bir nesilde hâlledilemez. Fakat her nesilde bu kayıp arta arta devam
eder. Sonunda Batı benzeri bir Müslüman toplum dizayn edilmiş olur. Pek çok
zaman da sadece adı Müslüman kalmış bireyler, tıpkı bir pagan ya da Hıristiyan
gibi yaşam sürmeye devam ederler.
Çocuklara Dede Korkut hikâyelerini okutmadık da Noel Baba’yı anlattıysak, o nesilde büyük kayıplar olacak demektir. Asıl can alıcı nokta ise, bize Batı’nın âdetlerini almamayı gericilik olarak kabul ettirmişler. Meselâ Batı gibi giyinmediğinde ve onların kutladığı günleri kutlamadığında gerici olduk sanıyoruz. Peki, bunu sizce nasıl başardılar? İşte o çocuklukta izlediğimiz çizgi filmler, okuduğumuz prensli, cadılı kitaplar var ya, bilinçaltında büyük taşların yerlerini çoktan değiştirmiş bile!
Anne-babanın
çocukla iletişimi
Şimdi,
bir yapılmayacak listesi vereceğim. Ki bu listede sadece “Çocuklara şunu
okutmayın, bunu izletmeyin” demekle de yetinmeyeceğim. Çok detay fark edişler
lâzım bize.
Anne-babaların
sürekli bir bilgi aktarımı içinde çocuklarla iletişim kurmaları gerekiyor. Ve
inanır mısınız, çocuklarla doğru iletişim kurmak da bazen bir ibadettir.
İbadetin niyeti, kuralları ve kendine has hareketleri vardır. Her şeyden önce
Allah için yapılması, onu ibadet yapar. Öyleyse çocuklarımızı Allah için
hayırlı kullar ve din-millet için faydalı insanlar yapabilmek, öyle “Ver
okusun, aç izlesin” diyebileceğimiz kadar basit değil.
Çocuklara
okutacağınız kitaplarda prensler, kraliçeler, cadılar, antik mitolojiden
esinlenilen kahramanlar olmasın. Ya da akıl dışı; Superman, Örümcek Adam, Noel
Baba gibi saçmalıklarla avunmasınlar. Onlar yerine eski Türk destanları, Dede
Korkut hikâyeleri, Köroğlu, Ömer Seyfettin kitapları, Karacaoğlan, Dadaloğlu,
Yunus Emre, Türk mânîleri gibi içerikleri tercih etmeli. Türklerde bilmece, mânî ve ozan atışması âdetleri
vardır. Bunlar çocuklara hem öğüt verir, hem de tarihî ve dinî motiflerle sıkmadan,
ürkütmeden öğretir. Nasreddin Hoca fıkraları da öyle basit, güldürücü
temalardan ibaret değildir. Hem bir ahlâk vurgusu içermesi, hem de bir
perspektif geliştirme potansiyeline sahip olması bakımından son derece zekâ
ürünü anlatılardır.
Eğer
çocuklara Eski Türkleri, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı siz öğretmezseniz, muhtemelen
kitaplardan ve karşıt argümanlı film ve çizgi filmlerden öğrenecek ve
sevmeyeceklerdir. Böylece tarihini bilen ve seven, onu doğruluk ve yanlışlık
süzgecinden adâletle süzen, geleceğini geçmişin değerlerine değer katarak
geliştiren birey ve toplum şansını tamamen kaybederiz. Meselâ biri çıkar da, “Bak,
eskiden Türkler Arap alfabesi kullanıyormuş, ne kadar gerici bir hareket!”
dediğinde, bunun Çin’in, Rusya’nın, Kore’nin, Hindistan’ın, Japonya’nın ve daha
nice milletin eski biçimsel alfabeleri kullanmasıyla aynı şey olduğunu ve bir
milletin karakteri kabul edildiğini keşfedemeyeceklerdir. Hattâ öyle bir algısızlık
meydana gelecektir ki, ister Lâtin alfabesi kullansın, isterse hiyeroglif, her
millete saygı duyacak ama kendi geçmişini kabullenmeyecektir.
Çocuklara
dinler tarihini anlatın. En doğru kaynaklardan okutun. Hattâ sadece büyük
dinleri değil. Uzak Doğu kültürel dinlerinden çok tanrılı pagan inancına kadar
bilsinler. Bilsinler ki, İslâm’ı bunlardan ayıran ve gerçek din yapan olguları
kavrasınlar. Yoksa bir gün büyüyüp yetişkin olduklarında o can alıcı soruyla
zihinleri karışacaktır. Diğer dinleri yanlış yapan ne? Bu çok mu uzak geldi?
Hiç öyle değil. Batı kültürünü sevdirerek uyuttuğumuz çocuklarımız bugün
büyüyüp de Türk-Müslüman kimliğini anlamadıkları için “Neden İslâm?” sorusuna
hakkâniyetli bir cevap bulamıyorlar. Kafaları karışıyor, belki hâlâ Müslüman
adıyla yaşamaya devam ediyorlar ama yaşam biçimleri daha çok Batı’yı andırıyor.
Bu kaybı yaşamamak adına söylüyorum, çocuklarınıza bir anne-baba olarak neden
Kur’ân’ın gerçek kitap olduğunu anlatmakla kalmayın, İncil’in Roma-Bizans din
adamları tarafından çeşitli toplantılar sonunda kavga-gürültü ile hazırlanan
maddelerle meydana getirilmiş bir kitap olduğunu fısıldayın, gerçeğinden eser
kalmadığını anlatın.
Bazı
art niyetli Türk filmlerinde de çocukların algısını etkileyen yazık hâller var.
Onlara dikkat çekerek doğru ve yanlışı daha o yaşta süzgeçten geçirebilecek bir
ufuk açabilirsiniz. Meselâ her kötü rolde olanın sakallı ve dindar olduğu eski
Türk filmlerine de pek kanmasınlar. Hani köyün bir kötü ağası vardır, o aynı
zamanda ya câmide hocadır ya da hiç değilse elinde bir tespihi bulunur… Evet,
hiç kimse çıkıp da “Dindar insanlar kötüdür” gibi saçma bir cümle kurmaz; kursa
da en azından dindarlar tarafından kabul görmez. Ama yine kendi milliyetine ait
filmlerdeki o kötü karakterin her defasında abdest alan, sakal bırakan, tespih
çeken ve camiye giden tiplemeyle eşleşmesi, bilinçaltında hâlledilmesi güç
enkazlar meydana getirir.
Bazı
Batı film/çizgi filmlerinde çekim teknikleri aracılığıyla da bir algı yönetimi
yapıldığından bahsediliyor. Bu filmlerde kullanılan karelerin yasal olmayan
sayılarda kullanılmasıyla, izleyenlerin düşünce tarzında etkili bir değişim
meydana getirdiği söyleniyor. Doğru
olduğuna inananlar kadar, inanmayanlar da var. Yasal olarak filmlerin 24
kareden oluştuğu, 25 kare olduğunda insanın göremediği ama bilinçaltına
işlendiği yönünde birtakım iddialar var. Evet, ben bu konuda yetkin ya da
bilgili değilim. Sadece bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Bu olabilir de,
olmayabilir de. Ama şu bir gerçek ki, birçok Batı projesinde Doğu’ya hükmetme
ve dinî-kültürel geçmişi hâfızalardan temizleme gayesi vardır. Bu tamamen
siyasal ve ekonomik kaygılı bir hareket. Hiç öyle komplo teorisi falan değil.
Doğu her zaman ticâret, yeraltı kaynakları ve tarımsal faaliyetler açısından
Avrupa’nın hedef noktası olmuştur. Eskiden kılıçla hedefe yürüyen Haçlıların
bugün teknoloji ile bir gaye taşıyor olmaları hiç de öyle uç bir teori olmasa
gerek.
Ve müzik… Şimdi her tür müziğin dinlenebilirliği modern bir bakış açısı gibi dursa da hemen itirazımı beyan edeyim. Amatör bir müzisyen ve Batı klâsiklerini zaman zaman dinleyen bir insan olarak bu husustaki birkaç fikrimi açıklamak isterim.
Eğer çocuklara Eski Türkleri, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı siz öğretmezseniz, muhtemelen kitaplardan ve karşıt argümanlı film ve çizgi filmlerden öğrenecek ve sevmeyeceklerdir.
Müzik
elbette evrenseldir ve insanın kültürel etkileşimde en önde koştuğu
kulvarlardan biridir. Müzik hızlı yayılır, çok geniş kitlelere ulaşır. Hâl
böyleyken, çocuğunuzun her dönemde etki altına girebileceği kadar da baskın bir
sanattır müzik. Meselâ sözleri son derece korkunç ve nefreti çağrıştırsa da hoş
bir nağme ile o şarkı bireye sevdirilir. Birey sözlerin yanlışlığını fikren
bilse de bilinçaltına o müzikle birlikte sızar. Bir gün, hiç müzikle alâkası
olmayan bir vakitte, hayatın rutini içinde şiddete eğilim gösterir. Hiç kimse
-kendi de dâhil- demez ki, “Şu dinlediği şarkıdan esinlendi”… Hâlbuki o hoş
nağme ile şiddet ve nefret, insanın ruhuna sızdırılmıştı. Bu, olayın bir yönü.
Bir diğer yönü de şu: Özellikle Osmanlı saraylarında ruh hastalıklarının
müzikle tedavi edildiğini hesaba katarsak, müzik, ruha en çabuk karışan ve
etkileşim gösteren kavramların başında gelir. Meselâ okumak ve izlemek gibi
eylemlerde kişinin odaklanması ön koşulken, müzik dinleme faaliyetinde çok
başka bir işle uğraşırken arka fonda yavaş yavaş tınlayan nağmenin etkisi bu ön
koşulu ortadan kaldırmaktadır.
Müzik
için odaklanma ve kabullenme gerekmez. Seslerin ve frekansların insan
zihnindeki hâkimiyeti oldukça güçlüdür. Şöyle bir örnek verebilirim: İnsanlar
bazı kişisel kararları içten tekrar ettiklerinde başarısız olurlar da sesli
dile getirerek ruhu ikna ederler. Bazı duâların sese dönüşmesiyle kalp ve ruh
onlardan daha iyi etkileşim alır. Bunlar tamamen insan fizyolojisi ve
psikolojisinde bilimsel gerçeklerden. O yüzden ister çocuk, ister yetişkin
olsun, dinlediği müzik tarzında bir eleme yapmazsa, değişen ruh hâlinde ve
hareket eğilimindeki ana sebebi hiçbir zaman bulamaz. Müzik insanı depresif,
mutlu, neşeli, hüzünlü gibi hâllere evirebilecek potansiyele sahiptir. Hele
kullanılan bazı frekanslar, insanın mâneviyatında çok büyük değişimler
yapabiliyor.
Yine
yetkin olmadığım ama çok yerde okuduğum bir bilgiyi aktarmak istiyorum: Bazı
frekansların ülkelerce yasaklandığı, ancak havaalanları gibi kamusal alanlarda,
bir terör tehdidi mevzubahis olduğunda ve ancak devlet tekeliyle
kullanılabileceğini söylüyorlar. Bu tip toplu alanlarda bir intihar bombacısı
ihbarında, devlet yetkililerinin bazı frekansları kullanarak o teröristi
vazgeçirdiği iddia ediliyor. Frekanslarla bir insanı delirtebiliyorlar da. Aynı
şekilde, delirmiş bir insanı iyileştirmek de mümkün.
İnsan
olmak böyle bir şey; sen her adımına dikkat eder ve hayatı bir bilinçle
yaşarsan, bir yandan da Allah’a sığınır ve doğru bir kul olmaya gayret edersen,
ancak o hâlde doğru denklemleri gerçekleştirmek mümkün olabilir. Öyle
gelişigüzel yaşamak insana has bir olgu olamaz. Aynı şekilde çocuk yetiştirmek
de maalesef her şeye müsaade etmek ya da hiçbir şey öğretmeden sadece
kitaplardan, okullardan bir eğitim seviyesine ulaşmasını beklemekle olmaz.
Çocuklar
anne-babalarının sohbetlerine hayattaki her şeyden çok inanırlar. Bir kitapta
okuduğunu sorgulayan, izlediği filmdeki birtakım manevraları reddeden çocuk,
anne-babasından aktarılan bilgiye daha çabuk teslim olur. Bu sebeple dinin,
milliyetin, ahlâkın ve diğer değerlerin iskeleti muhakkak anne-baba
sohbetleriyle verilmelidir. Ondan sonra karşısına çıkacak aksi bilgiler çocuk
tarafından hızlı bir emilime tutulmaz. O daha ziyâde anne-babasının verdiği ön
bilginin üstüne bir şeyler eklemeye meyillidir. Bu yüzdendir ki, çocuklara
yanlış bilgiler ve sahte öğretiler vermek, bir anne-baba için oldukça büyük bir
kul hakkı olacaktır.
Çocuğun
anne-babasıyla iletişimi
Anne-babanın
çocukla iletişimde en belirleyici hareket, sohbettir. Bu, çocuğun değer ve aile
kavramına olan inancını pekiştirecek ve en doğru öğrenme şekliyle hayata
hazırlayacaktır.
Çocukların
iletişimindeki eksen kaymalarına da bir göz atmak gerekiyor. Bir çocuk
anne-babasına saygı sınırlarını aştığında, bu, anne-babanın egosal tatminindeki
yıkım olarak görülmemeli. Bu, çocuğun kendi iç dünyasındaki bir yıkımdır.
Çocuk, tersleyebildiği, sövebildiği ve her istediğini kabul ettirdiği bir
anne-baba istemez. Bundan faydalanır elbette, işine gelir, ama bu onu tatmin ve
mutlu etmez. Haydi çocuğun kendi duygu-durumundan çıkalım, fakat başka kayıplar
da mevzubahis… Bu tarzda yetiştirilen bir çocuğun ileride benlik duygusu yüksek
olacaktır. Hayır, özgüveni değil... Özgüveni yerlerde olacaktır. Neden mi?
Bir çocuk anne-babasına istediği gibi hükmediyor, ona her dediğini kabul ettiriyor ve yeri gelince azarlayabiliyorsa, o çocuk bunu arkadaş ortamında, öğretmenine karşı ya da başka mahallerde de tekrar ettiğinde göreceği karşılıkla hayâl kırıklığına uğrayacaktır. Tek hâkimiyetinin anne-babası üzerinde olduğunu gören çocuk, dış dünyada kendini yetersiz ve gereksiz hissedecektir. Ama anne-babasına hükmedebiliyor oluşunun verdiği kibir ve ego günden güne de büyüyecektir. Yani evet, şunu demiş oldum: Ego ve kibir ikilisiyle özgüven kavramı birbirinden çok ayrı şeylerdir. Bu özgüvensiz ama egoist çocuk büyüdüğünde de hâkimiyet kuramadığı her alanda aykırı ve taşkın hareketlere gebedir. Eşine de aynı şekilde davranmak isteyecek, buna izin vermeyen eşe şiddet uygulayacak; iş yerinde bu saygınlığı bulamayan birey, agresif ve sevgisiz bir birey olacak… İnsanı saygısızlığa alıştıran anne-baba, çocuğun bütün geleceğini çöpe attığını ve onun ruh durumunda ağır hasarlar meydana getirdiğini bilmeli. Çocuk, aşırı davranışlarda bulunduğunda anne-baba buna set çekmeli. Ama kendini anlatma gayreti ve fikrini dile getirme arzusuna da her zaman alan bırakmalı. O zaman hem saygılı ve saygıdeğer bir birey, hem de özgüvenli bir insan profili sağlamak mümkün olabilir.
Sınırsız
çocuklara sınırları anlatın!
“Sınırsızlık”,
methiyeler dizilen bir sıfat… Ama ben size sınırsızlık yolunun vardığı
adresleri şöyle bir tabloyla anlatmak istiyorum. Sınırsızlığın doğurgan
karakterinde en baskın maddeler; ahlâksızlık, adaletsizlik, zulüm, saygısızlık,
egoizm, Narsisizm, kabalık, şiddet ve bencillik.
Sınır
tanımayan çocuklar, duyguları gereğince hareket ederler. Ne istiyorlarsa onu o
anda elde etmek üzere davranırlar ve anne-babaları da buna müsaade eder.
Buradaki kayıp, bir ders çalışma zamanında bir oyun oynaması kadar basit
görünebilir. Fakat aynı çocuk bir yetişkin olduğunda, yine duygusu gereğince
ahlâk sınırlarını, adâlet çizgisini ya da saygı hudutlarını aşmakta hiçbir beis
görmeyecektir.
Evet,
bu sınır çocukken anne-baba tarafından koyulur, büyüdüğünde kişi kendini dinî
ve insanî değerler gereğince sınırlandırabilen bir cevhere dönüşür. Her
harekette özgür olan çocuklar, kendini belli sınırlarda düşünmek istemezler.
Büyüdüklerinde hareket alanları değişen bireyin sınırsızlık temaları da değişir
ve hem kendisi, hem de çevresi için yıkıcı bir tabiata bürünmüş olur. Elbette
aksi yönde çok baskılama da insanı taşkın hareket yönelimlerine iter. Çok
baskılanan ya da aşağılanan çocuklar için de benzer taşkınlıklar mevzubahistir.
Hep bir denge üzere yaşıyoruz. Dengeyi şaştığımızda iki zıt kutupta yer alan her kavram, aynı kötü etkileri doğurabiliyor. İnsana sınırsız olmadığını öğretirken, kendi özel alanında hareket için bir açıklık da bırakmak gerekiyor. Doğruyu yanlışı öğretirken despot olmamak, ama çocuğa doğruyu sevdirmek gerekiyor. Bütün bunları yaparken bilimden, akıldan ve deneyimlerden faydalanmak gerekiyor. Ama her şeyden önce çocuklarımızı duâlı bir evde, helâl lokma ile ve Allah’ın sınırlarıyla kuşatmak gerekiyor. İşte o helâl lokma ile çocuğa verilen değerler içeride sindirilir ve kana karışır. Böylece damarlarında doğrunun ve hakikatin alyuvarları dolaşan insan, hareket ve sözlerinde de o kanın izlerini taşır. Yanlışa ve hatâya düşen insan da yine aynı dolaşım sistemindeki özden faydalanarak doğruya ve iyiye daha hızlı bir dönüş sağlayabilir.