BİR sabah uyandığımızda
dünyamızdaki bütün çocukların sonu gelmez mutluluklara uyandığını görmek, en
büyük dualarımızdan biridir.
Artık
büyümüş ve akıllanmış olarak çocuklara nasıl bir dünya mirası, nasıl bir yarın
hazırladığımız malûm; sonu gelmez hesaplar, kavgalar ve en kötüsü de zalimin
karşısında zayıf kalan iyiler, iyilikler…
Umut
ve dua etmekten yorulsam da vazgeçmek yok dinimizde. Sabır ve sonuca inanmak
olmazsa olmazımız. O hâlde hem dua edeyim, hem yazayım...
Yemyeşil
bir parktaydım az önce. Sessiz, bir o kadar huzurlu. Birkaç büyük, birkaç küçük
ile huzur kaşıklıyor. Gökyüzü en güzel mavisini giyinmiş, bitkiler en güzel
yeşillerini. Güneş alabildiğine kendini göstermeye çalışıyor. Yine de içimi
rahatlatmadı bu eşsiz oluşlar. Dünya evimin bir odasında huzur olabilir ama
diğer odalarında kaos var. Sonu gelmez zulüm ve haksızlıklar var. İhanetler ve
çıkmaz sokaklar var. Bazı odalar artık bitmiş.
Yarını
büyük harflerle şanlı, istikrarlı, güçlü ve özüne bağlı, barış ve huzur içinde yazmanın
en büyük gereklerinden biri şu an çocuklarımıza odaklanmak. Bu anlamda da “Mesele,
eğitimi eğitmekten geçiyor” düşünce ve inancındayım.
“Eğitim
sistemimiz” diye bir başlığa geçip de sistem eleştirisi yapacak uzmanlıkta biri
olmadığımı ifade etmek isterim. Ne bilgim, ne tecrübem bir tavsiye verecek
durumda. Ama düşüncelerimi de naçizane iletmek isterim.
En
baştan başlar isem, kişilerin çevre ile gelişen otomatik eğitimi, bu eğitimin
getirdikleri ve götürdükleri ile kurduğu aile yuvasında sağladığı bilinçli ya
da bilinçsiz aile içi eğitim, buradan dış dünyaya teslim edilen çocukların
okul, cami, toplum tarafından eğitiminin devam ettirilmesi ve ortaya çıkan
sonuca yer verebilirim.
Ayrıntıları
geçeceğim; ben ve benim gibi standart eğitim safhalarını geçmiş ama içi bomboş
hâlde, ne yapacağını, ne söyleyeceğini, ne yöne gideceğini tayin etmekte
kararsız, ulu orta yerde bırakılan ve orada çok uzun zaman kaybettikten sonra
bir rüzgârın sırtına binerek insanın kaderine uçtuğu zamanlar artık son
bulmalı.
Kimse, hatta hiçbir kurum eğitici olmasın artık. Bireylerden başlayarak tüm aile ve kurumlar, “Biz üstümüze düşen sorumluluğu yerine getirdik de çocuklarımız başarılı olamadı” demesin. Dinî anlamda da aynı şeyleri söylemek isterim, lâkin öyle bir zamanki, “beyaz” demek istediğinizi karaya çevirmek için hazırda bekleyen bir meslek gurubu var sanki. O nedenle konuyu çocuk eğitimi ya da yazmakta olduğum yazıya istinaden “çocuğumu eğitme” konusu ile sınırlı tutmak istiyorum.
Eğitim
için kullanılan sözlük açıklamalarından birinde şu ifade var: “(Geniş anlamda)
İnsanın yeteneklerinin, özellikle ahlâk yetilerinin geliştirilmesi için ona yön
ve biçim verilmesi; bu yolda yapılan bilinçli ya da bilinçsiz etkilerin tümü.
(Dar anlamda) İnsan gelişiminin düzenli, bilinçli olarak yönetilişi ve
etkilenişi.”
Sosyal
medyada bir söz paylaşılır ve çok paylaşım alır: “Hayattaki en büyük mucize,
küçükken iyi bir öğretmene denk gelmektir.”
Daha
büyükler olarak biz ve bütün dünya büyükleri ne olduğunu anlamadık ki
çocuklarımızı lâyıkıyla eğittiğimizi düşünüyoruz. Çelişkiler en baştan
başlıyor. Güzel olan bütün alanlarda düzenli ve bilinçli bir gelişim sağlanması
amaçlanıyor ama insanlık düzeni kendi içinde düzen sağlayamadan, sadece müfredat
olarak aşılamaya çalışıyor. Peki, sonuç ne kadar verimli olacak? Okumuş olmak
için okumak, anlatmış olmak için anlatmak ve sonuç olarak dinlemiş olmak için
dinlemek…
Eğitimin
başının bilgi olması gerekliliği ortadan kalkmadığı sürece istenen sonuca,
dengeye, istikrara ve verime asla ulaşılamayacak. Benim düşüncem bu!
Bir
çocuk düşünün, hangi ülkede, hangi çevre ve koşullarda büyüdüğü de önemli olmak
üzere, okul çağı gelmiş, sınıfında ilk eğitimi için bekliyor. Şaşkın şaşkın
etrafı izliyor. Sonra öğretmen olarak bir bay ya da bayan giriyor, ismini
söylüyor. Çocukların tek tek adını soruyor ve bütün bir sene eğitim için nasıl
bir yol izleyeceğinden, gerek ders içinde, gerek okul çevresinde çocuklardan ne
beklenildiğinden bahsediyor. İşte o dakikalardan başlayarak öğretmen grubu, sürekli
olarak bir şeyler anlatıyor ve karşılığında da sürekli bir şeyler bekliyor
çocuklardan. Yani şunu diyorlar bir anlamda: “Evet, okul hayatınız başlamıştır!
Kayıt tuşunuza basınız ve bir daha hiç kapatmayınız. Öğretmenler olarak size
bir şeyler anlatacağız ve zamanı gelince sınavlar ile ilerlemenizi kontrol
edeceğiz.”
Aklıma
geldikçe o kadar kötü oluyorum ki, dile kolay, on üç senelik fizikî okul hayatı
ve elime geçen koca bir “sıfır”!
Ben
ve çocuğum kara tahta değiliz. Yaz, çiz ve sil(!)… Bilginin saklanacağı,
özümseneceği, işlenip ileride kullanılmak üzere gerekli ayrıştırmalara bırakılacağı
o taptaze beyin ve yüreklerle sevgi dolu bir bağ kurmadan, gerekli duygusal
hazırlıkları yapmadan bilgi bombardımanına tutmak geliştirmez, aksine yıkar. Yıktı
da... Önce eğitime olan ilgi, sevgi, merak ve heves ortadan kalkar; geriye
kalan ise sadece gereklilikler ve tamamlanması lâzım gelen aşama ve zamanlar,
geçilmesi gereken sınavlar, alınması gereken diplomalar...
Yerini
ne doldurur? Yine hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığı nefsî afetler… Ki o
nefsin zamanla kendine karşı hazırlayacağı sinsi iç tuzakları bile okullarda
ciddî şekilde işlemek, bunu sadece bir din dersi olarak görmemek gerekti. Yanlış
anladık birçok şeyi. Başlangıçları hep yanlış anladık. Doğruları ise
gelişigüzel verdik. Oturmamış içsel dünyalara ha bire bilgi bombardımanı yaptık
da o çocuk dünyalarında nasıl girdaplarda kaldıklarından habersiz, sadece
sonuca, sınav notuna odaklandık.
Ey
benim dünyadaki bütün çocuklarım, sizlere sesleniyorum! Şunu unutmayın: Sizler
bu kâinata, bu dünyaya, bu yaşama açmış en güzel çiçeklersiniz. Gerçek bir
mucize varsa, o da ışıl ışıl parlayan çocuk gözleri ve gülüşleridir. İşbu mucizeden
sonra büyüklere tek sorumluluk düşer ki, o da bu mucizeyi yaşatmak, gülüşleri
korumak, ışıldayan gözlerin ve yüzlerin ışıltısını arttırmak. Biz başaramadık,
siz başarın!
Büyüklerime
soruyorum: Çok zor bir soru olacak ama “eğitim” adı altında yapılanlar, kâinattaki
en büyük mucizeyi koruyup güçlendirecek özelliklerde mi sizce?
Benim
4 ve 6 yaşlarındaki çocuklarım gülmeyi çok seviyorlar. Dışarı çıktıklarında
yollar bitene kadar hiç durmadan koşmak istiyorlar. Sanırsınız, olimpiyatlarda
maratona millî sporcu yetiştiriyorum. Lâkin sanki yavaşlamaya başladılar. Korkarım
büyüme moduna geçiyorlar. Sonra da okullara teslim edeceğim; koşmayı ve
gülmeyi, sebepsizce kahkaha atıp mutluluktan pervane olmayı unutsunlar diye…
Öyle
ya, yazmayı ve okumayı öğrenmeliler. Tarihimizi, coğrafyayı, fiziği, kimyayı,
yabancı dili öğrenmeliler. Ne anlatılıyorsa iyi dinlemeli, sınavlarda
anlatılanları kâğıda iyi aktarmalılar. Velileri olarak sınav sonuçlarını ve
okullarda çocuklarının nasıl uslu uslu durduklarını ya da kurallara nasıl karşı
çıktıklarını, yaramazlık düzeylerini iyi takip etmeliyim…
Arkadaşlık çevrelerinde ağızları iyi lâf yapmalı, yoksa sıkıcı olurlar. Evde defter ve kitap ile fazla meşgûl görünmeliler ki iyi birer öğrenci oldukları tespit edilmiş olsun…
Yapmayalım Allah aşkına, gelin, yaşam son bulmamışken son bulsun alışkanlıklarımız! Bize taptaze yüreklerinde getirdiklerini bayatlamış düşüncelerimiz ile değiştirmeyelim!
Bilmekten
önce sevmek
Var
olmak çok güzel ama var olmuş olan melek yüzlü pamuk kalplerimizi bu kadar mı
çabuk unuttuk? Nedir bizim gerçek yaşam sebebimiz? İnanın, tam bir trajediyi
yaşıyoruz! Birçok aile ve toplum kurumundaki ana hedef, çocukça geçirilen sınırsız
ve sebepsiz mutluluğu çabucak unutmak, bütün ışıklarımızı kapatmak ve hunharca
bütün varlığımızla çalışmak, büyümek, hatta biraz zalimce öne geçmek. Önemli bir
maddiyata, mevki ve mâkâma ulaşmak ve sonra emeklilikte sırtımızı
yaslayacağımız güvençler ile bir parça mutluluk ve huzur ile yaşantımızın son
alanlarını iyi geçirmek oldu amaçlar.
Büyüklerin
savaş ve hesapları da bunun için değil mi? Hep haklı olmak, hep kazanmak, hep
üstün olmak istiyorlar. Sonra? Bu dünyaya geldiğinizde ışıl ışıl gözlerinizin
içi gülüyordu, şimdi bütün dünya sizin oldu ama gözlerinizden yanardağ lavları
akıyor âdeta, çocuklar ağlıyor dört bir tarafınızda. Bebeklik ve çocukluk
dönemi olarak başlangıcı güzel yaparken bitişi neden sorunlu yapıyoruz ki?
Ey
dünyadaki bütün çocuklarım, sizlerden büyükler adına, yaptığımız eğitimler ile
elinizden aldıklarımız sebebiyle özür diliyorum! Rabbim büyüktür, bir gün son
bulacak bütün bu yanlış anlamalar, eminim.
Şu
saatten itibaren geçmişe bir “Dur!” diyelim ve bu gidişata bir nokta koyalım.
Hiçbirimiz üstün yeteneklere ve sınırsız bilgiye sahip değiliz. Bize lâzım olan
da bilgi değil zaten. Önce iyileşmemiz gerek, sonra sevmemiz. Sevdikçe ve
sevildikçe lâzım olan bilgi kendiliğinden akacak bize.
Canlar
canları saracak önce. Sarılacak eşler eşlere, dostlar dostlara, anne baba evlâdına,
öğretmen öğrencisine. Bir kere kabul edilecek o varlık özde. Hem hatırlamalı
değil miyiz, Rabbim yaratmış, izin vermiş ve bir canlı düşmüş önümüze, yuvamıza,
yaşamımıza; ne kadar kutsal, değil mi? Kolay mı sanıyoruz acaba var olmayı,
Allah’ın “Ol” dediğinin olmasını? Hakk’ın yarattığına hayran olmak bir ibadet
değil mi yoksa?
Bir
ağacın onlarca dalındaki binlerce yaprağından her biri gerçekten çok özel değil
mi? Bence kutlanacak, şükredilecek bir şey tüm bu oluşlar. Bu perspektiften
bakınca, bir canlının diğer bir canlıya nazarı, hitabı, yönelişi nasıl olmalı
sizce?
Küçücük
masum çocuklarımız, varlıklarının değerinden habersiz, ürkek bir yürekle
karşımıza çıkıyor önce, sonra da okula gidiyorlar. Kurallar ve öğrenilecekler
dünyası ile baş başa bırakılıyorlar hemen; buzdağının görünmeyen yüzeyinde ise
unutulması gerekenler… Yapmayalım Allah aşkına, gelin, yaşam son bulmamışken
son bulsun alışkanlıklarımız! Bize taptaze yüreklerinde getirdiklerini
bayatlamış düşüncelerimiz ile değiştirmeyelim!
Başta
da belirttiğim gibi, doğru olan bir şeyler üzerine değildir sözlerim. “Millî
Eğitim’in başına geç” deseler bir adım dahi gidemem, elimde de sadece
düşüncelerim var. Tek derdim, dünyamın bütün çocukları… Ben bilemedim, onlar
bilsin, onlar kurtulsunlar istiyorum.
Keşke…
Değerli
olsun canlar. Anne ve baba, kardeşler sarsın sımsıcak. Sonra okul ve öğretmen
mübarek eylesin bu varlığı. Varlığını, kimliğini hediye etsinler ruhuna. Çocuk
bir sevinse var olmakla… Eğitim ve öğretimin başı bayram gibi kutlansa… Öyle ki,
öğrenmeyi ve öğretmeni, okul hayatını bir sevse, ömrü boyunca unutmasa… Sonra
merak duygusu kabartılsa… Heyecan ve şaşkınlıkla anlatılsa kimliği, dini, dili,
geçmişi… Yıldızlar girse araya, dağlar, atomlar karşılasa merakını… Öğretmenler
öğrenciden heyecanlı olsalar… Sınavlarla değil, öğrenme arzusu ile ölçülse
başarılar… Öğrenci kendini veremezse okula, öğrenciler değil, kalpten kalbe bir
bağ kurup da o muhteşem beyne ve kalbe gerekli aşılamayı, çalışmayı ve
hazırlamayı yapamayan öğretim sistemi ve öğretmen kalsa sınıfta…
Çocuklarımızın
hepsi, ama hepsi yetenekliler. Yoksa aranızda buna inanmayanlar da mı var?
Rabbim yaratmışsa, bin bir hikmetle yaratmıştır. İnsan hazineye ulaşamamıştır, “Ben
bunu bilirim, gerisini anlamam” der. Yetenekler çıkartılsa ortaya; sesi güzel
olana ses, resmi güzel olana çizim öğretimi ağırlıklı verilse… Lider
özelliklilere farklı, matematiği iyi olana sayısal ağırlık verilse… Öğretmen
sürekli konuşan, öğrenci sürekli dinleyen değil, öğretmen dinleyen ve öğrenci
anlatabilen olsa… Arkadaşlarının ve toplumun önünde kendine güvenle yetenek ve
bilgilerini sergileyebilse her çocuk…
Kendini
bilmeyi, inanmayı, faydalı ve gelişim odaklı olmanın önemini kavramış, merak
duygusu sürekli aktif, içinde muhakkak bazı yeteneklerin keşfedileceği şuurunda
olan, sevmeyi ve sevilmeyi insan olmanın vazgeçilmez unsuru olarak özümsemiş,
dinine, kültürüne, toplumuna, dengeli bir yaşam tarzına niyetlenmiş bir
hazırlıkla hazırlarsak, çocuklarımız için her şey bambaşka olacak. Belki o
zaman ne matematik, ne tarih, ne fizik, ne edebiyat öğretilmekte güçlük çekilecek.
Sınav tehdidiyle, evde ne kadar ders çalıştığı çelişkisiyle muhatap alınmak
zorunda kalmayacaklar belki. Çünkü sorumluluğu zaten sevmiş, bilgiye meraklı,
kendine güvenen o çocuk koşacak öğrenmeye.
Ortaokul,
lise, üniversite sınavına ne gerek var? Bütünleşik olsa hepsi? Hem o zaman
ilkokul koridorlarında çocuklar her istediklerinde bir profesörle karşı karşıya
gelebilirler. Daha ilk elden çoğu yetenek ortaokul, lise ve üniversite öğretmenlerinin
ortak değerlendirmelerinde çok yönlü geliştirilebilir. Zamanında gösterilen
alâka ile kimin hangi düzeyde gelişim sergilediğini, ne yönde bir ilerlemeye
aktığını tespit etmek ve en doğru akademik kariyeri sağlamak daha mı kolay
olurdu acaba?
Ey
çocuklar! Durum onu gösteriyor ki, biz size bir müddet daha doğru ve yeterli imkânı
sunamayacağız. Bunu kendi çocuklarınız için sizin sağlayacağınızdan hiç şüphem
yok. Altyapıyı siz sağlam kuracaksınız ve o muhteşem yapının üzerine muhteşem
mucizeler çıkartacaksınız.
Kim bilir, şu satırları okuyan niceleri bunu hayâl veya imkânsız olarak değerlendirirken, niyetleri ve duaları işiten Allah var.
Televizyon
kâbusu
Aile
içi eğitimde ben çok yetersiz kalıyorum. Altyapı bozuk. İçim dengesizliklerle
dolu. Bir nebze olsun kitaplarla kendimi düzeltmeye, dengelemeye çalıştım da
aileme bir şeyler kazandırmak için uğraşıyorum. Ama bir yere kadar! Gücüm,
bilgim yetmiyor ve kendi ellerimle teslim ediyorum televizyona çocuklarımı. Ah!
İçim öyle yanıyor ki şu satırları sizlerle paylaşırken…
Ben
az kalıyorum, o karmakarışık çizgi filmler çok kalıyor onların taptaze bilinç
ve zamanlarında. Sarılıyorum her fırsatta çocuklarıma, öğrenebildiğim bir
şeyler varsa aktarmaya, yüzlerini güldürmeye çalışıyorum. Ailece kaliteli
birlikteliklerin ve faydalı zamanların süresini uzatmaya çalışıyorum. Ama
nafile! Her fırsatta yenik düşüyorum. O kadar muhteşem beyinleri var ki
yetemiyor ve yoruluyorum. Kendi ellerimle televizyon karşısına oturtup
vakitlerini ve zihinlerini teslim etmelerini sağlıyorum. Medyamız da
çocuklarımız için o kadar bilinçli (!) ki düşündükçe zehir içiyorum.
Biraz
olsun çizimden, sanattan anlayan herkesin açıkça göreceği üzere, dünyada ne
kadar çizgi ve kurgu kalitesi bozuk yapım varsa ülkemize getirmişler. Nedir
Allah aşkına sürekli bu canavar savaşları ve yaratık muhabbeti?! Çoğu karanlık,
kırmızımsı, şekilleri bozuk yaratıklar… Sürekli savaş ortamı, kazanma hırsı,
anlamı olmayan isimler… Ülkemin aralara sıkıştırılmış eğitici yapımları ise
bunların arasında sönük kalıyor. Zehirleniyor sayısız nice yavru!
Karmakarışık
bir kültür oluşuyor içlerinde. İç dünyaları ile dış dünyaları kopuk oluyor
birbirinden. Sebepsiz gülen çocuklar sebepsiz sinir krizleri geçiriyor, kavga
ortamları oluşturuyor, sahip olma, kazanma hırsı ile gerilim yaşıyorlar.
Oyunları oyun gibi değil, savaş gibi yaşıyorlar. Çizgi filmlerin çoğu zehirli!
Yerli yapımlara yönlendirmeye çalışsak da sürekli başlarında bulunma imkânı olmadığında
bildiklerini okuyorlar. Hangi kanaldan hangi zehirle beslendiklerinden
haberimiz olmuyor.
Son
yıllardaki müfredat gelişimini yakından takip edemedim. Belki öğretim
konularında çok fazla iç meseleye değinmem uygun olmayabilir, lâkin o
müfredatlar hemen yanı başımda, sokağımda, etrafımda dolanıp duran çocuklarımda,
gençlerimde gözle görünür bir kişilik ve bilgi gelişimine yol açmıyorsa,
içeriklerinin ne denli önemli olduğunu tartışmak gerek.
Bir
cetvel, bir ölçüm cihazı her zaman vardır. Bir araya gelinen aile yuvasında söz
yine televizyonun ya da her zamanki gündemin oluyorsa, bir araya gelinen
arkadaş ortamlarında yine hep aynı havadan sudan muhabbetlerin dışına
çıkılamıyorsa, sözler, bakışlar ve hareketlerde gelişim okunmuyorsa, eğitim-öğretim
müfredatı, öğretmen ve kitapların anlattıkları sadece ders olarak okulda, ödev
olarak evde kalıyorsa, heyecanla öğrenilmiş yeni bilgi, yeni gelişim aşamaları,
yeni meraklar, yeni yetenekler şeklindeki konu başlıkları oluşamıyorsa, dinî ve
millî özümüz anlatıldığı yerde kalarak belleğe ve kalbe yaklaşamadan eriyip
gidiyorsa, bizler neyin başarısını, neyin varlığını konuşacak, hangi yarını
bekleyeceğiz?
Çocuklarım
yakın zamanda okula adım atacaklar. Çoğu aşamaya yetişemiyorum ama okul ve
öğretmenlerden de haklı olarak çok şey bekliyorum. Ne olur, çocuğuma ders öğretmeden
önce sevgiyi öğretin! Bir ağaca, bir kediye, bir çiçeğe sarılmayı öğretin!
Dostluklar kurmayı, inanmayı, sabrı, konuşarak kendini ifade etmeyi öğretin!
Benim hiç öğrenemediğim o “toplum içinde düşünceleri özgürce aktarabilmeyi” öğretin!
Başarısızlık sonrası yeniden yeniden denememenin etkisini öğretin! Önemli olanın
en iyi, en önde, en zeki, hep kazanan değil, yeni bir şeyler öğrenmek olduğunu,
var olmakla herkesin kazandığını, kimsesin herhangi bir durum ve özellikten
dolayı diğerinden üstün olmadığını, paylaşmanın o dayanılmaz zenginliğini,
yardım etmeyi öğretin! Öğrenmenin, var olmanın, sorumluluk alarak faydalı
olmanın önemini ve ihtiyacını öğretin! Çocuğumu sadece ödevlerle göndermeyin,
mutlulukla, sevgiyle, ışıl ışıl gözlerle gönderin!
Çağ
ve eğitim
Zaman,
teknolojinin ucuzladığı, özellikle cep telefonu sektöründen neredeyse her
insana ulaşan ve bir o kadar kendisine tutsak bırakan bir zaman. Bir ev, bir aile
kültürü vardı eskilerde; mahalle kültürü ve paylaşımları vardı sokaklarda.
Teknoloji ve yoğun apartmanlaşma insan kitlelerini evlere, cep telefonu, tablet
ve bilgisayarlar ile sanal dünyanın içindeki gizli yalnızlığa hapsetti. Ah eski
çocukluklar! Eskiden mahalle oyunlarında, arkadaş ortamlarında, büyüklerin
konuşmalarında ve okudukları kitaplarda takılırdı çocukların gözleri ve
zihinleri. Her şeyi yerli yerinde ve tam olarak alamasalar da, bu kadar kayıp
değillerdi. Şimdi öyle mi? Çocukların büyüklerde gözlemlediği en büyük unsur,
boynu bükülmüş, gözler sabitlenmiş hâlde cep telefonu ile bir ömür geçirmek.
Daha ilkokul çağlarından başlayan, ileride kendisi için alınabilecek telefon
markasını hesap eden bir nesil le karşı karşıya kalıyoruz.
Bir gün gül kokulu, bol karalamalı, gurbet ellerden yazmalı o mektupların tarih olacağını ve bir neslin mektuptan habersiz yetişebileceğini hiç ama hiç düşünmezdim. Bir ara çocuklarım ile çarşıdaki bir dükkânda soba görüp de “Baba bu ne?” dediklerinde içim tuhaf olmuştu. Durumumuz bu! “Eskidendi” diyerek eskiye çıkartıp tarihin içine gömdüğümüz ne de güzel şeylerimiz vardı! Teknoloji harika, tamam! İnsanlığı birçok noktadan (ulaşım, sağlık, haberleşme, bilgi) ileriye taşıyor. Diğer yandan yüz yüze, kalp kalbe paylaşmayı, toplumsal ve bireysel gelişim ve ilerlemeyi arka plâna atıp teknoloji ile sürekli bir şeyleri takip etme kültürünü yaşıyoruz. Bu hiç de iç açıcı gelmiyor!
Merak et çocuğum! Öyle çok merak et ki, öğrenmek istediklerinin sonu olmasın. Zira Rabbim ne güzel yaratmış! Ne çok şey var bilebildiğimiz, ne çok şey var bilemeyeceğimiz.
Ey
dünyamın bütün çocukları! Büyükler olarak size ne anlatmaya çalışıyoruz
yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla? Bir şey anlayabiliyor musunuz, okullardan,
haberlerden, aile içi paylaşımlardan, olup biten bunca şeyden memnun musunuz?
Gerek
kendi çocuklarıma, gerek yazılarım ile bütün çocuklara ulaşmak ve mesajlar
vermek istiyorum. Öyle ki, onları eğitmesin düşündürsün, kendine doğru yönünü
çevirsin ve bazı sorular sorsun. İşte onlardan bazıları:
·
Dur,
gitme çocuğum sürekli bir yerlere, akıp gitme her şeyden habersizce! Kaç
yaşındasın, dört mü, beş mi? Karşılaştın mı hiç kendinle? Sık sağ elinle sol
elini. Gördüğüne sevin, duyduğunu düşün, tat alabilmenin gururunu hisset.
Düşünebilmek ne kadar ilginç ve gizemli, merak et. İçinde hiç durmadan atan bir
kalbin var, bil ve teşekkür et. Uyandığın her sabaha sevgini, minnettarlığını,
sımsıcak selâmını ilet. Selâmla seninle olan bütün kâinatı ve içindeki o
muazzam yaşamı. Sonra yola çık. Öğrenmek kolay iş çocuğum, hem de çok kolay!
Sen önce sev, kendinle barışık ol, inan ve sabret; gerisi kolay! Özüyle
bağlantısı sağlam olup inanmayı ve sevmeyi bilene her şey kolay.
·
Kimse
dört dörtlük değildir ey çocuğum! Bize düşen, örnek olmak… Örnek alınacak şanlı
tarihimiz, dinimiz, güzel insanlarımız var. Sağda solda diken olmadan olmaz. Yola
tüküreni, çöpünü sağa sola fırlatanı nedir ki bu zamanda? Koca koca ülkeler,
koca koca insanlar pusuda, nefretlerini, ihanetlerini ve aç gözlülüklerini
salıyorlar gül bahçesi yaşamımıza. Cennet dünyamızı, yıldızların arasını,
bebeklerin gülüşünü kirletmeye hevesli o kadar hasta kalp var ki… Küçük şeyleri
dert etme küçüğüm! İyiden yana olmak yetmiyor; o yüzden çalışmak, kendini
geliştirmek, daha güçlü, daha inançlı olman gerekiyor. Öyle ki, zalim zulmünü
rahat rahat yapamasın!
·
Elini
uzat, seccadeye dokun! Elini alnının üzerinde gezdir! Kitapları kokla ve bak,
her birinde var farklı bir dünya… Cep telefonunda ne var, sana ne kattı?
Kitaplar öyle mi? Her okuduğunda bambaşka bilgilerde, bambaşka düşünme
şekillerinde, gülmelerde, hüzünlenmelerde buluyor insan kendini. Okudukça
bakışı, düşüncesi, yürüyüşü değişiyor, bir başka olgunlaşıyor içi insanın.
Dokun bir yaprağa, dokun öğretmenlerin bakışlarına. Anne babana dokun.
Defterlerin, kalemlerin olsun çeşit çeşit. Yazıya dokun. Yazmak, çağımızda bile
gerçekten sırrına ve önemine tam olarak varılamamış büyük bir mucize. Herkes
kitap çıkarmak zorunda değil ama bence herkes yazmak zorunda. Ver eline kalemi,
koy defterinin üzerine ve bırak, için senle dertleşsin be küçüğüm! Yaz, her gün
yaz! Her gün dokun o kalem ve defterine. Sana söz veriyorum, yazmaya devam
edersen o kalemin ve defterin seni öyle yerlere götürecek ki, için seninle öyle
bir dost olacak ki, başka hiçbir dost bu kadar büyük bir hediye veremeyecek
sana bu yaşamda.
·
Dünyanın
diğer tarafındaki yaşıtlarının acıları, büyüklerin akıl almaz söz ve hâlleri
seni çok etkiliyor, biliyorum. Çok da takılı kalma küçüğüm! Vakit, durup
bekleme vakti değil. Üzülmek gerek elbette, ama kaybedecek zaman yok! İlerlemek
ve zulme “Dur!” demek için çalışmak, gelişmek gerek. Biz büyükler büyüdükçe
unuturuz. Unuttukça ciddî olur ve ağırlaşırız. Sonra dünyayı da ciddîye
çevirir, ağır kararlar alır, ağır kavgalar ederiz. Çünkü hepimiz haklıyız,
hepimiz her şeyin en iyisine lâyığız, en üstün olmalıyız(!). Ama sen bize
bakma, bizim gibi büyüme! Koca kâinat ve Allah’ın rızkı o kadar geniş ki,
gönlünü geniş tut! Sahip olduklarını paylaş, sebepsiz mutluluklarını asla
bırakma! Koşmayı, pervane olmayı asla bırakma! Haberlere iyi bak, büyümek
dünyayı bu hâle getiriyor. Bedenin büyüse de için büyümesin. Bilgin, sözün büyüsün
de kibrin, gururun, hesabın sakın büyümesin küçüğüm!
·
Sanattan
asla kopma ey çocuğum! Muhakkak en az bir sanat dalı ile ilgilen. “En iyisini
yapacağım, çabucak öğreneceğim”, “Yeteneğim var mı?” diye dert etme! Sanatı bir
yarışmaya asla çevirme! Sanatı, hayatını sanata çevirmek için kullan. Yaptığın
resmin, müziğin, origamin seni inceltsin, sözünü, bakışını, yürüyüşünü,
hedeflerini süslesin. Ortaya çıkan eserlerin dünyanın en önemli, en güzel
eserleri olması gerekmiyor, lâkin şu dünyada bir eser çıkarmak, dünyanın en
güzel heyecanıdır. Bir yazı, bir resim, bir kâğıt gül üretmek, “İşte ardımda
benden izler!” demektir. Üretmeyi çok iyi düşün küçüğüm, üretemeyen tükenir!
Üreten, sosyal anlamda güzel paylaşımlar ve dostluklar kurar.
·
Merak
et çocuğum! Öyle çok merak et ki, öğrenmek istediklerinin sonu olmasın. Zira
Rabbim ne güzel yaratmış! Ne çok şey var bilebildiğimiz, ne çok şey var
bilemeyeceğimiz. İnsanlığın ömrü yetmedi, yetmeyecek de bilginin sonunu
bulmaya. O hâlde sen de katıl bu muazzam sofraya, oku ve düşün etrafında olup
biten onca şeyi: Nasıl düşünüyorsun? Nasıl yürüyebiliyoruz? Yıldızlar neden varlar?
İnsanlar neden bir iyi, bir kötü? Çiçekler ve bebekler neden bu kadar güzel?
Ağaçlar ne kadar vefalı, faydalı ve hoş? Bilemediğin yerde hayran olursun,
yetmez mi? Hem hayranlık o kadar güzel, o kadar inanılmaz bir duygu ki, ye
gitsin ekmek arası, asla doyamazsın!
Büyüklere
son kelâm
Büyüklerim,
yaşıtlarım! Size çok çıkışmış olabilirim ama kızmaya ve gücenmeye de devam
edeceğim, kusura bakmayın! İstisnalar az değil, biliyorum. Dünyama, dinime,
vatanıma, insanlığa hizmet aşkıyla yanan nice güzel insan var. Lâkin yetmiyor,
yetişemiyoruz. Dünyam ve nesiller kan ağlıyor. Bildiklerimiz çare olmuyor.
Gelin ve güçlü, haklı, ciddî olmaya biraz ara verelim!
Kendimize
parklar inşâ edip biraz oynayalım. “Zaman, oyun zamanı mı?” demeyin. Önce
çocukluğumuza dönüp ışıltımızı, sebepsiz mutluluklarımızı, sonu gelmez
sevgilerimizi, yani unuttuklarımızı geri kazanalım. Çocuk olup, her şeyi bir
kenara bırakıp birleşelim ve elimizde ne varsa paylaşalım. Millî bir
birliktelik, sevgi, hoşgörü ve öğretim-öğrenim-gelişim seferberliği oluşturalım.
Aile üyelerinin aralarında, okullarda öğretmen ile öğrencinin arasında sevgi
köprüleri kurup güzellikleri kafile kafile nakledelim.
Elbette
sanayide, savunmada, siyasette güçlü ve uyanık olmamız gerek. Fakat bir de
dünyamın damarlarında dolaşan bir zehir var. Zalimliği aşılayan, zalimin
kalbini ve gözünü karartıp zulmünü çirkinleştiren, ne yaptığının farkında olmamasını
sağlayan… İşte bu zehre odaklanmak gerek! Sevgi ile bu zehrin karşısında durabiliriz.
Bütün dünyaya ülke olarak büyüğü ve küçüğüyle beraber her gün, her fırsatta
birlik ve sevgi mesajları verebilir, bütün saldırılara rağmen inanmaya devam
edeceğimizi, insanlığın bir gün kendine gelip insanca “bir” olacağına inancımızı
ilân edebiliriz. Hem o zaman insanın insana karşı ve kendini kendinden koruması
için çıkarmak zorunda kaldığı “insan hakları”na gerek kalmaz.
Gelin,
büyük küçük bugün el ele verelim ve Hakk’a yalvaralım! Bugün sadece sevelim,
öylesine gülelim. Çiçekler derelim. Allah’ın rızasını, affını dileyelim. Zira
çok açıldık yanlışlarda. Allah’a doğru yol alırsak, belki yanlışlardan da
uzaklaşırız ve Hakk da bize yardım eder. Rabbim tutmuşsa elimizden, bize ne
karşı durabilir ki? Zaten bize bizden başka düşman var mı ki?
Esenlik
ve sevgiyle kalın efendim! Vaktinizi ayırdığınız için minnettar, var olduğunuz
için sevinçliyim…