Çocuğumu eğitme!

Ben ve çocuğum kara tahta değiliz. Yaz, çiz ve sil(!)… Bilginin saklanacağı, özümseneceği, işlenip ileride kullanılmak üzere gerekli ayrıştırmalara bırakılacağı o taptaze beyin ve yüreklerle sevgi dolu bir bağ kurmadan, gerekli duygusal hazırlıkları yapmadan bilgi bombardımanına tutmak geliştirmez, aksine yıkar. Yıktı da...

BİR sabah uyandığımızda dünyamızdaki bütün çocukların sonu gelmez mutluluklara uyandığını görmek, en büyük dualarımızdan biridir.

Artık büyümüş ve akıllanmış olarak çocuklara nasıl bir dünya mirası, nasıl bir yarın hazırladığımız malûm; sonu gelmez hesaplar, kavgalar ve en kötüsü de zalimin karşısında zayıf kalan iyiler, iyilikler…

Umut ve dua etmekten yorulsam da vazgeçmek yok dinimizde. Sabır ve sonuca inanmak olmazsa olmazımız. O hâlde hem dua edeyim, hem yazayım...

Yemyeşil bir parktaydım az önce. Sessiz, bir o kadar huzurlu. Birkaç büyük, birkaç küçük ile huzur kaşıklıyor. Gökyüzü en güzel mavisini giyinmiş, bitkiler en güzel yeşillerini. Güneş alabildiğine kendini göstermeye çalışıyor. Yine de içimi rahatlatmadı bu eşsiz oluşlar. Dünya evimin bir odasında huzur olabilir ama diğer odalarında kaos var. Sonu gelmez zulüm ve haksızlıklar var. İhanetler ve çıkmaz sokaklar var. Bazı odalar artık bitmiş.

Yarını büyük harflerle şanlı, istikrarlı, güçlü ve özüne bağlı, barış ve huzur içinde yazmanın en büyük gereklerinden biri şu an çocuklarımıza odaklanmak. Bu anlamda da “Mesele, eğitimi eğitmekten geçiyor” düşünce ve inancındayım.

“Eğitim sistemimiz” diye bir başlığa geçip de sistem eleştirisi yapacak uzmanlıkta biri olmadığımı ifade etmek isterim. Ne bilgim, ne tecrübem bir tavsiye verecek durumda. Ama düşüncelerimi de naçizane iletmek isterim.

En baştan başlar isem, kişilerin çevre ile gelişen otomatik eğitimi, bu eğitimin getirdikleri ve götürdükleri ile kurduğu aile yuvasında sağladığı bilinçli ya da bilinçsiz aile içi eğitim, buradan dış dünyaya teslim edilen çocukların okul, cami, toplum tarafından eğitiminin devam ettirilmesi ve ortaya çıkan sonuca yer verebilirim.

Ayrıntıları geçeceğim; ben ve benim gibi standart eğitim safhalarını geçmiş ama içi bomboş hâlde, ne yapacağını, ne söyleyeceğini, ne yöne gideceğini tayin etmekte kararsız, ulu orta yerde bırakılan ve orada çok uzun zaman kaybettikten sonra bir rüzgârın sırtına binerek insanın kaderine uçtuğu zamanlar artık son bulmalı.

Kimse, hatta hiçbir kurum eğitici olmasın artık. Bireylerden başlayarak tüm aile ve kurumlar, “Biz üstümüze düşen sorumluluğu yerine getirdik de çocuklarımız başarılı olamadı” demesin. Dinî anlamda da aynı şeyleri söylemek isterim, lâkin öyle bir zamanki, “beyaz” demek istediğinizi karaya çevirmek için hazırda bekleyen bir meslek gurubu var sanki. O nedenle konuyu çocuk eğitimi ya da yazmakta olduğum yazıya istinaden “çocuğumu eğitme” konusu ile sınırlı tutmak istiyorum.


Eğitim için kullanılan sözlük açıklamalarından birinde şu ifade var: “(Geniş anlamda) İnsanın yeteneklerinin, özellikle ahlâk yetilerinin geliştirilmesi için ona yön ve biçim verilmesi; bu yolda yapılan bilinçli ya da bilinçsiz etkilerin tümü. (Dar anlamda) İnsan gelişiminin düzenli, bilinçli olarak yönetilişi ve etkilenişi.”

Sosyal medyada bir söz paylaşılır ve çok paylaşım alır: “Hayattaki en büyük mucize, küçükken iyi bir öğretmene denk gelmektir.”

Daha büyükler olarak biz ve bütün dünya büyükleri ne olduğunu anlamadık ki çocuklarımızı lâyıkıyla eğittiğimizi düşünüyoruz. Çelişkiler en baştan başlıyor. Güzel olan bütün alanlarda düzenli ve bilinçli bir gelişim sağlanması amaçlanıyor ama insanlık düzeni kendi içinde düzen sağlayamadan, sadece müfredat olarak aşılamaya çalışıyor. Peki, sonuç ne kadar verimli olacak? Okumuş olmak için okumak, anlatmış olmak için anlatmak ve sonuç olarak dinlemiş olmak için dinlemek…

Eğitimin başının bilgi olması gerekliliği ortadan kalkmadığı sürece istenen sonuca, dengeye, istikrara ve verime asla ulaşılamayacak. Benim düşüncem bu!

Bir çocuk düşünün, hangi ülkede, hangi çevre ve koşullarda büyüdüğü de önemli olmak üzere, okul çağı gelmiş, sınıfında ilk eğitimi için bekliyor. Şaşkın şaşkın etrafı izliyor. Sonra öğretmen olarak bir bay ya da bayan giriyor, ismini söylüyor. Çocukların tek tek adını soruyor ve bütün bir sene eğitim için nasıl bir yol izleyeceğinden, gerek ders içinde, gerek okul çevresinde çocuklardan ne beklenildiğinden bahsediyor. İşte o dakikalardan başlayarak öğretmen grubu, sürekli olarak bir şeyler anlatıyor ve karşılığında da sürekli bir şeyler bekliyor çocuklardan. Yani şunu diyorlar bir anlamda: “Evet, okul hayatınız başlamıştır! Kayıt tuşunuza basınız ve bir daha hiç kapatmayınız. Öğretmenler olarak size bir şeyler anlatacağız ve zamanı gelince sınavlar ile ilerlemenizi kontrol edeceğiz.”  

Aklıma geldikçe o kadar kötü oluyorum ki, dile kolay, on üç senelik fizikî okul hayatı ve elime geçen koca bir “sıfır”!

Ben ve çocuğum kara tahta değiliz. Yaz, çiz ve sil(!)… Bilginin saklanacağı, özümseneceği, işlenip ileride kullanılmak üzere gerekli ayrıştırmalara bırakılacağı o taptaze beyin ve yüreklerle sevgi dolu bir bağ kurmadan, gerekli duygusal hazırlıkları yapmadan bilgi bombardımanına tutmak geliştirmez, aksine yıkar. Yıktı da... Önce eğitime olan ilgi, sevgi, merak ve heves ortadan kalkar; geriye kalan ise sadece gereklilikler ve tamamlanması lâzım gelen aşama ve zamanlar, geçilmesi gereken sınavlar, alınması gereken diplomalar...

Yerini ne doldurur? Yine hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığı nefsî afetler… Ki o nefsin zamanla kendine karşı hazırlayacağı sinsi iç tuzakları bile okullarda ciddî şekilde işlemek, bunu sadece bir din dersi olarak görmemek gerekti. Yanlış anladık birçok şeyi. Başlangıçları hep yanlış anladık. Doğruları ise gelişigüzel verdik. Oturmamış içsel dünyalara ha bire bilgi bombardımanı yaptık da o çocuk dünyalarında nasıl girdaplarda kaldıklarından habersiz, sadece sonuca, sınav notuna odaklandık.

Ey benim dünyadaki bütün çocuklarım, sizlere sesleniyorum! Şunu unutmayın: Sizler bu kâinata, bu dünyaya, bu yaşama açmış en güzel çiçeklersiniz. Gerçek bir mucize varsa, o da ışıl ışıl parlayan çocuk gözleri ve gülüşleridir. İşbu mucizeden sonra büyüklere tek sorumluluk düşer ki, o da bu mucizeyi yaşatmak, gülüşleri korumak, ışıldayan gözlerin ve yüzlerin ışıltısını arttırmak. Biz başaramadık, siz başarın!

Büyüklerime soruyorum: Çok zor bir soru olacak ama “eğitim” adı altında yapılanlar, kâinattaki en büyük mucizeyi koruyup güçlendirecek özelliklerde mi sizce?

Benim 4 ve 6 yaşlarındaki çocuklarım gülmeyi çok seviyorlar. Dışarı çıktıklarında yollar bitene kadar hiç durmadan koşmak istiyorlar. Sanırsınız, olimpiyatlarda maratona millî sporcu yetiştiriyorum. Lâkin sanki yavaşlamaya başladılar. Korkarım büyüme moduna geçiyorlar. Sonra da okullara teslim edeceğim; koşmayı ve gülmeyi, sebepsizce kahkaha atıp mutluluktan pervane olmayı unutsunlar diye…

Öyle ya, yazmayı ve okumayı öğrenmeliler. Tarihimizi, coğrafyayı, fiziği, kimyayı, yabancı dili öğrenmeliler. Ne anlatılıyorsa iyi dinlemeli, sınavlarda anlatılanları kâğıda iyi aktarmalılar. Velileri olarak sınav sonuçlarını ve okullarda çocuklarının nasıl uslu uslu durduklarını ya da kurallara nasıl karşı çıktıklarını, yaramazlık düzeylerini iyi takip etmeliyim…

Arkadaşlık çevrelerinde ağızları iyi lâf yapmalı, yoksa sıkıcı olurlar. Evde defter ve kitap ile fazla meşgûl görünmeliler ki iyi birer öğrenci oldukları tespit edilmiş olsun…

Yapmayalım Allah aşkına, gelin, yaşam son bulmamışken son bulsun alışkanlıklarımız! Bize taptaze yüreklerinde getirdiklerini bayatlamış düşüncelerimiz ile değiştirmeyelim!

Bilmekten önce sevmek

Var olmak çok güzel ama var olmuş olan melek yüzlü pamuk kalplerimizi bu kadar mı çabuk unuttuk? Nedir bizim gerçek yaşam sebebimiz? İnanın, tam bir trajediyi yaşıyoruz! Birçok aile ve toplum kurumundaki ana hedef, çocukça geçirilen sınırsız ve sebepsiz mutluluğu çabucak unutmak, bütün ışıklarımızı kapatmak ve hunharca bütün varlığımızla çalışmak, büyümek, hatta biraz zalimce öne geçmek. Önemli bir maddiyata, mevki ve mâkâma ulaşmak ve sonra emeklilikte sırtımızı yaslayacağımız güvençler ile bir parça mutluluk ve huzur ile yaşantımızın son alanlarını iyi geçirmek oldu amaçlar.

Büyüklerin savaş ve hesapları da bunun için değil mi? Hep haklı olmak, hep kazanmak, hep üstün olmak istiyorlar. Sonra? Bu dünyaya geldiğinizde ışıl ışıl gözlerinizin içi gülüyordu, şimdi bütün dünya sizin oldu ama gözlerinizden yanardağ lavları akıyor âdeta, çocuklar ağlıyor dört bir tarafınızda. Bebeklik ve çocukluk dönemi olarak başlangıcı güzel yaparken bitişi neden sorunlu yapıyoruz ki?

Ey dünyadaki bütün çocuklarım, sizlerden büyükler adına, yaptığımız eğitimler ile elinizden aldıklarımız sebebiyle özür diliyorum! Rabbim büyüktür, bir gün son bulacak bütün bu yanlış anlamalar, eminim.

Şu saatten itibaren geçmişe bir “Dur!” diyelim ve bu gidişata bir nokta koyalım. Hiçbirimiz üstün yeteneklere ve sınırsız bilgiye sahip değiliz. Bize lâzım olan da bilgi değil zaten. Önce iyileşmemiz gerek, sonra sevmemiz. Sevdikçe ve sevildikçe lâzım olan bilgi kendiliğinden akacak bize.

Canlar canları saracak önce. Sarılacak eşler eşlere, dostlar dostlara, anne baba evlâdına, öğretmen öğrencisine. Bir kere kabul edilecek o varlık özde. Hem hatırlamalı değil miyiz, Rabbim yaratmış, izin vermiş ve bir canlı düşmüş önümüze, yuvamıza, yaşamımıza; ne kadar kutsal, değil mi? Kolay mı sanıyoruz acaba var olmayı, Allah’ın “Ol” dediğinin olmasını? Hakk’ın yarattığına hayran olmak bir ibadet değil mi yoksa?

Bir ağacın onlarca dalındaki binlerce yaprağından her biri gerçekten çok özel değil mi? Bence kutlanacak, şükredilecek bir şey tüm bu oluşlar. Bu perspektiften bakınca, bir canlının diğer bir canlıya nazarı, hitabı, yönelişi nasıl olmalı sizce?

Küçücük masum çocuklarımız, varlıklarının değerinden habersiz, ürkek bir yürekle karşımıza çıkıyor önce, sonra da okula gidiyorlar. Kurallar ve öğrenilecekler dünyası ile baş başa bırakılıyorlar hemen; buzdağının görünmeyen yüzeyinde ise unutulması gerekenler… Yapmayalım Allah aşkına, gelin, yaşam son bulmamışken son bulsun alışkanlıklarımız! Bize taptaze yüreklerinde getirdiklerini bayatlamış düşüncelerimiz ile değiştirmeyelim!

Başta da belirttiğim gibi, doğru olan bir şeyler üzerine değildir sözlerim. “Millî Eğitim’in başına geç” deseler bir adım dahi gidemem, elimde de sadece düşüncelerim var. Tek derdim, dünyamın bütün çocukları… Ben bilemedim, onlar bilsin, onlar kurtulsunlar istiyorum.

Keşke…

Değerli olsun canlar. Anne ve baba, kardeşler sarsın sımsıcak. Sonra okul ve öğretmen mübarek eylesin bu varlığı. Varlığını, kimliğini hediye etsinler ruhuna. Çocuk bir sevinse var olmakla… Eğitim ve öğretimin başı bayram gibi kutlansa… Öyle ki, öğrenmeyi ve öğretmeni, okul hayatını bir sevse, ömrü boyunca unutmasa… Sonra merak duygusu kabartılsa… Heyecan ve şaşkınlıkla anlatılsa kimliği, dini, dili, geçmişi… Yıldızlar girse araya, dağlar, atomlar karşılasa merakını… Öğretmenler öğrenciden heyecanlı olsalar… Sınavlarla değil, öğrenme arzusu ile ölçülse başarılar… Öğrenci kendini veremezse okula, öğrenciler değil, kalpten kalbe bir bağ kurup da o muhteşem beyne ve kalbe gerekli aşılamayı, çalışmayı ve hazırlamayı yapamayan öğretim sistemi ve öğretmen kalsa sınıfta…

Çocuklarımızın hepsi, ama hepsi yetenekliler. Yoksa aranızda buna inanmayanlar da mı var? Rabbim yaratmışsa, bin bir hikmetle yaratmıştır. İnsan hazineye ulaşamamıştır, “Ben bunu bilirim, gerisini anlamam” der. Yetenekler çıkartılsa ortaya; sesi güzel olana ses, resmi güzel olana çizim öğretimi ağırlıklı verilse… Lider özelliklilere farklı, matematiği iyi olana sayısal ağırlık verilse… Öğretmen sürekli konuşan, öğrenci sürekli dinleyen değil, öğretmen dinleyen ve öğrenci anlatabilen olsa… Arkadaşlarının ve toplumun önünde kendine güvenle yetenek ve bilgilerini sergileyebilse her çocuk…

Kendini bilmeyi, inanmayı, faydalı ve gelişim odaklı olmanın önemini kavramış, merak duygusu sürekli aktif, içinde muhakkak bazı yeteneklerin keşfedileceği şuurunda olan, sevmeyi ve sevilmeyi insan olmanın vazgeçilmez unsuru olarak özümsemiş, dinine, kültürüne, toplumuna, dengeli bir yaşam tarzına niyetlenmiş bir hazırlıkla hazırlarsak, çocuklarımız için her şey bambaşka olacak. Belki o zaman ne matematik, ne tarih, ne fizik, ne edebiyat öğretilmekte güçlük çekilecek. Sınav tehdidiyle, evde ne kadar ders çalıştığı çelişkisiyle muhatap alınmak zorunda kalmayacaklar belki. Çünkü sorumluluğu zaten sevmiş, bilgiye meraklı, kendine güvenen o çocuk koşacak öğrenmeye.

Ortaokul, lise, üniversite sınavına ne gerek var? Bütünleşik olsa hepsi? Hem o zaman ilkokul koridorlarında çocuklar her istediklerinde bir profesörle karşı karşıya gelebilirler. Daha ilk elden çoğu yetenek ortaokul, lise ve üniversite öğretmenlerinin ortak değerlendirmelerinde çok yönlü geliştirilebilir. Zamanında gösterilen alâka ile kimin hangi düzeyde gelişim sergilediğini, ne yönde bir ilerlemeye aktığını tespit etmek ve en doğru akademik kariyeri sağlamak daha mı kolay olurdu acaba?

Ey çocuklar! Durum onu gösteriyor ki, biz size bir müddet daha doğru ve yeterli imkânı sunamayacağız. Bunu kendi çocuklarınız için sizin sağlayacağınızdan hiç şüphem yok. Altyapıyı siz sağlam kuracaksınız ve o muhteşem yapının üzerine muhteşem mucizeler çıkartacaksınız.

Kim bilir, şu satırları okuyan niceleri bunu hayâl veya imkânsız olarak değerlendirirken, niyetleri ve duaları işiten Allah var.


Televizyon kâbusu

Aile içi eğitimde ben çok yetersiz kalıyorum. Altyapı bozuk. İçim dengesizliklerle dolu. Bir nebze olsun kitaplarla kendimi düzeltmeye, dengelemeye çalıştım da aileme bir şeyler kazandırmak için uğraşıyorum. Ama bir yere kadar! Gücüm, bilgim yetmiyor ve kendi ellerimle teslim ediyorum televizyona çocuklarımı. Ah! İçim öyle yanıyor ki şu satırları sizlerle paylaşırken…

Ben az kalıyorum, o karmakarışık çizgi filmler çok kalıyor onların taptaze bilinç ve zamanlarında. Sarılıyorum her fırsatta çocuklarıma, öğrenebildiğim bir şeyler varsa aktarmaya, yüzlerini güldürmeye çalışıyorum. Ailece kaliteli birlikteliklerin ve faydalı zamanların süresini uzatmaya çalışıyorum. Ama nafile! Her fırsatta yenik düşüyorum. O kadar muhteşem beyinleri var ki yetemiyor ve yoruluyorum. Kendi ellerimle televizyon karşısına oturtup vakitlerini ve zihinlerini teslim etmelerini sağlıyorum. Medyamız da çocuklarımız için o kadar bilinçli (!) ki düşündükçe zehir içiyorum.

Biraz olsun çizimden, sanattan anlayan herkesin açıkça göreceği üzere, dünyada ne kadar çizgi ve kurgu kalitesi bozuk yapım varsa ülkemize getirmişler. Nedir Allah aşkına sürekli bu canavar savaşları ve yaratık muhabbeti?! Çoğu karanlık, kırmızımsı, şekilleri bozuk yaratıklar… Sürekli savaş ortamı, kazanma hırsı, anlamı olmayan isimler… Ülkemin aralara sıkıştırılmış eğitici yapımları ise bunların arasında sönük kalıyor. Zehirleniyor sayısız nice yavru!

Karmakarışık bir kültür oluşuyor içlerinde. İç dünyaları ile dış dünyaları kopuk oluyor birbirinden. Sebepsiz gülen çocuklar sebepsiz sinir krizleri geçiriyor, kavga ortamları oluşturuyor, sahip olma, kazanma hırsı ile gerilim yaşıyorlar. Oyunları oyun gibi değil, savaş gibi yaşıyorlar. Çizgi filmlerin çoğu zehirli! Yerli yapımlara yönlendirmeye çalışsak da sürekli başlarında bulunma imkânı olmadığında bildiklerini okuyorlar. Hangi kanaldan hangi zehirle beslendiklerinden haberimiz olmuyor.

Son yıllardaki müfredat gelişimini yakından takip edemedim. Belki öğretim konularında çok fazla iç meseleye değinmem uygun olmayabilir, lâkin o müfredatlar hemen yanı başımda, sokağımda, etrafımda dolanıp duran çocuklarımda, gençlerimde gözle görünür bir kişilik ve bilgi gelişimine yol açmıyorsa, içeriklerinin ne denli önemli olduğunu tartışmak gerek.

Bir cetvel, bir ölçüm cihazı her zaman vardır. Bir araya gelinen aile yuvasında söz yine televizyonun ya da her zamanki gündemin oluyorsa, bir araya gelinen arkadaş ortamlarında yine hep aynı havadan sudan muhabbetlerin dışına çıkılamıyorsa, sözler, bakışlar ve hareketlerde gelişim okunmuyorsa, eğitim-öğretim müfredatı, öğretmen ve kitapların anlattıkları sadece ders olarak okulda, ödev olarak evde kalıyorsa, heyecanla öğrenilmiş yeni bilgi, yeni gelişim aşamaları, yeni meraklar, yeni yetenekler şeklindeki konu başlıkları oluşamıyorsa, dinî ve millî özümüz anlatıldığı yerde kalarak belleğe ve kalbe yaklaşamadan eriyip gidiyorsa, bizler neyin başarısını, neyin varlığını konuşacak, hangi yarını bekleyeceğiz?

Çocuklarım yakın zamanda okula adım atacaklar. Çoğu aşamaya yetişemiyorum ama okul ve öğretmenlerden de haklı olarak çok şey bekliyorum. Ne olur, çocuğuma ders öğretmeden önce sevgiyi öğretin! Bir ağaca, bir kediye, bir çiçeğe sarılmayı öğretin! Dostluklar kurmayı, inanmayı, sabrı, konuşarak kendini ifade etmeyi öğretin! Benim hiç öğrenemediğim o “toplum içinde düşünceleri özgürce aktarabilmeyi” öğretin! Başarısızlık sonrası yeniden yeniden denememenin etkisini öğretin! Önemli olanın en iyi, en önde, en zeki, hep kazanan değil, yeni bir şeyler öğrenmek olduğunu, var olmakla herkesin kazandığını, kimsesin herhangi bir durum ve özellikten dolayı diğerinden üstün olmadığını, paylaşmanın o dayanılmaz zenginliğini, yardım etmeyi öğretin! Öğrenmenin, var olmanın, sorumluluk alarak faydalı olmanın önemini ve ihtiyacını öğretin! Çocuğumu sadece ödevlerle göndermeyin, mutlulukla, sevgiyle, ışıl ışıl gözlerle gönderin!

Çağ ve eğitim

Zaman, teknolojinin ucuzladığı, özellikle cep telefonu sektöründen neredeyse her insana ulaşan ve bir o kadar kendisine tutsak bırakan bir zaman. Bir ev, bir aile kültürü vardı eskilerde; mahalle kültürü ve paylaşımları vardı sokaklarda. Teknoloji ve yoğun apartmanlaşma insan kitlelerini evlere, cep telefonu, tablet ve bilgisayarlar ile sanal dünyanın içindeki gizli yalnızlığa hapsetti. Ah eski çocukluklar! Eskiden mahalle oyunlarında, arkadaş ortamlarında, büyüklerin konuşmalarında ve okudukları kitaplarda takılırdı çocukların gözleri ve zihinleri. Her şeyi yerli yerinde ve tam olarak alamasalar da, bu kadar kayıp değillerdi. Şimdi öyle mi? Çocukların büyüklerde gözlemlediği en büyük unsur, boynu bükülmüş, gözler sabitlenmiş hâlde cep telefonu ile bir ömür geçirmek. Daha ilkokul çağlarından başlayan, ileride kendisi için alınabilecek telefon markasını hesap eden bir nesil le karşı karşıya kalıyoruz.

Bir gün gül kokulu, bol karalamalı, gurbet ellerden yazmalı o mektupların tarih olacağını ve bir neslin mektuptan habersiz yetişebileceğini hiç ama hiç düşünmezdim. Bir ara çocuklarım ile çarşıdaki bir dükkânda soba görüp de “Baba bu ne?” dediklerinde içim tuhaf olmuştu. Durumumuz bu! “Eskidendi” diyerek eskiye çıkartıp tarihin içine gömdüğümüz ne de güzel şeylerimiz vardı! Teknoloji harika, tamam! İnsanlığı birçok noktadan (ulaşım, sağlık, haberleşme, bilgi) ileriye taşıyor. Diğer yandan yüz yüze, kalp kalbe paylaşmayı, toplumsal ve bireysel gelişim ve ilerlemeyi arka plâna atıp teknoloji ile sürekli bir şeyleri takip etme kültürünü yaşıyoruz. Bu hiç de iç açıcı gelmiyor!

Merak et çocuğum! Öyle çok merak et ki, öğrenmek istediklerinin sonu olmasın. Zira Rabbim ne güzel yaratmış! Ne çok şey var bilebildiğimiz, ne çok şey var bilemeyeceğimiz. 

Ey dünyamın bütün çocukları! Büyükler olarak size ne anlatmaya çalışıyoruz yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla? Bir şey anlayabiliyor musunuz, okullardan, haberlerden, aile içi paylaşımlardan, olup biten bunca şeyden memnun musunuz?

Gerek kendi çocuklarıma, gerek yazılarım ile bütün çocuklara ulaşmak ve mesajlar vermek istiyorum. Öyle ki, onları eğitmesin düşündürsün, kendine doğru yönünü çevirsin ve bazı sorular sorsun. İşte onlardan bazıları:

·       Dur, gitme çocuğum sürekli bir yerlere, akıp gitme her şeyden habersizce! Kaç yaşındasın, dört mü, beş mi? Karşılaştın mı hiç kendinle? Sık sağ elinle sol elini. Gördüğüne sevin, duyduğunu düşün, tat alabilmenin gururunu hisset. Düşünebilmek ne kadar ilginç ve gizemli, merak et. İçinde hiç durmadan atan bir kalbin var, bil ve teşekkür et. Uyandığın her sabaha sevgini, minnettarlığını, sımsıcak selâmını ilet. Selâmla seninle olan bütün kâinatı ve içindeki o muazzam yaşamı. Sonra yola çık. Öğrenmek kolay iş çocuğum, hem de çok kolay! Sen önce sev, kendinle barışık ol, inan ve sabret; gerisi kolay! Özüyle bağlantısı sağlam olup inanmayı ve sevmeyi bilene her şey kolay.

·       Kimse dört dörtlük değildir ey çocuğum! Bize düşen, örnek olmak… Örnek alınacak şanlı tarihimiz, dinimiz, güzel insanlarımız var. Sağda solda diken olmadan olmaz. Yola tüküreni, çöpünü sağa sola fırlatanı nedir ki bu zamanda? Koca koca ülkeler, koca koca insanlar pusuda, nefretlerini, ihanetlerini ve aç gözlülüklerini salıyorlar gül bahçesi yaşamımıza. Cennet dünyamızı, yıldızların arasını, bebeklerin gülüşünü kirletmeye hevesli o kadar hasta kalp var ki… Küçük şeyleri dert etme küçüğüm! İyiden yana olmak yetmiyor; o yüzden çalışmak, kendini geliştirmek, daha güçlü, daha inançlı olman gerekiyor. Öyle ki, zalim zulmünü rahat rahat yapamasın!

·       Elini uzat, seccadeye dokun! Elini alnının üzerinde gezdir! Kitapları kokla ve bak, her birinde var farklı bir dünya… Cep telefonunda ne var, sana ne kattı? Kitaplar öyle mi? Her okuduğunda bambaşka bilgilerde, bambaşka düşünme şekillerinde, gülmelerde, hüzünlenmelerde buluyor insan kendini. Okudukça bakışı, düşüncesi, yürüyüşü değişiyor, bir başka olgunlaşıyor içi insanın. Dokun bir yaprağa, dokun öğretmenlerin bakışlarına. Anne babana dokun. Defterlerin, kalemlerin olsun çeşit çeşit. Yazıya dokun. Yazmak, çağımızda bile gerçekten sırrına ve önemine tam olarak varılamamış büyük bir mucize. Herkes kitap çıkarmak zorunda değil ama bence herkes yazmak zorunda. Ver eline kalemi, koy defterinin üzerine ve bırak, için senle dertleşsin be küçüğüm! Yaz, her gün yaz! Her gün dokun o kalem ve defterine. Sana söz veriyorum, yazmaya devam edersen o kalemin ve defterin seni öyle yerlere götürecek ki, için seninle öyle bir dost olacak ki, başka hiçbir dost bu kadar büyük bir hediye veremeyecek sana bu yaşamda.

·       Dünyanın diğer tarafındaki yaşıtlarının acıları, büyüklerin akıl almaz söz ve hâlleri seni çok etkiliyor, biliyorum. Çok da takılı kalma küçüğüm! Vakit, durup bekleme vakti değil. Üzülmek gerek elbette, ama kaybedecek zaman yok! İlerlemek ve zulme “Dur!” demek için çalışmak, gelişmek gerek. Biz büyükler büyüdükçe unuturuz. Unuttukça ciddî olur ve ağırlaşırız. Sonra dünyayı da ciddîye çevirir, ağır kararlar alır, ağır kavgalar ederiz. Çünkü hepimiz haklıyız, hepimiz her şeyin en iyisine lâyığız, en üstün olmalıyız(!). Ama sen bize bakma, bizim gibi büyüme! Koca kâinat ve Allah’ın rızkı o kadar geniş ki, gönlünü geniş tut! Sahip olduklarını paylaş, sebepsiz mutluluklarını asla bırakma! Koşmayı, pervane olmayı asla bırakma! Haberlere iyi bak, büyümek dünyayı bu hâle getiriyor. Bedenin büyüse de için büyümesin. Bilgin, sözün büyüsün de kibrin, gururun, hesabın sakın büyümesin küçüğüm! 

·       Sanattan asla kopma ey çocuğum! Muhakkak en az bir sanat dalı ile ilgilen. “En iyisini yapacağım, çabucak öğreneceğim”, “Yeteneğim var mı?” diye dert etme! Sanatı bir yarışmaya asla çevirme! Sanatı, hayatını sanata çevirmek için kullan. Yaptığın resmin, müziğin, origamin seni inceltsin, sözünü, bakışını, yürüyüşünü, hedeflerini süslesin. Ortaya çıkan eserlerin dünyanın en önemli, en güzel eserleri olması gerekmiyor, lâkin şu dünyada bir eser çıkarmak, dünyanın en güzel heyecanıdır. Bir yazı, bir resim, bir kâğıt gül üretmek, “İşte ardımda benden izler!” demektir. Üretmeyi çok iyi düşün küçüğüm, üretemeyen tükenir! Üreten, sosyal anlamda güzel paylaşımlar ve dostluklar kurar.

·       Merak et çocuğum! Öyle çok merak et ki, öğrenmek istediklerinin sonu olmasın. Zira Rabbim ne güzel yaratmış! Ne çok şey var bilebildiğimiz, ne çok şey var bilemeyeceğimiz. İnsanlığın ömrü yetmedi, yetmeyecek de bilginin sonunu bulmaya. O hâlde sen de katıl bu muazzam sofraya, oku ve düşün etrafında olup biten onca şeyi: Nasıl düşünüyorsun? Nasıl yürüyebiliyoruz? Yıldızlar neden varlar? İnsanlar neden bir iyi, bir kötü? Çiçekler ve bebekler neden bu kadar güzel? Ağaçlar ne kadar vefalı, faydalı ve hoş? Bilemediğin yerde hayran olursun, yetmez mi? Hem hayranlık o kadar güzel, o kadar inanılmaz bir duygu ki, ye gitsin ekmek arası, asla doyamazsın!

Büyüklere son kelâm

Büyüklerim, yaşıtlarım! Size çok çıkışmış olabilirim ama kızmaya ve gücenmeye de devam edeceğim, kusura bakmayın! İstisnalar az değil, biliyorum. Dünyama, dinime, vatanıma, insanlığa hizmet aşkıyla yanan nice güzel insan var. Lâkin yetmiyor, yetişemiyoruz. Dünyam ve nesiller kan ağlıyor. Bildiklerimiz çare olmuyor. Gelin ve güçlü, haklı, ciddî olmaya biraz ara verelim!

Kendimize parklar inşâ edip biraz oynayalım. “Zaman, oyun zamanı mı?” demeyin. Önce çocukluğumuza dönüp ışıltımızı, sebepsiz mutluluklarımızı, sonu gelmez sevgilerimizi, yani unuttuklarımızı geri kazanalım. Çocuk olup, her şeyi bir kenara bırakıp birleşelim ve elimizde ne varsa paylaşalım. Millî bir birliktelik, sevgi, hoşgörü ve öğretim-öğrenim-gelişim seferberliği oluşturalım. Aile üyelerinin aralarında, okullarda öğretmen ile öğrencinin arasında sevgi köprüleri kurup güzellikleri kafile kafile nakledelim.

Elbette sanayide, savunmada, siyasette güçlü ve uyanık olmamız gerek. Fakat bir de dünyamın damarlarında dolaşan bir zehir var. Zalimliği aşılayan, zalimin kalbini ve gözünü karartıp zulmünü çirkinleştiren, ne yaptığının farkında olmamasını sağlayan… İşte bu zehre odaklanmak gerek! Sevgi ile bu zehrin karşısında durabiliriz. Bütün dünyaya ülke olarak büyüğü ve küçüğüyle beraber her gün, her fırsatta birlik ve sevgi mesajları verebilir, bütün saldırılara rağmen inanmaya devam edeceğimizi, insanlığın bir gün kendine gelip insanca “bir” olacağına inancımızı ilân edebiliriz. Hem o zaman insanın insana karşı ve kendini kendinden koruması için çıkarmak zorunda kaldığı “insan hakları”na gerek kalmaz.

Gelin, büyük küçük bugün el ele verelim ve Hakk’a yalvaralım! Bugün sadece sevelim, öylesine gülelim. Çiçekler derelim. Allah’ın rızasını, affını dileyelim. Zira çok açıldık yanlışlarda. Allah’a doğru yol alırsak, belki yanlışlardan da uzaklaşırız ve Hakk da bize yardım eder. Rabbim tutmuşsa elimizden, bize ne karşı durabilir ki? Zaten bize bizden başka düşman var mı ki?

Esenlik ve sevgiyle kalın efendim! Vaktinizi ayırdığınız için minnettar, var olduğunuz için sevinçliyim…