O âna kadar her şey mükemmel sayılırdı; mükemmel servis,
mükemmel hizmet… Tabiî, yabancı saydığı bir cisme tepki veren midemizde ufak
ufak başlayan kıpırdanmaları saymazsak…
“Bize gelin kızlar, açık büfe! Ne isterseniz var” diye
ikna etmiştim Eda ile Ecrin’i. Sözümü tutmak istiyordum. Çeşit çeşit, torba
torba cips almıştım, yanında içmek için de kola. (Haklısınız, bütün menü cips
ve koladan oluşuyor olabilir ama bizim kızların başka bir şey istemediğinden
eminim.)
Kola ve cips bize göre yeterli ve oldukça zengin bir
menüydü. Yanına da biraz dedikodu, biraz müzik… Değmeyin keyfimize! Duvarlar
inlesin, apartman dinlesin…
Bunu herkes bilir; aslında tersi olması gerekirken
maalesef bir öğrenciyi en mutlu eden şey, okula gitmeyecek olmasıdır. Daha
mutlu edeni ise, gidemeyiş nedeninin resmî olmasıdır. Çünkü bu durumda vicdan
azâbından ve yakalanma korkusundan da kurtulmuş olur. Tabiî yine de işin vicdan
ve korku kısmı öğrenciden öğrenciye değişen bir husustur. Dünyayı kasıp kavuran
pandemi nedeniyle ara verdiğimiz yüz yüze eğitimin aslında bizim can
sıkıntımızı da aldığını uzun süre evde kalınca öğrendim. Annem, “Ne zamandır
teyzene uğramadım” dediğinde ânında yapmıştım plânımı. Annemin teyzeme
gitmesinin önündeki bütün engelleri kaldıracak, Eda ile Ecrin’in bize gelmesinin,
dolayısıyla da başbaşa çıldırabileceğimiz saatlerin yolunu açmış olacaktım.
Elif, Eda ve Ecrin… “Efsane 3E’ler yeniden sahnede” düşüncesi
bile heyecan vericiydi. Sekizinci sınıftık ve yeterince büyümüş sayılırdık.
Öyle ki, “yeni dünya düzeni” hakkında sosyal medyadan öğrendiklerimle anneme
mini konferanslar verdiğim bile olurdu. Ben ileride dünyayı müzik
topluluklarından oluşan gençlerin yöneteceğine inanıyor, bunu savunuyordum.
Annem söylediklerime inanıyor muydu bilmiyorum ama Eda ile Ecrin’in
inanmadıklarına emînim.
Annemle iki gün sonrası için anlaştık; o teyzeme gidince,
ben de arkadaşlarımı davet edecektim. Ettim de… İkisi de sözleştiğimiz saatte
uslu kızlar modunda girdiler kapıdan içeriye…
Bütün anneler, dışarı çıkarken, kalanları düşünmeden
edemezler. Mutlaka buzdolabında çorba, sarma, makarna, pilav türü yiyeceklerden
biri bulunur ve size onları nasıl yiyeceğinizi de giderayak söylemeden duramazlar.
Annem de aynanın karşısında başörtüsünü düzeltirken dolapta makarna olduğunu ve
nasıl yiyeceğimizi söylemeyi ihmâl etmedi: “Acıkırsanız mikrodalgada ısıtıp
yersiniz kızım.” “Anne, tabağa koymamız gerektiğini de söyleseydin bari!” dedim
içimden. “İçimden” diyorum ama sesli de söylemiş olabilirim, çünkü kapıdan
çıkarken, “Ne dedin?” der gibi baktı yüzüme.
Bununla da kalmadı talimatlar tabiî, “Gürültü yapmayın,
komşuları rahatsız etmeyin, etrafı dağıtmayın” ve “Telefonunu yanından ayırma”
şeklinde asansöre kadar uzadı.
Salona döndüm. Artık geçici de olsa özgürdük,
istediğimizi konuşabilir, istediğimizi yapabilirdik. Bir araya geldiğimizde
tekrar ettiğimiz bir nevi selâmlaşma ritüelimiz olan hareketlerimiz vardı. İlk
önce Eda yaptı hareketini, sonra da ben ve Ecrin. Bunları Koreli pop starlardan
öğrenmiştik. Bize göre özgürlüğü ve mutluluğu temsil ediyordu.
Zaman kaybetmeden, hızla mutfaktan bardakları, tabakları
alıp salona getirdim. Tabaklarımızı cipsle doldurduk, bardaklarımızı kolayla. Önce
Eda’nın “gençlik dizisi” dediği ve öve öve bitiremediği, hattâ oyuncularından
birine âşık olduğunu söylediği diziyi açtık Netflix’te. Bölümün sonlarına doğru
yaşları bizden çok da büyük olmayan iki çocuktan zenci olanı, “Hey dostum,
bence bir tanrı yok, varsa bile sağır olmalı, çünkü beni hiç duymadı” dediğinde,
arkadaşlarımın yüzüne baktım. Söze takılmamışlardı anlaşılan, onlar bu
cümleleri sarf eden çocuğun komik hareketlerine gülmekle meşgullerdi.
Dizi bitti. Boşalan tabaklarımızı ve bardaklarımızı
doldurup biraz hareketlenelim istedik. Uzun zamandır hayranlık ötesi bir
tutkuyla dinlediğimiz K-Pop gruplarından BTS’nin Youtube’dan videolarını açtık.
Bu gruplar bize Kore’yi çok sevdirmişlerdi. Güney Kore kendi vatanımızdan daha
sıcak geliyordu artık ve kendi topraklarımıza aidiyetimizi kaybetmek üzereydik.
Coşmuştuk iyice. Liseden sonra Güney Kore’ye gitmenin yollarını konuşuyorduk.
Yine Google marifetiyle nasıl gidilebileceğini bile araştırdık. Gitmişken orada
kalmayı teklif etti Eda. Ben itiraz ettim, Ecrin de “Olmaz” deyince, gidip geri
gelme fikri kabul gördü. Kore’ye gitme hayâli şimdilik mümkün görünmediği için
biz de İstanbul’daki bir Kore lokantasında yemeğe gitmeye karar verdik.
Müziğin ritmine kaptırıp gitmişken, bir ara Eda, bana
dönüp, “Bunlardan hangisiyle evlenmek istersin?” diye sormasın mı? Klipteki
solistlere baktım tek tek. Aralarından birini seçip cevap verecektim… Baktım,
baktım, bir tuhaflık olduğunu o zaman anladım ve “Ama bunların hiçbiri erkeğe
benzemiyor ki!” deyince gülüştük…
Annemin gelmesi gecikince, kızlarla oluşturduğumuz ortam
da hâliyle uzadı. Bizim de işimize gelmişti doğrusu ama keşke kızlar, “Elif,
biz acıktık” demeselerdi. Anlaşılan cipsler, vücûdumuz fazla hareketli olduğu
için midemizde tutunamamış, çabuk hazmedilmişti. Sorun değildi. Annemin makarna
tenceresi bizi doyurmaya yeterdi. Onları salonda bırakıp mutfağa süzüldüm.
Şimdi çoktan pişman olduğum ve nereden icap ettiğini anlamadığım şekilde makarnanın
yanına salata yapasım tuttu. Annemin yaptıklarından kulağımda kalan bir çeşit
salata vardı, ben de onu yapmayı denedim: Çoban salata…
Aslında nasıl yapıldığına dair hiçbir fikrim yoktu ama
her şeyi öğrenebileceğimiz bir kaynağımız vardı. Google, bizim bütün
sorularımıza cevap verebiliyordu. Arama çubuğuna “çoban salata” yazdım. Çıkan
sonuçlardan malzemeleri ve nasıl yapılacağını okudum. Oldukça kolay
görünüyordu. Semtimizin pazarı dündü, alışveriş yeni yapılmıştı; dolayısıyla
salata malzemelerinin hepsinin mevcût olduğunu düşünüyordum. O güne kadar hiç
böyle bir deneyimim olmamasına rağmen büyük bir cesaretle soğanları soymaya
başladım. Kızlara ne kadar becerikli olduğumu da gösterme fırsatı yakalamış
olacaktım böylece. Bu fırsatı yakalamış biri olarak biber ve domatesleri
yıkamadan doğradığımı kızlara söylemedim tabiî. Puan kaybetmek istemiyordum…
Bütün malzemeleri doğrayıp büyükçe bir kapta bir güzel
karıştırdım. Elim işte, gözüm videoda, yağını, tuzunu ekleyerek bitirdim
salatamı. Sonra makarnayı dolaptan çıkardım, annemin talimatına uyarak
mikrodalgada ısıtıp yayvan servis tabaklarına böldüm; yanlarına da yaptığım
salatayı koyup gururla servis ettim arkadaşlarıma.
Çok acıkmış olmalıydık ki birkaç dakika içinde silip
süpürdük tabakları. Biraz muhabbetten sonra boş tabakları kaldırıp mutfağa
götürdüm. Döndüğümde önce Eda’nın yüzünde bir gariplik hissettim, sonra
Ecrin’in. İkisi de midesinin rahatsız olduğunu söylüyordu. Akabinde aynı
hoşnutsuzluğu ben de kendi içimde duymaya başladım. İhtimâller o kadar çoktu ki
rahatsızlığın hangisinden olabileceğini kestirmek mümkün değildi. Eda
makarnanın bayat olduğunu, Ecrin ketçabın bozulmuş olabileceğini söyledi.
Makarnayı annem dün akşam yapmıştı, bozulmuş olamazdı. Ketçabın son kullanma tarihine
baktık, doğru tarihse eğer, daha çok vardı. Sonra üçümüz birden, yediğimiz
cipslerle kolanın midemizi bozmuş olabileceği hususunda ortak bir kanaate
varmıştık ki annemin anahtarının sesini duydum kapıda.
İçeri girdikten sonra önce salona göz attı. Çok iyi
tanıdığım bir bakıştı bu; “Bakayım ne kadar dağıtmışsınız?” teftişiydi bu.
Salonu köşe bucak birkaç saniye süzdükten sonra yaşam alanına yani mutfağa
doğru yöneldi. Biz ihtimâller üzerinde konuşmaya devam ederken seslendi annem
mutfaktan, “Elif! Kızım dün pazardan kabak almıştım bugün pişiririm diye,
gördün mü?” diye sorunca, önce, “Hayır anne, görmedim!” diye cevapladım peşin
peşin salonun ortasından. Sonra tüylerimde bir hareketlenme oldu ve “Acaba?”
dedim kendi kendime…
“Yok, olmaz! Bu kadar da olamaz!” diyerek kendimi
inandırmaya çalışsam da bu inkârım mevcût gerçeği değiştirmeye yetmiyordu. Tarih
beni salatalıkla kabağı karıştıran ukala bir ergen olarak yazacak, öykülere
konu olacaktım belki de. Salonda buz gibi bir sessizlik oldu. Eda ile Ecrin’in
hınzır bakışları üzerime çivilenmişti. Parmağımla ikisine de sus işareti yaptım
ama susabileceklerinden emin değildim. İkisinden biri her an bir kahkaha
patlatabilirdi. İkisinin de gözlerinden bunu çok net okuyabiliyordum.
Annem aradığını bulamayınca, sonunda kabakları pazarcının
tezgâhında unuttuğuna kanaat getirdi. Anneme, kabakların salatalık yerine bizim
midemizde olduğunu, hattâ şu anda çiğ kabağa alışık olmayan midemizin kötü
sinyaller gönderdiğini söyleyemezdik. Söylesem annem kızmazdı kızmasına ama
benim su katılmamış cehâletim gün gibi ortaya çıkardı. Zaman zaman entelektüel
çıkışlar yaparak annesine dünyanın geleceği ile ilgili teoriler anlatan biri
olarak bütün karizmam yerle bir olabilirdi. Hem daha liseyi bitirip Kore’ye
gideceğiz…