
KALEMİN yemini hak edecek
kadar hürmete lâyık bir cevher oluşu… İçindeki mürekkebin hayata akışı ve
kaderin akıl almaz karmaşık çizgileri…
“Yolumu
çiziyorum” diyorum ama zümrüt ışıklarla yazılmış, alnımdaki çizgilerin
üzerinden mi gidiyorum, tam olarak bilmiyorum. Vallahi bilmiyorum! Ama
bilmediğimle kalmayıp rastgelen yollara vuruyorum gönlümü. Ayağın işi ne zaten
gönlün gittiği yere gitmekten başka?
İlk
büyük patlamayla, saniyede 300 bin kilometre ile yol alan ışıklar, çizgiler… Hayata
hazırlık için dev bir sahne kurdular. Tohumların içinde beklediler çizgiler;
armut ayrı, elma ayrı, gül ayrı, lâle ayrı şekil aldı. Her parmağın ucunda
eşsiz kıvrımlar, her yüzde, her damarda, her kalpte başka yollar… “Bilim”
dedikleri ve akılların aradığı şey, ilk aklın çizdiği o muazzam desen değil mi?
İlk tasavvur, ilk hayâl, En Büyük Musavvir’den çıktı.
Kalem
ve sonrasında oluşan tablo… Bence rüzgârın haberi var savurduğu saçtan ve hazan
yaprağından, uçurduğu çatıdan, kırdığı daldan… Gece olunca arz-ı endam etmeyi
bekleyen yıldızların gözlerden haberi var.
Kıtalar,
bin yıllar, sınırlar ve ülkeler... Her millet devletleşince, gücü yettiğince
sınırlarını genişletmek ve korumak ister. İnsan bir başına da aynısını yapıyor.
Sınırlarını belirliyor ve koruyor. Kim onun sınırını geçerse, bakışıyla,
sözüyle, eliyle, kalbiyle ordusunu kurup mücadele ediyor. Sınır önemli şey.
Vicdanın da dosdoğru bir çizgisi var belli ki. Şaşmaz, yanılmaz bir cetvel ile
çizilmiş; iyiye iyi, kötüye kötü diyebilen bir çizgi. Denizlerin bittiği yerde karalar
başlar, öyleyse her bitiş başka bir şeyin başlangıç çizgisi. Bir bahçe duvarı diyor
ki, “Benim yanımda başka bir ev yapılabilir, başka bir hayat kurulabilir”. Hücrelerim,
benliğim ve vatanım aynı cümle içindeyiz.
Mehmet
Akif Ersoy, ne zaman yazmaya kalksam aklımdan şöyle bir geçiverir. “Benim iman
dolu göğsüm gibi serhaddim var” diye kazımıştı ya duvarlara, beyti anlamaya
çalışıyorum. (Kalp son sınırlarına kadar boşluk bırakmayacak kadar iman dolu ve
bir vatan düşünün ki, serhaddine yani son sınırına kadar inananlarla dolu.) Anladıkça
hayranlığım artıyor. Hazır vatandan, serhatten söz açmışken, aklımdaki büyük
manzarayı göstereyim: “Sınır ötesi” denildiği zaman, aklıma uzayın son sınırı
olan sidre-i münteha geliyor.
Sınırsızlık
elbette O’nun Şanına yakışır. Bâkî olmak da bir başka ayrıcalık. Küçücük hâlimle
bunları düşünmek ise tarifsiz bir mutluluk.
Sınır
varsa iki yönlü oklar veya ikiye ayrılış olmalı değil mi? İç ve dış gibi, doğru
ve yanlış gibi, dost ve düşman gibi… İnsan çizgisini çekmişse kararlar
almıştır. Her çizgi bir karar, her karar da bir çizgi olmalı değil mi?
“Allah’ın
hududunu çiğnemeyin” uyarısı kulaklarımda. O yazan, çizen, sınırlar koyan,
kemiklerimizin boylarını belirleyen, kirpiğimizi, kaşımızı, gözümüzü ölçüp
biçen… Ömür çizgisini dilediğince çizerken hâddi hududu da belirleyen O işte!
Yazı, kışı, baharı tasarlayan, ağaçları, meyveleri, kuşları, taşları,
yağmurları çizen yine ancak O.
Einstein’in
mektubundaki “Tanrı zar atmaz” sözü girdi frekansıma. Kuantum sıçramasında
elektronların yörüngelerindeki anlık değişimin plân ve programa göre
gerçekleştiğini ve bunun Tanrı’nın seçimi olduğunu anlatıyordu. Tanrı gibi
bakmaya çalışan bilim adamlarının baktığı o muazzam açı ve manzara orada eşsizdir,
eminim. Picasso da aynı pencereden bakarak çizmişti resimlerini. Tanrı’nın her
şeyi aynı anda görmesini kübizmle anlattı. Bu insan aklının kat ettiği en uzak
mesafenin yansımasıdır aslında. Ve tabiî ki düşünmenin beyinde bıraktığı
doyumsuz tat... İnsanın sınırlı aklının mutlak akla doğru yükselişi… İlginç bir
benzetmeyle cümleme devam edeceksem, Necip Fazıl’ın şiir tanımlamasına
bakmalıyım. Şiiri “Yaratıcı’nın mahrem alanında dolaşmak” olarak görmüş. Vahiy
ve ilhamın aynı kaynaktan döküldüğünü biliyor ve şiiri, insan kalbinin mutlak
kalbe dokunuşu olarak görüyorum ben de.
Tasavvufun
hayranlık veren sadeliği ve cezbesi ile nefsin mertebelerini aşarak “Ene’l-Hakk”
sözüne cüret etmiş olan Hallac-ı Mansur’u ancak o sınırı aşanlar anlarlar.
Cüneyd-i Bağdadî, Mevlâna ve Şems gibi, aklını ve duygusunu Vahdet-i Vücud ile
bütünleştirenler anlarlar.
“Modern”
lakabıyla şıklaşan insanoğlu, gerçekten mutluluğu, huzuru, özgürlüğü buldu mu?
Bana kalırsa hâdsizleştik, kulluk için belirlenen çizgiyi aştık. Velhasıl
şirazeden çıktık. İstilacı ve doyumsuz egomuzu yücelttik. “Ego” denilen şey
sükunet bilmez, huzur bilmez. Üstelik zulmetmek ister, şükür sevmez, vefa
bilmez. Ego sınır tanımaz; alçaklığın zirvesindedir gözü. O zirvenin yolu
nereden geçer, bakmaz ve sadece ezip yok eder. Egonun vicdanı da olmaz. Gerçi
nefs-i emmare olarak bildiğimiz, her zaman kötülüğü emreden nefsin filozoflarca
karşılığı “id”. Egonun da altında olan hayvanî nefisle aynı gibi görünüyor.
Kendini kınayan ve tanıyan nefis olan nefs-i levvame seviyesinde, huzur ve
mutluluk insanı kucaklayacaktır elbette.
Sınır
çizgisi
Allah’ın
hududundan söz etmiştim. Diz ve göbek arası mahremiyetine dikkat etmek,
sarhoşluk veren içeceklerden uzak durmak, zinaya yaklaşmamak, başkasının malına,
canına, namusuna göz dikmemek, israftan kaçınmak… Bütün bunlar yasak meyveyi
temsil ediyor gibiler ama özgürlük alanımız o kadar büyük ki… Yine de nefis
tehlikeli sınırlarda gezinmeyi seviyor.
Modern
insan her yönde hududu çiğnedi. Kadın kadın olmaktan, erkek de erkek olmaktan
uzaklaşmaya başladı. Tohum tohum olmaktan çıktı. Aile bağları koptu, akrabalık
ve komşuluk bitti. Yapayalnız boğuşuyoruz kendi ayaklarımızla girdiğimiz
bataklıkta. Ahlâkî sınırları aştık, cinayet ve şiddet gümrüksüz girdi
hayatımıza. Bütün ruhsal ve fiziksel kir ve pasımızın yegâne sebebi hâdsizliğimiz.
Saygı
bir sınırdır meselâ, sabır sınırdır. Şükür de öyle. Kendi potansiyelini
keşfetme isteğiyle insan, meleğe karşı farkını çizdi ama sınırlarını zorlarken
kitabı sağdan verilecekler listesine girmeyi aklından çıkarmamalı. İpte yürüdü
insan dengede kalabileceğini göstermek için. Suya tek nefesle daldı. Havaya
muhtaçlığının farkında iken düşünce gücüyle metali eğdi ve öyle ki ölümsüzlüğün
ilacını aradı. Ateşte yanmamayı, buzda donmamayı öğrendi ve nihayet kendi zekâsını
robotlaştırdı, dünyayı aşıp yörüngesine uydular yerleştirdi. Aslında bütün
keşifleri, onun mutlak kurguyu çözümlemede kat ettiği birer yoldu.
“Bu
benim yaşam tarzım, benim çizgim” derken özgünleşiyoruz. Ama belki de bize
sunulan menüden seçtiğimiz bir yemeği yemekten öteye gidemiyoruz. Biri yılın
trendini belirliyor, binlercesi ona göre giyiniyor, ona göre saç kestiriyor,
ona göre tatil yapıyor ya da ona göre besleniyor. Hani her bir köyün/kasabanın
bile kendine özgü giyim tarzı, yemekleri, şivesi, tavrı vardı? Tabiî, evvel
zaman içindeydi bunlar. Dünya cıvıl cıvıl, rengârenk bir şölen yeri gibiyken...
Benziyoruz
artık tuhaf bir biçimde; hepimiz aynı gibiyiz. Hiç özel değil de sıradanmış
gibi, maskelenmiş yüzlerimiz, sığ sözlerimiz var. Birkaç akıllının aklı dünyaya
yetermiş gibi aklımızı cebimize koyduk âdeta. Kim nereye sürerse oraya
gidiyoruz.
Tamam,
hoş, kendi çizdiğim yolda kendi doğrumla, kendi yanlışımla yürürüm ama neden
yolumu falanca çiziyor ve ben çaresizmiş gibi orada yürüyorum. Eğer birinin
belirlediği yoldan yürüyeceksem, O biri, sadece hayatım sona erdiğinde bana
hesap soracak olan olmalı.
Âdem’in
vücudu ilk şeklini alsın diye o elenmiş, sulanmış ve yoğurulmuş toprak, bir çizginin
üzerinde simetrik olarak iki eşit parçaya bölünmüş. Bu benim şu anki
duygularımın özgün tercümesi olacak ama sanki sol yanı şeytan, sağ yanı melek
veya solu isyan, sağı itaat gibi, sol omzu günahlarına, sağ omzu sevaplarına
şahit bir simetri harikası olmuş. Bir çizgi ve iki zıt yön, tam olarak insanın
tarifi olmuş.
“Herkes
kendi kaderini çizer” ya da “Çizemez” dediklerinde susar kalırım. Kader
insandan çok daha büyük bir şey. Aklın kapasitesi dışına taşan bir şey. Gökten
inen vahiyle yerden yükselen fikirler kucaklaşmadıkça, hakikatin panoramasını
izlemek imkânsız. Onca filozof her türlü ilâhî bilgiden arınmış olarak başını
iki elinin arasına almış ve ömrünü düşünmeye adamış. Peki, ne bulmuşlar gerçeği
yakalamak adına? Evet, yol kat etmişler ama ancak bir arpa boyu…
Hepimizin
peşinde olduğu şeydir hakikat. “Kimiz?”, “Nereden nereye gidiyoruz?” ve “Niçin?”
soruları hep aklımızdadır ama hiç yokken bizi varlığa dönüştüren o gücü
keşfedip O’nun kurduğu cümleleri hiç olmazsa bir kerecik okusak ne kaybederiz?
Akıl tek sahip olduğumuz bilgi kaynağı ise, her şeyin cevabı onda gizliyse,
sınırı olduğunun da farkındadır.
Ben
aklımın sınırlı oluşunu fark ediyorum. Düşündürüldüğüm kadarını düşünebildiğimi
kabul ediyorum. İnsan olarak sunulan isteme özgürlüğümün de farkındayım ve o
yüzden dualar ediyorum, tercihler yapıp sorumluluk alıyorum. Ama sonsuzluğun
içindeki sonumu, sınırımı, hâddimi biliyorum. İpince bir çizgide yürüyorum ama
durmam gereken yeri de biliyorum. İnsan olduğum için bunu yapıyorum. Çünkü
insan olduğumu biliyorum.