Çizdiğimiz portre ve aynadaki profilimiz

Haçlılar korkuyor! Çünkü İslâm’ın prensipleri ile kıyamete kadar sınırsız kaynaklarla ve tüm insanlığa yetecek miktarda bahşedilmiş tüm nimet ve kaynaklar eşitlendiğinde savaşsız kalacaklar(!), silah tacirliği yapamayacaklar. Çünkü insanlar birbirlerine nispet yapmayacak, adalet her ferdin garantisi olacak, nesi varsa onu paylaşarak aynı tad, aynı haz ve aynı lezzet ile birbirlerini anlayacaklar…

“İÇİMİZİ yoklasak” diyorum… Sorsak kendimize; bir elimize Güneş’i verseler, diğer elimize Ay’ı, neyleriz acep? İnancımızdan emin, imanımızdan mutmain bir eda ile iter miyiz elimizin tersiyle verileni?

Tevessül etmeyiz, bilirim. Ve derhâl Âlemlerin Rabbine Elçi olan Peygamberimizin sözü düşer zihnimize, ardından dilimize: “Güneş’i sağ elime, Ay’ı sol elime verseniz de dâvâmdan vazgeçmem!”

Vazgeçmeyeceğimizden dilimizin emin olduğu kadar eminsek, kalbimizdeki imandan öyleyse gam yok demektir! Ya değilsek!?

Güneş’in ve Ay’ın hacmi, işlevi, değeri, dengesi, hikmeti ve nimetler içinde en ehemmiyetli oluşları yanında zerre kadar ehemmiyeti olmayan kazançlar için değişip dönüşenlerimize ne demeli o zaman?

Üç kuruşluk menfaatler, “önce ben” demeler için birbirimizi incitmemizin, hâl ve hatır sormaya yüksünmemizin, Batı/lın empoze ettiği “Vakit nakittir” sözünü prensip eyleyip eşimize, dostumuza, akrabalarımıza, komşularımıza vakitsizliğimizi nasıl izah edebiliriz?

Kapitalizmi, siyonizmi, emperyalizmi reddeden sloganlarla meydanlarda nefesimiz tükenirken, mutfaklarımızda yiyecek içecek markaları, banyolarımızda hijyen maddeleri, tuvalet masalarımızda makyaj malzemeleri, gardıroplarımızda marka giysilerimizle hangi tutarlılık formülünden hareket ediyoruzdur?

Batı/l dört bir koldan inancımızı asimile etmek için aklımıza gelen gelemeyen tüm stratejilerini uygularken, tüketim piyasasına markalarını servis ederken, bizlerin “millî marka” yoksunu olduğumuzu ağız dolusu eleştirmemiz hak mıdır?

Soru çok, cevapları hazır; ancak ne kadar ihlâslı?

Diyesim, “Dilimiz ile kalbimiz arasında irtibatı koparan nedir?” sorusunu sorduğumuzda vereceğimiz cevaba inandığımız kadarız! Bizi bilenlere çizdiğimiz portre ile aynalarda seyrettiğimiz profil örtüşüyorsa, ne mutlu!

Ya iki yüz arasında sayısız fark varsa? Öyleyse vakit kaybetmeden iki görsel arasındaki yedi farkı en hızlı bulup hayat bulmacasını en çabuk çözen ve hızı oranınca IQ testlerinde yüksek sıralara tırmananlardan olmak lâzım!

İlâhî kameralar zaten “Fe men ya’mel miskale zerretin hayren yerâh. Ve men yağmel miskale zerretin şerran yarâh”1 bildirisi ile kayda geçmiyor mu amellerimizi? Geçiyor… Öyleyse hangi cesarettir bizi böylesine ikircikli ve/fakat tutar yoksunu yol almaya yönelten?

Söylediğimiz ile eylediğimiz arasındaki mesafenin izdüşümü değil midir hayatlarımıza yansıyan tutarsızlıklar?

Sahi, şöyle bir dursak, Millî Şairimiz Mehmet Akif’in tavsiyesine kulak versek ve desek: “İki el bir baş içindir; davransana, eller de senin, baş da senindir!” Ki düşünme eyleminin fiilî rolüne büründüğümüzde başlayacaktır fikretmeye meylimiz.

Aslında bugünün hikâyesi ve sadece bizim yaşayan toplumumuzun meselesi değil inanç ve amel arasındaki dengenin hayata yansıyıp yansımaması. Öyle olsaydı, Batılı ve meşhur deneme ustası Montaigne, “İnsanların en çok inandıkları şeyler, en az anladıklarıdır” demezdi herhâlde.  

Bir de madalyanın sair yüzü var. Modern Haçlılar ve Doğulunun üzerinden kendini var ederken, inançlarını ve değerlerini esas alıp Doğuluyu ötekileştiren Batı/lı Oryantalistler “Avrupa, insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü” antedi ile şov yaparken İslâm düşmanlığında ve faşist ırkçılıklarında sınır tanımıyorlar. Bir de bu cihetten bakarak en can alıcı soruyu seçip soralım: “Batı/lın İslâm korkusunun düşmanlığa evrilmiş hâlini, bunca asimile çalışmasını, türlü entrikalarla İslâm coğrafyalarında halkları birbirlerine kırdırarak Müslüman soykırımı yapmalarını haklı çıkaracak nispette midir ahvalimiz?” 

Peki… Bu soruya cevabımız “Pek tabiî… Elhamdülillah, Müslümanız! Daha ne olsun?” şeklinde olacağından, İslâm’a teslim olma katsayımız ile hayata yansıyan ışığımız denk mi? Denk ise, binler şükür; değilse, birbirimize söylediğimiz yalanların kefaretini bir kambur gibi taşımaya mecburuz!

Fakat bilelim ki, Batı/l korkuyor! İslâm dünyaya hâkim olursa halkların imkânlarının eşitlenmesinden korkuyor. Çünkü ne insan gücünü, ne yaşadıkları coğrafyaların kaynaklarını sömürebilecekler.

Haçlılar korkuyor! Çünkü İslâm’ın prensipleri ile kıyamete kadar sınırsız kaynaklarla ve tüm insanlığa yetecek miktarda bahşedilmiş tüm nimet ve kaynaklar eşitlendiğinde savaşsız kalacaklar(!), silah tacirliği yapamayacaklar. Çünkü insanlar birbirlerine nispet yapmayacak, adalet her ferdin garantisi olacak, nesi varsa onu paylaşarak aynı tad, aynı haz ve aynı lezzet ile birbirlerini anlayacaklar… Çünkü insanlık, korku ile köleleştirmek ve yönetilmek yerine, muhabbet ile efendice kendi kendini yönlendirebilir bir konuma terfi edecek…

Daha pek çok gerekçe ile İslâm, Batı/lın varlığını izah eden, fani gücüne güç katan tüm argümanlarını yerle bir edecek. Korkuları bundan!

Öyleyse yine bizi ötekileştiren bir coğrafyanın devlet başkanı John F. Kennedy’nin sözü ile sonlandıralım bu hasbihâli ve kıymetli yazarlarımızın “İslâmofobia ve tüketim alışkanlıklarımızın ne’liği” temasını esas aldıkları yazılarıyla donattığımız Kültür Ajanda’mızın sayfalarıyla sizleri baş başa bırakalım:

“Hiçbir dâvâyı, hiçbir inancı bir katilin kurşunları öldüremez!”

Hoşnut kalınız efendim…


-------------

1Zilzal, 7-8: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.”