“İÇİMİZİ yoklasak”
diyorum… Sorsak kendimize; bir elimize Güneş’i verseler, diğer elimize Ay’ı,
neyleriz acep? İnancımızdan emin, imanımızdan mutmain bir eda ile iter miyiz
elimizin tersiyle verileni?
Tevessül etmeyiz, bilirim. Ve derhâl
Âlemlerin Rabbine Elçi olan Peygamberimizin sözü düşer zihnimize, ardından
dilimize: “Güneş’i sağ elime, Ay’ı sol elime verseniz de dâvâmdan vazgeçmem!”
Vazgeçmeyeceğimizden dilimizin emin
olduğu kadar eminsek, kalbimizdeki imandan öyleyse gam yok demektir! Ya
değilsek!?
Güneş’in ve Ay’ın hacmi, işlevi,
değeri, dengesi, hikmeti ve nimetler içinde en ehemmiyetli oluşları yanında
zerre kadar ehemmiyeti olmayan kazançlar için değişip dönüşenlerimize ne demeli
o zaman?
Üç kuruşluk menfaatler, “önce ben”
demeler için birbirimizi incitmemizin, hâl ve hatır sormaya yüksünmemizin,
Batı/lın empoze ettiği “Vakit nakittir” sözünü prensip eyleyip eşimize,
dostumuza, akrabalarımıza, komşularımıza vakitsizliğimizi nasıl izah
edebiliriz?
Kapitalizmi, siyonizmi, emperyalizmi
reddeden sloganlarla meydanlarda nefesimiz tükenirken, mutfaklarımızda yiyecek
içecek markaları, banyolarımızda hijyen maddeleri, tuvalet masalarımızda makyaj
malzemeleri, gardıroplarımızda marka giysilerimizle hangi tutarlılık
formülünden hareket ediyoruzdur?
Batı/l dört bir koldan inancımızı
asimile etmek için aklımıza gelen gelemeyen tüm stratejilerini uygularken,
tüketim piyasasına markalarını servis ederken, bizlerin “millî marka” yoksunu
olduğumuzu ağız dolusu eleştirmemiz hak mıdır?
Soru çok, cevapları hazır; ancak ne
kadar ihlâslı?
Diyesim, “Dilimiz ile kalbimiz
arasında irtibatı koparan nedir?” sorusunu sorduğumuzda vereceğimiz cevaba
inandığımız kadarız! Bizi bilenlere çizdiğimiz portre ile aynalarda
seyrettiğimiz profil örtüşüyorsa, ne mutlu!
Ya iki yüz arasında sayısız fark
varsa? Öyleyse vakit kaybetmeden iki görsel arasındaki yedi farkı en hızlı bulup
hayat bulmacasını en çabuk çözen ve hızı oranınca IQ testlerinde yüksek
sıralara tırmananlardan olmak lâzım!
İlâhî kameralar zaten “Fe men ya’mel
miskale zerretin hayren yerâh. Ve men yağmel miskale zerretin şerran yarâh”1
bildirisi ile kayda geçmiyor mu amellerimizi? Geçiyor… Öyleyse hangi cesarettir
bizi böylesine ikircikli ve/fakat tutar yoksunu yol almaya yönelten?
Söylediğimiz ile eylediğimiz
arasındaki mesafenin izdüşümü değil midir hayatlarımıza yansıyan tutarsızlıklar?
Sahi, şöyle bir dursak, Millî Şairimiz
Mehmet Akif’in tavsiyesine kulak versek ve desek: “İki el bir baş içindir;
davransana, eller de senin, baş da senindir!” Ki düşünme eyleminin fiilî rolüne
büründüğümüzde başlayacaktır fikretmeye meylimiz.
Aslında bugünün hikâyesi ve sadece
bizim yaşayan toplumumuzun meselesi değil inanç ve amel arasındaki dengenin
hayata yansıyıp yansımaması. Öyle olsaydı, Batılı ve meşhur deneme ustası Montaigne,
“İnsanların en çok inandıkları şeyler, en az anladıklarıdır” demezdi herhâlde.
Bir de madalyanın sair yüzü var. Modern
Haçlılar ve Doğulunun üzerinden kendini var ederken, inançlarını ve değerlerini
esas alıp Doğuluyu ötekileştiren Batı/lı Oryantalistler “Avrupa, insan hakları,
din ve vicdan özgürlüğü” antedi ile şov yaparken İslâm düşmanlığında ve faşist
ırkçılıklarında sınır tanımıyorlar. Bir de bu cihetten bakarak en can alıcı
soruyu seçip soralım: “Batı/lın İslâm korkusunun düşmanlığa evrilmiş hâlini, bunca
asimile çalışmasını, türlü entrikalarla İslâm coğrafyalarında halkları
birbirlerine kırdırarak Müslüman soykırımı yapmalarını haklı çıkaracak nispette
midir ahvalimiz?”
Peki… Bu soruya cevabımız “Pek tabiî…
Elhamdülillah, Müslümanız! Daha ne olsun?” şeklinde olacağından, İslâm’a teslim
olma katsayımız ile hayata yansıyan ışığımız denk mi? Denk ise, binler şükür; değilse, birbirimize söylediğimiz yalanların
kefaretini bir kambur gibi taşımaya mecburuz!
Fakat bilelim ki, Batı/l korkuyor! İslâm dünyaya hâkim
olursa halkların imkânlarının eşitlenmesinden korkuyor. Çünkü ne insan gücünü,
ne yaşadıkları coğrafyaların kaynaklarını sömürebilecekler.
Haçlılar korkuyor! Çünkü İslâm’ın prensipleri ile kıyamete
kadar sınırsız kaynaklarla ve tüm insanlığa yetecek miktarda bahşedilmiş tüm
nimet ve kaynaklar eşitlendiğinde savaşsız kalacaklar(!), silah tacirliği
yapamayacaklar. Çünkü insanlar birbirlerine nispet yapmayacak, adalet her
ferdin garantisi olacak, nesi varsa onu paylaşarak aynı tad, aynı haz ve aynı
lezzet ile birbirlerini anlayacaklar… Çünkü insanlık, korku ile köleleştirmek
ve yönetilmek yerine, muhabbet ile efendice kendi kendini yönlendirebilir bir
konuma terfi edecek…
Daha pek çok gerekçe ile İslâm, Batı/lın varlığını
izah eden, fani gücüne güç katan tüm argümanlarını yerle bir edecek. Korkuları
bundan!
Öyleyse yine bizi ötekileştiren bir coğrafyanın devlet
başkanı John F. Kennedy’nin sözü ile sonlandıralım bu hasbihâli ve kıymetli
yazarlarımızın “İslâmofobia ve tüketim alışkanlıklarımızın ne’liği” temasını
esas aldıkları yazılarıyla donattığımız Kültür Ajanda’mızın sayfalarıyla sizleri
baş başa bırakalım:
“Hiçbir dâvâyı, hiçbir inancı bir katilin kurşunları öldüremez!”
Hoşnut kalınız efendim…
-------------
1Zilzal, 7-8: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.”