Cihanı hiçe satıp aşkı almak

Varlık ortadan kalkar ise bizim her şeye dair ayrı ayrı görüp gösterdiğimiz hükümler de ortadan kalkacaktır. Zira varlık çokluk ve kesretin, aşk ise birlik ve vahdetin idrakidir. Her şeyi ayrı ayrı görmek, onların özündeki bir şeyi fark etmemek anlamına gelir.

“CİHÂNI hiçe satmaktır adı aşk/ Döküp varlığı gitmektir adı aşk.”

(Cihanı hiçe satmanın adı aşktır, varlığı döküp gitmenin adı aşktır.)

Eşrefoğlu Rûmî’nin erbabınca çok iyi bilinen bu şiiri, Türk Tasavvuf edebiyatının İlâhî aşkı en iyi anlatan şiirlerinden biridir.

Eşrefoğlu bu şiirde bize, İlâhî aşkın ne kadar zor bir tercih işi olduğunu kavratmaya çalışır. Terazinin bir kefesinde bütün nimetleriyle dünya, diğer kefesinde de bütün meşakkatleriyle aşk vardır. Biz, böyle bir seçenek karşısında muhtemelen nimetlerinin cezbesine meftun olduğumuz dünyayı tercih ederiz. Oysa Eşrefoğlu bütün bu nimetlerden yüz çevirip aşkı tercih etmektedir.

Onun “dünyayı hiçe satmaktır” ifadesindeki asıl ileti, “Aşk söz konusu olduğunda dünyayı hiçe satarım” demektir. Pekâlâ, hiç nedir?

“Hiç” kelimesi, lügatte “yok, katiyen asla” anlamlarına gelir. Bundan türetilen hiçî, “yokluk” anlamındadır. Zıttı ise varlık anlamındaki “hestî” kelimesidir. Ancak lügatlerde hiçe verilen anlamlar, onun mecazî anlamlarıdır. Hiç kelimesinin asıl anlamı, kamışın boğumunda yer alan ince, şeffaf, lâtif zar gibi bir görüntüsü olan pamukçuktur. Demek ki Eşrefoğlu’nun pazarında dünyanın karşılığı bu pamukçuk kadardır. Bütün dünyayı, bir nefesle ufalanıp yok olacak bir pamukçuğa değişmek herhâlde akıl kârı olmasa gerek. O hâlde bu dünyayı hiç pamukçuğuna değişmenin arkasında bir fedakârlık yatmaktadır.

Eşrefoğlu dünyayı aşkla tartmakta ve dünyanın değerinin aşka nazaran “hiç” mesabesinde olduğunu söylemektedir. Şu hâlde, aşkın arkasında dünyadan daha değerli olan bir şey vardır ve bizim o şeyi bulmamız gerekmektedir.

Şöyle bir soru soralım: “Bütün dünyayı elde etseydik, bu elde edişten elimize ne geçerdi?”

Cevap: “Biz kısa ömürlü, dünya ise uzun ömürlü olduğuna göre, hiç!”

İşte, bizim dünyayı elde ettikten sonra kavrayacağımız hakikati Eşrefoğlu işin başında söylüyor. Dünyadan elimize geçen şey kocaman bir hiç olacağına göre, acaba aşktan elimize ne geçerdi?

Bu sualin cevabını Mevlânâ’ya bırakalım. Mevlânâ, “Aşktan da yâr gelir” der. Demek ki, aşkın maksadı yâre kavuşmaktır. Bu yâr kimdir? Elbette bâki ve lâyemût olan Cenab-ı Hakk’tır!

Şimdi kıyasa geri dönecek olursak, kişi, bütün kazanımlarını hiçe dönüştüren dünyayı mı, yoksa bize saklı yâri getiren aşkı mı tercih etmelidir? Elbette aşkı! Çünkü Bâki Olanın aşkıyla donanmak demek, bâkî kalanlardan olmak demektir. Şu durumda Eşrefoğlu, bizi aşk aracılığıyla fânî olanla yok olmaktan kurtarıp ölümsüz olana bağlamak istemektedir.

Bu durumda temel adı “varlık” olan şu görünen evrendeki açık gizli her şey aşk karşısında fânî olduğu için, bunlarla doldurduğumuz kaplardaki kokuşmuş nesnelerin dökülmesi ve aşka doğru yürünmesi gerekmektedir.

Varlığın su gibi dökülmesi, ona kap olan gönlümüzden çıkarılması demektir. Temel kanundur; bir şey boşalırsa, başka bir şey dolar. Gönülden dünya sevgisi çıkarılırsa, yerine mânâ sevgisi dolacaktır.

“Mânâ nedir?” diyene, Sadreddin-i Konevî, “Mânâ Allah’tır” demiştir. Elbette bundan kastı Allah’ın Zâtı değil, sıfatlarıdır. Yani mutlak zâtın mânâ aracılığıyla tecellisidir. Varlık insanla temas ettiğinde, insanı kendi merkezine çeken bir tuzak hüviyeti kazanır. İnsan neyle temas ederse ona dönüşür? Bu itibarla, meşgul olduğumuz şeyler bizim aynamızdır. Şu hâlde adı “varlık” olan şeyle meşgul olan nesneye adı “aşk” olan şeyle meşgul olup perde yırtan da mânâya dönüşür.

İbni Sînâ, Risaletü’t Tayr’ında bu durumu şöyle bir anlatıyla açıklar: Bir kuş sürüsü, bir vadi üzerinde uçarken, aşağıda yem ve su görüp hep birden bu yem ve suyun bulunduğu vadiye inerler. Ancak bu bir tuzaktır ve hepsi birden bu tuzağa düşerler. Tuzaktan kurtulmak için çabalayıp çırpınmaya başlarlar. Bir müddet sonra bu kuşlardan büyük bir kısmı çabalamayı bırakarak tuzakta kalır. Çabadan vazgeçmeyen çok az bir kısmı ise ökseden kurtularak kanat açıp göğe yükselirler.

İşte bu anlatıdaki tuzaktan kurtulmayı bırakan kuşlar, tutuldukları dünya varlığına teslim olanları, tuzaktan kurtulup göğe yükselenler de varlığı döküp gidenleri temsil etmektedir. Buradan anlaşılır ki, varlıkta kalarak hiçliğe talip olanlar çoğunluğu, varlığı döküp saçarak yani varlık kaydından kurtularak yâri getiren aşk yoluna gidenler de azınlığı temsil ederler. Bu demektir ki, adı “aşk” olan yola gidenler sayılı, hiçlikte kalanlar ise oldukça fazladır.

Kişi, bütün kazanımlarını hiçe dönüştüren dünyayı mı, yoksa bize saklı yâri getiren aşkı mı tercih etmelidir? Elbette aşkı! Çünkü Bâki Olanın aşkıyla donanmak demek, bâkî kalanlardan olmak demektir.

Şeker ve zehir

“Elinde sükkeri ayruğa sunup/ Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk.”

(Elindeki şekeri başkasına sunarak zehri kendisinin yutmasının adı aşktır.)

Eşrefoğlu burada iki idrak biçimine dikkat çekmektedir: Biri sıradan idrak, diğeri ise aşk idraki…

Şeker metaforu, bu dizede “dünya nimetleri” olarak çözümlenebilir. Zehir ise “aşk idrakinin verilerini” imlemektedir. Sıradan idrakle bakılınca zehirden kaçınmamız ve şekere talip olmamız gerekir. Çünkü dünya nimetlerinde şekerin tadı olarak zevk, haz ve lezzet vardır. Biz de herhâlde önümüzde şeker dururken zehre el sunmayız.

Ancak dünyanın şeker gibi tatlı nimetlerini tüketmenin bedeli, o şeker ve o tadın sonlu olmasıdır. Dünya nimetlerinin bütün zevklerini ve lezzetlerini tattık diyelim, sonunda ne olur? Olacağı şu: Onu tadan dil bozulur, onu yutan boğaz tıkanır ve onu kullanan beden toprak olur. Âkıbet, yine elimize tat namına bir “hiç” geçer. Demek ki sonu hiç olanın nimeti de hiçtir.

Gelelim zehre…

Buradaki zehir, aslında şekerin ve dünya nimetlerinin bizde oluşturacağı hiçlik duygusunun panzehridir. Yani aşk idraki ile bakınca tatlı görünen şeker, fânî olması itibariyle ruh damağında bir acılık ve zehir etkisi bırakır. Nimetleri tadarken zehir gibi gördüğümüz bâkî olan ruh lezzetleri ise o zehrin etkisini ortadan kaldıran bir panzehir gibi görülür.

Burada Eşrefoğlu, zehir sandığımız aşkın bâkî bir lezzet, şeker sandığımız dünya nimetlerinin de fânî bir lezzet olduğunu söylemektedir. Bu yüzden âleme aşk idraki ile bakan biri, elinde, cebinde ve hanesinde şeker namına ne varsa onları başkasına verir. Çünkü bunlar Hakk âşıkları için gıda değil, zehirdirler. İlâhî aşk damağı olan Hakk yolcusu, sureta tatlı olan şekeri bu sebepten dolayı yemeyecektir. Aşkta tadılan ve kaybolan bir şey değil, tadılan ve içinde kaybolunan bir şey gizlidir. Zehir gibi görünen bitimsiz lezzet dururken şeker gibi görünen aldatıcı lezzet, Hakk yolcularının nazarında gerçek gıda değildir.


İmtihan

“Belâ yağmur gibi gökten yağarsa/ Başını ana tutmaktır adı aşk.”

(Belâ gökten yağmur gibi yağarsa, başını ona tutmanın adı aşktır.)

Bir yerde aşk varsa, onun olmazsa olmazı belâdır. “Belâ” kelimesi, lügatte “insana sıkıntı veren zor durum, dert, keder; büyük sıkıntı ve zarara sebep olan musibet, felâket; başa dert olan insanı çok üzen kimse veya şey” anlamlarına gelir. Bir başka anlamı ise “evet, peki, hayhay” şeklindedir. Belânın, bunlar dışında ayrıca “imtihan” demek olan bir anlamı daha vardır. Bu durumda aşk ve belâ söz konusu olduğunda, âşığın psikolojisinde üç türlü tesir icra eder: Birincisi, âşık aşktan dolayı gam ve kedere düşer, büyük sıkıntı çeker. Bu durumda sürekli aşktan yakınır ve şikâyet eder. İkincisi, “Aşk bir sınavdır, bu sınavın mihnetini herkes çekemez” der, ancak bu sınamadan yine yakınıp feryat edebilir. Üçüncüsü, aşka “Evet” deme bilincidir. Bu evet, “Aşk söz konusuysa, onunla gelen her şey kabulümdür” anlamındadır.

Pekâlâ, “belâ” denen şey gökten yağmur gibi yağdığında, âşık neden başını onun altına tutmaktadır? Yani kendisini aşk uğruna niçin feda etmektedir?

El-cevap: Aşk idrakinden dolayı...

Aşk idrakine sahip olanların duyu organları, bizdeki duyu organlarından farklıdır. Bizdeki göz varlığı görmek, kulak da bunların çıkardığı sesleri duymak içindir. Diğer organları da buna kıyas edebiliriz. Bu duyular bizde “akıl ve mantık” dediğimiz bir kavrayış oluştururlar. Şu hâlde aşk idrakinin kavrayışı bu göz ve bu kulağa göre değildir. Orada başka bir göz ve başka bir kulak söz konusudur.

Mevlâna, aklımızı besleyen duyuları “yarasa hisleri” diye niteler. Buradan maksat, zulmet içinde yaşayan yarasanın gözünün güneş ışığına tahammül edememesidir. Bu hislerle mânâ, hakikat ve aşkı algılamaya çalışan birinin durumu, karanlıktaki yarasanın durumuna benzer.

Aşk; hakikat güneşine kamaşmadan bakan bir göze malik olmak, mânâ sesini duyan bir kulak edinmek, bâkî tatları bilen bir dile teyellenmek demektir. Bu hislerin oluşturduğu bir idrakle bakınca, belâdan kaçmak yerine belâyla temas etmek lâzımdır.

En basit anlamıyla belâ “gam, keder, afet ve musibet” bile olsa, bunlar Mevlâna’nın tabiriyle Allah’ın elçileridir. Bizimle temas ederek sağlığımızı bozan ve kurduğumuz iğreti hayatı tarumar eden bu şeyler, aslında bize kumdan kale ile oyalanan bir çocuk manzarası sunmaktadırlar. Belâ gelip bu kumdan kaleyi yıkar ve bize yıkılmaz bir kaleden haber verir. Şu hâlde belâ, bir uyarıcı elçi olarak gaflet gözümüzdeki perdeyi kaldıran bir mürşit ve sağırlık kulağımızdaki pamuğu çıkaran bir tabiptir.

Belânın temelinde tasdik ve onay vardır. Nitekim Elest Meclisinde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye soran Cenab-ı Hakk’a aşk idrakinin diliyle “Belâ” yani “Evet” demişizdir. Şu hâlde belâlar bize, o ezelî ahdimizi hatırlatmak için gelmektedir. Söz vermişizdir ancak buraya gelince gözümüzü gaflet bürümüş, kulağımıza sağırlık pamuğu tıkılmış ve biz verdiğimiz sözün gereğini yerine getirmeyerek vefasızlık göstermişizdir.

Vefa, verilen sözün gereğini yerine getirmektir. Şu hâlde belâ, bizim kumdan kalemizi yıkarak bize ezeldeki ahdimizi hatırlatmakta ve bizi kumdan kale ile oyalanmaktan alıkoyarak Elest kalesine çağırmaktadır. Belâ bize, “Ey yolcu, Hakk’tan çok uzaklaştın, düş peşime, O’na gidelim” diyen bir elçidir. Eşrefoğlu demek ister ki, “İnsan gaflete düşmezse, ona belâ görünümlü rahmet elçileri daima gelip giderler. Ancak gaflete düştüğümüz için biz onları görmeyiz”. Mevlâna, Mesnevî’de, “Yanın yören Ashâb-ı Kehf ile doludur. Nerede sende onları duyacak kulak ve görecek göz?” diyerek bu hakikati işaret eder. Buradan belânın zahirî gözle felâket gibi göründüğü, can gözüyle bakınca hakikat güneşinden gelen bir nur olduğu anlaşılmaktadır. Şu hâlde Hakk’tan gelen elçiye koşmak ve boyunu onun yanında kıldan ince eylemek esastır. Çünkü bu idraki feda etmeden o idrakin başı gövdemizde bitmez.

Mevlâna, aklımızı besleyen duyuları “yarasa hisleri” diye niteler. Buradan maksat, zulmet içinde yaşayan yarasanın gözünün güneş ışığına tahammül edememesidir.

Ateş denizi

“Bu âlem sanki oddan bir denizdir/ Ana kendini atmaktır adı aşk.”

(Bu dünya sanki bir ateş denizidir, kendini ona atmanın adı aşktır.)

Eşrefoğlu burada yine aşk idraki ile bakarak, bize, aşk söz konusu olduğunda önümüze nasıl bir âlemin geleceğine dair bir uyarı yapmaktadır.

Ateş bizler için bir azap vesilesidir ve elbette ateşe atılmak insanın tahammül edeceği bir şey değildir. İnsanın nimeti serinlik ve selâmet, azabı ise ateştir. Hazreti İbrahim, Nemrut tarafından mancınıkla ateşe atıldığında, ateş, Cenab-ı Allah’ın buyruğuyla Hazreti İbrahim’e serinlik ve selâmet yurdu olmuştur. Yani insana azap olarak görünen ateş, Hazreti İbrahim’in şahsında nimete dönüşmüştür. Şu hâlde aşkta, vahyin sesini duyup selâmet kesilen ateşten bir hisse vardır.

Eşrefoğlu aşkın bu özelliği sayesinde bize azap gibi görünen şeyleri nimete dönüştüreceğini söylemektedir. Buradan anlamamız gereken şey şudur: İnsanın ne nimet bildiklerinde bir sonsuzluk ve sabitlik, ne de azap bildiklerinde bir sonsuzluk ve sabitlik vardır. Şu hâlde, nimet azaba, azap da nimete dönüşebilir. Ancak bunun için bir idrak farklılığı ve dönüştürücü bir unsur gerekir. İşte burada bu dönüştürücü unsuru aşk yapmaktadır.

Kişi aşk ile bütünleşip maddeden mânâya, ilimden marifete, kelâmdan hikmete yöneldiğinde, azap sandığı şeyler nimete, nimet sandığı şeyler de azaba dönüşebilmektedir.

Aslında aşk nazarı ile bakıldığında ikilikler ortadan kalkacakları ve azap olarak görünenler de nimetlerde yok olacakları için, âşıklar o ateş denizinden kaçmak yerine o denize dalmayı candan isteyeceklerdir. İşte buradaki “ateş denizi” ibaresini ele aldığımızda, denizin marifet ateşinin de aşk olduğunu anlamış oluruz. Bu durumda ateş denizi de “aşk denizi” anlamını kazanır.

Deniz, tasavvufta marifet ve mânâ dünyasına tekabül eder. Âşık da o denizde bir balık hükmündedir. Balık için kara yani dünya bir azap yeri olacağı için, onun bir an önce aşk denizine dalması gerekmektedir. Şair bize, aşkın bir ateş olduğunu ve o ateşin bizim dünyaya ait bedenimizi yakarak yerine ateşte yanmayan bir beden inşâ edeceğini söylemektedir. Aşk, bizi dünyaya bağlayan bütün alâkaları yakarak tek bir şeye dönüştürür. O tek şey ise, her şeyin aşktan ibaret olduğu bilincidir. Çünkü yâre ulaşmak ancak aşk coşkusuyla yana yakıla yol almak ve o ateş denizine dalmakla mümkündür.

Aşk; hakikat güneşine kamaşmadan bakan bir göze malik olmak, mânâ sesini duyan bir kulak edinmek, bâkî tatları bilen bir dile teyellenmek demektir.

Hakikat

“Var Eşrefoğlu Rumî bil hakikat/ Vücûdu fânî etmektir adı aşk.”

(Ey Eşrefoğlu Rumi, bil ki hakikat denilen şey, vücudu fânî etmektir ve vücudu fânî etmenin adı da aşktır.)

Eşrefoğlu burada bizim hakikat algımızla aşığın hakikat algısının farklılığını kavratmaya çalışmaktadır. Biz hakikati varlıkla ilişkili olarak düşünürüz. Varlık söz konusu olmadığında biz bir hakikatten dem vurmayız. Çünkü buna göre, nesne yoksa kelime ve hüküm de yoktur. Oysa Eşrefoğlu bize bunun bir yanılgı olduğunu söylemektedir. Ona göre hakikat, gerçek mahiyetiyle varlığın ortadan kalkmasıyla idrak edilen bir şeydir.

Varlık ortadan kalkar ise bizim her şeye dair ayrı ayrı görüp gösterdiğimiz hükümler de ortadan kalkacaktır. Zira varlık çokluk ve kesretin, aşk ise birlik ve vahdetin idrakidir. Her şeyi ayrı ayrı görmek, onların özündeki bir şeyi fark etmemek anlamına gelir. Oysa varlık, bir şeyden doğarak var olmuştur. Birden çıkan bir olacağına göre, birden zuhur eden varlığı sayılamayacak biçim ve suretlerde algılamak, görmek değil, körlüktür.

Aşk bize tecellî idraki vereceği için, bu durumda varlığın bir şeyden tecellî eden muhtelif mahiyetler olduğunu kavrarız. Zira bunca varlık bir şeyin tezahüründen ibarettir. O aslî varlığın ulu kanadının gölgesi bu âleme düşmüş ve bize varlık olarak görünmüştür. Aşk bize, gölgeyi varlık sanmaktan kurtaran bir idrak verir. Biz aşk sayesinde bütün varlığı cem eder ve o toplamda da bire erişmiş oluruz. Her şey bir şeye dönüşünce, hakikat gerçek yüzüyle ortaya çıkar ve bize her şeye yeni bir pencereden bakacağımız yeni bir varlık bilinci bahşeder. Bir de bakarız ki, bütün suretler fânî ve mânâ olarak tecellî eden ise bâkîymiş. O tecellilerse, bu varlıklar aracılığıyla kendisini bilmemizi murat eden Yüce Zât’tır.

Sonuç olarak Eşrefoğlu demek ister ki, “Aşk olmadan hakikat kavranamaz, hakikat kavranamadan da gizli hazinesini suretler şeklinde saçarak bilinmeyi murat eden Cenab-ı Hakk’a ulaşılamaz”.