Cihad nedir, ne değildir?

Bu yazıyı yazmaktaki amacım, bana düşen cihadı gerçekleştirmek, kalemimin hakkını vermekti. Bilmem, okuyucuya düşen nedir!? Ancak şunu bilirim ki, her iman edenin en büyük sorumluluğu malıyla ve canıyla cihaddır (Saff, 9-10). Öyleyse önce İslâm’ı idrak etmeli, cihadı tam mânâsıyla bilmeli ve sahiplenmeliyim. Sonrasında ise tebliğe başlamalıyım. Çağrımı çağa duyurmalıyım…

“CİHAD” kavramı, İslâm’da büyük yer kaplayan mühim bir konu başlığıdır. Kelime anlamı itibariyle “çaba göstermek, elinden gelen tüm imkânı kullanmak” anlamlarına gelen cihad, İslâm’daki terimsel anlamıyla “nefisle mücadele, İslâm’ı tebliğ ve bâtılla savaşmak” gibi anlamları kapsar.

Cihad kavramı günümüzde yabana atılmıştır. Daha açık söylenecek olursa cihad, olduğundan farklı algılanması sebebiyle evrenselliği yitik bir kavram olarak tanınmıştır. İşte yaşadığımız çağda, Müslüman coğrafyaların canlı problemlerinin aslî kaynağı: Cihad unutuldu!

Cihadı tanımak, onu kapsamlı bir şekilde ele almakla mümkündür. İslâm’da iki tür cihaddan bahsedilir. Bunların birincisi, daha çok tasavvufa mevzubahis olmuş, “bireysel cihad”dır. Ki bu, her Müslümana farz-ı ayndır; zira hadîste şu şekilde geçer: “Allah yolunda cihad etmeden, cihad yapmayı arzu etmeden ölen kimse, bir nevi münafıklık üzerine ölmüş olur.”

Bu hadîse konu olan bireysel cihad, kişinin nefsine hâkim olmasıdır. Terbiyedir bir nevi, olgun insana erişmektir. Eski İslâm toplumlarında “ilimden önce edep” meselesi de bundandır. Bu toplumlarda, suçlara ve sosyal sorunlara az rastlanır, çünkü insanlar en güzel şekilde terbiye edilmişlerdir. İslâm’ın temel prensibi güzel ahlâktır. Bu ise herkesin kendi nefsindekiyle cihad etmesi vesîlesiyle sağlanır.

Diğer cihad türü ise, fıkhın mevzusu olan “toplumsal cihad”dır. Toplumdaki öncülere farz olan bu eylem o öncüler tarafından gerçekleştirildiğinde, halktan yükümlülük kalkar. Yani farz-ı kifâyedir. Bundan kasıt ise, toplumdaki ihtiyaçlardır. Bu, cami yaptırımı yahut askerlik gibi eylemler olabilir. Kılıçla cihad ise yalnız bunun bir parçasıdır. Ancak bu sonuncusu, fazla büyütülmüş ve cihattan yegâne anlaşılan hâline gelmiştir. Bu büyük bir yanılgıdır.

Zira Hazreti Ali (kv) düşmanını yere serdi, kılıcını çekti ve tam saplayacakken düşmanı yüzüne tükürdü. Hazreti Ali (kv) kılıcını geri çekti, “Haydi git, seni öldürmekten vazgeçtim!” dedi. Düşmanı sebebini sorduğunda ise ona, “Seni Allah rızâsını kazanmak için öldürecektim, yüzüme tükürdüğünde araya nefsim girecek olur diye endişe ettim” dedi. Düşmanı ise bu asâlet ve yüceliği görüp İslâm’la müşerref oldu. Bu hâdisede açıkça, bireysel cihad olmadan toplumsal cihadın geçersizliği görülmektedir. Yani ikisi bir bütündür.

Tüm bu bilgilerden yola çıkarak, cihadın evrenselliğini tartışmanın lüzumsuz olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi yalnızca cihaddan anlaşılması gerekeni günümüz şartlarında yorumlamalıyız. Zira şu an ele kılıcı alıp savaşa çıkmak pek akla yatmaz. Ancak bu yenileme gerçekleşmediğinden dolayı, İslâm dünyası apaçık bir kayba uğramış, cihad kavramını Bedir’e ait sanıp siyer kitaplarının sayfaları arasına koymuştur.

Oryantalist tanım etkisi

Cihad kavramının yanlış idraki yalnız İslâm âleminde değil, tüm dünyada yaşanmıştır. İslâm Ansiklopedisi’nde “Cihad” maddesinin yazarı olan Oryantalist D.B. MacDonald, yazının girişinde şunu vurgulamaktadır: “İslâm’ın silahla yayılması bütün Müslümanlar için dinî bir sorumluluktur.”* Cihad kavramından bunu anlamak, bu kavramı küçük bir kalıba sokmaktır. Eğer Kur’ân-ı Kerim’de “cihad” denirken anlatılmak istenen ancak savaşmak olsaydı, Kelâmların Sahibi Allah-u Teâlâ, ona daha uygun olacak “harb” kelimesini tercih ederdi.

Bununla beraber, Allah Resûlünün uyarıcılık görevini vurgulayan bir âyette, O’na açıkça, “Kâfirlere karşı olanca gücünle cihad et!” denmektedir (Furkan, 52). Burada anlatılmak istenen, yalnız kılıçla savaş değil, ekseriya İslâm’ın adını yüceltmek ve tebliğ yapmaktır.

Tezin aslolan vurgusuna gelince… Kur’ân’da açıkça söylenen “Dinde zorlama yoktur” ifadesi, bu tezi temelden çürütür. Kur’ân’daki âyetleri tek parça olarak alıp değerlendirmeye çabalayan gayr-i Müslim düşünürler, Kur’ân’a bakış açıları konusunda keskin bir yanılgıya düşerler. Örneğin Tevbe Sûresi’nin 4’üncü âyet-i kerimesinde, “Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” ifadesi, büyük yanılgılar ve önyargılara sebep olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in değerlendiriliş kriterlerinde zaman mefhumu mühimdir. Bu âyet de spesifik bir zaman dilimi için inmiş, ancak İslâm’ı karalamak isteyenler için iyi bir koz olarak kullanılmıştır.

Bunlar, birtakım İslâmcı topluluklar tarafından da bu yanılgıyla kabul edilmiş ve “İslâm” adı altında büyük katliamlar yapılmış, İslâm’ın cihad anlayışı altına sokulmaya çalışılmıştır. Sonucunda dünya çapında büyük bir etki arz eden İslâmofobi oluşmuş, İslâm’a karşı önyargılar ciddî mânâda büyümüştür.

Hakîki Müslümanların İslâm’ı tanıtmak adına hatipliklerini kullanmak yerine söz haklarını bu terörcülere vermesi ise, onların amaçlarına uygun düşmüştür. Burada apaçık bir sorumsuzluk söz konusudur. Cihad, savaş olarak algılanmamalıdır. Şu an yapılması gereken, cihadın tebliğ yönüdür. Ancak dış dünyadan gelen bu olumsuz tepki ve eleştiri, bir kesim Müslüman topluluk tarafından haklı görülmektedir. Özellikle gençler üzerinde dış dünyanın bu şekilde tesiri aşikârdır. Bunun sebebi ise, günümüzde İslâm’ı Kur’ân ve hadîs ile tanımaya çalışmak, onun üzerine kafa yormak yerine basit iman ilkeleriyle yaşamaya çalışıp fazlaca gündem ve karşıt fikirlerle ilgilenmemizdir.

İslâm, en kararında mantık temellidir. İslâm’ı tamamıyla idrak etmeden onu savunmaya geçmek, bizleri karşıt tarafın tutuculuğu ve sahipleniciliği karşısında kendimiz üzerinde değil, dinimiz üzerinde şüpheye düşürecektir. Cihad kavramında yaşanan sorun budur. Bununla beraber cihadın yalnız savaş olarak görülmesi, insanların nefsi terbiyeyi göz ardı etmesine sebep olur. Nefis terbiye edilmediğinde ise ahlâksızlık hiçbir zaman kaybolmayacaktır. Bundan kimse sorumlu tutulamaz.

Ayrıca cihad olgunluğa ermeyi hedeflediğinden, “mücahit insan”, işinin pîri olmalıdır. Bu kişi çıkar gözetmez, neden iş yaptığını bilir. Sorumluluk bilinciyle hareket ettiğinden, yaptığını özenle yapar. Cihad meselesinde kaçırılmakta olan noktalardan biri de budur. Günümüzde Müslümanlar hangi meslek veya konumda olurlarsa olsunlar, ellerinden gelenin en iyisini yapmanın gerekliliğini (yani cihadı) unutmuş hâldeler. İran ve Irak gibi nice yeraltı zengini coğrafyaların sömürülüşünün nasıl bir açıklaması olabilir?

Asıl değinilmesi gereken nokta ise, cihadla birlikte ümmet şuurunun kaybolmasıdır. “Ümmet” ifadesi, gerici bir ifade olarak algılanıyor. Hâlbuki insan olgunlaştığında, kendinden çok başkalarını düşünme (isar) mertebesindedir. Medenîlik fikri Batı’dan empoze edildiğinden dolayı sömürgecilik yahut işgâlcilik doğal karşılanmaya başlanmış olabilir. Biz de onları gözümüzde büyütüp örnek almış olabiliriz. Hâlbuki asıl ahlâkî tamamlanış, olgun insan “tip”i İslâm’dadır. Bu, tarihten beri böyledir. Zira Haçlı Seferleri’nin işgâlcileri, “Selahaddin Eyyubi’nin fethi”ni hâlâ büyük bir hayranlıkla yâd etmektedir.

İslâm zulme göz yummayı kabul etmez. İslam coğrafyasıysa zaten korunmak zorundadır. Dolayısıyla idrak gerçekleşmiş olsa yahut bir şuur kaybı olmasaydı, ne Filistin’den ölüm sayıları, ne Doğu Türkistan’dan zulüm haberleri ulaşırdı bizlere. Ancak gözlerimizde küçülen bu rakamlar bizlere önemsiz görünüyor. Zulme göz yuman, zulmedenden farksızdır. Öyleyse iyice barbarlaşmadık mı? Hazreti Ali’nin (kv), Selahaddin’in, Fâtih’in mukaddes emanetini taşıyacak bir ümmetin bulunmayışı içler acısıdır. Onların vesîlesiyle tüm dünyada hoşgörü ve mükemmel ahlâkıyla tanınan İslâm’ın şimdi kılıç-terör dini şeklinde vasıflandırılması da öyle...

Bu yazıyı yazmaktaki amacım, bana düşen cihadı gerçekleştirmek, kalemimin hakkını vermekti. Bilmem, okuyucuya düşen nedir!? Ancak şunu bilirim ki, her iman edenin en büyük sorumluluğu malıyla ve canıyla cihaddır (Saff, 9-10). Öyleyse önce İslâm’ı idrak etmeli, cihadı tam mânâsıyla bilmeli ve sahiplenmeliyim. Sonrasında ise tebliğe başlamalıyım. Çağrımı çağa duyurmalıyım…