Çığlık

Kayboluyorum. Düşüyorum. Kalkmaya çalışıyorum. Bunca varlıkta kendimi arıyorum. Çarpa çarpa ilerliyorum. Yaşıyorum… Yaşıyoruz. Nûh’un (as) gemisine tek bilet hakkımız var. Sular kudurmuş gibi ardı arkasına hücûmu bekliyor. Muhayyilemi zorlayan genişlikte süzülürken, elimi sol yanıma değdiriyorum. Sular çağıldıyor o yanda.

BEN, bunca varlıktan yalnız biri... Sonbaharda damarlanmış, kaskatı kesilmiş de son takatiyle kuru dallara tutunmaya çalışan bir yaprak misâliyim.

Sen, bunca varlıktan bir diğeri… İlkbaharda başını göğe bin bir hevesle uzatan pembe bir gülfidanı gibisin.

O, bunca varlıktan bir başkası… Kışın dondurucu soğuğunda bembeyaz karlar içinde yuvarlanan çocuk sesi…

Ve biz ki… Âdem yalnız değildi.

İnsan tasavvurunu aşan sonsuz bir boşlukta, hiç durmadan dönen bir küre üzerinde, arza tutunmaya çalışarak yürüyoruz biz. Bunca yıldır nice insan yığınının adımladığı topraklarda geçiyor ömrümüz. İklim, göç, savaş, karmaşa derken parça parça olmuş harita üzerinde geziniyor parmaklar ve ait olduğumuz, belki de öyle zannettiğimiz noktaya sabitliyoruz kendimizi.

İs kokulu mahalle aralarında, pilavı elimizle yerken, tenimizi fondötenle değil de beyaz tebeşirle boyarken, terimiz top oynayıp da kara derimizden yuvarlanırken devam ediyoruz aynı arz üzerinde yürümeye. Güneşin doğudan doğup da batıdan batmaya devam ettiği her gün milyonlar arasındaki kıpırtımız böylece bitmeden devam ediyor. Bazen deniz içine yeni düşmüş bir damla su, bazen kaldırımlardan saçılan toz zerreleri, bazense göğsümü çevreleyen surların taşları anlatıyor derdimi.

Kalabalığız. Biz dünya gemisinde, zamanda yol almaya çalışanlarız. Adımlarımız ayağımızın altından kayıp giden vakti öptükçe çoğalan, azalan, yok olan, yeniden yaratılanlarız. Sonsuzluk içinde bize ayrılan yazgı ve tabut arasındaki cetvelde ilerleyen, durağanlaşan yahut nihayete yaklaşanlarız.

Yekiz. Elime aldığım sedefli aynadan, gözlerimdeki pırıltıdan, kalbimde beliren sızı ve boğazıma kenetlenen sözcüklerden öğrendim bunu. Annemin sığınağından çıktığımda attığım tiz çığlıkla başladı yolculuğum. Kendi gemimin kaptanı olmaya lâyık görülmüştüm ben de. Alnımdaki kelâm, en güzel hatlarıyla bana özgülenmişti.

Davranışlarım, hissiyatım, doğrularım ve tüm yanılgılarımla tahayyül sınırlarımı zorlayan bu arz üzerinde bana da imza yetkisi tanınmıştı sanki. Kelimelerim oldu benim de. Cümlelerimi sayfalara saçtım.

Ellerim kumlara kavuştu sonra, vahalarda beyaz entarimle kuyulara yürüdüm. Kızgın güneşler altında kavrulmuşluğum da var, buz gibi enginlere açılmışlığım da. Fısıldayışlar duyuyorum her yanımda. Cümleler sekiyor sularda. Kıvancın hüzünle birleştiği yerdeyim. Kahkahanın yağmurla yıkandığı, özlemin yana yakıla seslendiği, tutkunun ve hırsın ağ gibi bedenimi kuşattığı açmazlardan geçiyorum.

Kayboluyorum. Düşüyorum. Kalkmaya çalışıyorum. Bunca varlıkta kendimi arıyorum. Çarpa çarpa ilerliyorum. Yaşıyorum… Yaşıyoruz. Nûh’un (as) gemisine tek bilet hakkımız var. Sular kudurmuş gibi ardı arkasına hücûmu bekliyor. Muhayyilemi zorlayan genişlikte süzülürken, elimi sol yanıma değdiriyorum. Sular çağıldıyor o yanda.

Velhâsılıkelâm, ah yaratılmışlar, yaratılmışlığım, yaratılmışlığımız! Ah hiçliğin kabuğundan filizlenmeye çalışan kalbim! Ah ki, herkes ayrı bir âlem!

“Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda./ Ne sen bunun farkındasın, ne de dünya farkında.” (Ran)