3… 2… 1… İşte son
zil de çaldı! Hemencecik toplanıp babama gitmeliyim. Dünden kalma sekseğim beni
bekliyor olmalı. Sonuçta dükkân bizim! Önüne istediğimizi çizeriz, değil mi?
Amma
da çok öğrenci var! En az bir araya gelmek kadar uzun sürüyor dağılmak. Neyse
ki, erkenden koptum ayakkabılarımı ezen kalabalıktan. Evimle arkadaşlarımı
birbirine bağlayan bölünmez bir ip gibi uzayan duvarın dibindeyim nihayet.
Güvendeyim. Tüm gücümle tutunuyorum. Annem sıkı sıkı tembihledi, her daim
buradan gelip gidecekmişim, kaybolmazmışım böylelikle. “Peki!” dedim. Güvendim.
Sağ
elimin işaret parmağıyla görünmez izler bırakarak yürüdüm tüm yolu. Eğer bir
gün şaşırırsam bu izler sayesinde bulacağım doğru yönü. İşte şu köşeyi de
döndüm mü, çok bir şey kalmamış olacak. Korku bitecek, kaybolmak diye bir şey
olmayacak artık. Babamı göreceğim, o da hemen tanıyacak beni. Dizlerinin üstüne
çöküp kollarını dünyalar kadar açacak ve ben de koşup atlayacağım içine.
Dünyasını aydınlatacağım. O nasıl olacak, hiç bilmiyorum. Güneş zaten bunun
için yok mu? Ama olsun, o dediyse muhakkak bir bildiği olmalı. Güvenmeliyim.
İşte
beklenen köşe! Döndüm ama ortalıkta kimsecikler yok. İnsanlar nereye gitti?
Annem, babam nereye kayboldular? Arkadan sesler geliyor. Ne sesi, kimin nefesi,
bilmiyorum. Dönüp bakamıyorum. Korkudan dizbağım çözülüyor. Fakat gerçekten
bacaklarımı dik tutan bir bağ var mı, ondan da emin olamıyorum. Her ne olduysa
bana ben bilmeden, ben görmeden başlıyor ve bitiyor. Gözlerimi bir daha
açamıyorum…
Birçok
rivayet dolaştı benden sonra. Kimileri on biri yeni doldurmuş yaşıma rağmen
canıma kıydığımı söylediler. Hâlbuki bilmezdim ben, ölmek ne demekti. Hayâllerimle
süslediğim, oyunlarımla bezediğim evimizin çatısına konduramazdım bunu.
İhanetim orada başlardı.
Kimileriyse
bunun bir kaza olduğunu varsaydı. Annemin tembihiyle hiç ayrılmayacakmış gibi
tutunduğum okul yolumu bir an bile bırakmamıştım oysa. Belki de o duvara benden
başkaları da izler bırakmak istemişlerdi. Çirkin, karanlık ve kandan yapılma
izler…
Gözlerim
açık olmasa da duydum; babam beni üzenlerin kötü adamlar olduğunu söyledi.
Cinayet minayet ya da ona benzer bir şeymiş. Kırmızı Başlıklı Kız’daki kötü
kurda mı benzetti acaba? Sormak istedim, ama dedim ya, açamadım gözlerimi.
Çok
çabaladı, biliyorum. Bir ses ne kadar çok çıkabilirse, o kadar derin bir
nefesle söyledi sözünü. Önündeki tepeleri geçti, onların ardındaki dağları
aştı. Fakat zaman geçti ve kerametin seste olmadığını öğretti yüzüne kapanan
kapılar. Boyu da yetmedi çatılardan sarkmak için. Sonra ne mi oldu? Gittikçe
cılızlaştı dünyasının ışıkları. Hayır, yok olmadı. Ama karanlıktayken daha
aydınlıktı sanki etrafı. Gözlerini yumdu fakat göz yummadı hiç. Biliyorum, onun
sesini yalnız ben duyuyorum.
Bir
sürü insan geldi gitti, birçok soru dolaştı başucumda. Yaralarımı inceleyenler
de anlamadı beni. Eğer konuşabilseydim söylerdim geçen gün salıncaktan
düştüğümde kanattığımı dizlerimi.
Dükkânın
da misafiri çok oldu o sıra. Ben de bir ara uğradım. İnsanlar beni fark etmedi
ama onları sağa sola iterek sıvıştım aralarından. Ne göreyim? Daha birkaç gün
önce büyük bir özenle çizdiğim sekseğimi biri mahvetmişti. Küçük bir çocuğun
resmi karalanmıştı üstüne. Sırtüstü uzanmış bir kızın resmi… Demek ki sadece ben
değildim bir şeyler çizebilecek olan sokaklara. Dükkân bizim değildi.
Hatanın
büyüğü bende olabilir miydi? Çok eskiden televizyonumuzdan bir kadın sesi
yükselmişti: “Çocuklarınıza çığlık atmayı öğretin!”
Sessiz sakin bir çocuktum teyzelerin dediğine göre. Şöyle bir düşündüğümde, ne kadar çok bağırabileceğimin farkında değildim. Sesim, ben kullanmadıkça eskimiş miydi acaba? Şayet öyleyse suç tamamen bende demekti. Eğer unutmasaydım çığlık atmayı, dönüşebilirdi kötü kurtlar tonton nenelere…