ANADOLU, Türklerin, atayurttan sonraki son otağı ve bin
yıllık yurdu…
“Cennet-âsa” diye de tâbir edilen ve kadim bir medeniyetin
izlerini taşıyan ebedî vatanımız…
Satırlardan, hikâyelerden taşan güzelliği ile içinde
yaşayanlara asırlık huzur; Moğol İstilâlarından, Haçlı Seferlerinden, İtilâf
Devletlerinden, askerî vesâyetten, terör örgütlerinden ve şer şebekelerinden medet
umanlara ise bozgun üstüne bozgun…
Bin yıllık intikam yemini etmişlerin gözü kulağı
üstünde olan Cihan Devleti, bahsi geçen bâdireleri, gizli-aşikâr hileleri her
seferinde bir başına bertaraf etmiş, ümidinden ödün vermeden yoluna devam
etmişti.
Onlar hücûm ederken, biz de Mîsak-ı Millî’yi
savunurken pes etmedik. Etmeyeceğiz de…
Ve biz biliyorduk ki, şerlerin her hain saldırısı,
sonrakinin ipucuydu. Korkuya, endişeye kapılmadan, dünde kalan zafer tarrakalarının
sesi gök kubbeden silinmeden hedeflerimize ilerlemeyi ilke edindik.
Hâl böyle olunca, düşmanlarımız çoğaldı, dostlarımız
azaldı. Ama ümidimiz ve inancımız da aynı oranda arttı.
İşgallerden, darbelerden, ihtilâllerden,
kışkırtmalardan, mezhep çatışmalarından, kaoslardan, öğrenci hareketlerinden,
ekonomik buhranlardan medet umanlar, şeytanî plânlarını gerçekleştirmek için “Her
yol mubah” diyerek insanî vazîfelerinden ıraklaştılar…
Üç kıtada altı asır süren adâlet ve huzurdan rahatsız
olanlar, mazlumların ve masumların hâmisi Türkleri sıkıştırdıkları 783 bin
kilometrekarelik son toprak parçasında rahat bırakmak istemiyor ve akıl almaz
yöntemlere başvuruyorlar.
Binlerce cana kıydılar, doymadılar. Yapılan hizmetleri
baltaladılar, yakıp yıktılar, yine yetinmediler. Şimdi de, şanlı tarihe
tanıklık eden topraklarımızı bozkır olmaktan kurtaran, ülkemizin genel alan
toplamının yüzde 30’una teşekkül eden ve sarıçam, kayın, karaçam, sedir,
kızılçam, göknar, ladin, fıstıkçamı, ardıç, porsuk, servi, meşe, gürgen,
kızılağaç, akçaağaç, dişbudak, kestane, çınar, huş, ıhlamur, sığla ve de kavak
olmak üzere 22 ayrı ağaç türüne beşiklik eden ormanlarımızı yakarak yok etmeye yeltendiler!
Evet, hafta sonu o bilindik “Ciğerlerimiz yandı”
repliğiyle haberdar olduk Hatay, Trabzon ve Kahramanmaraş’ta meydana gelen
orman yangınlarından…
Yanan ciğerlerimiz değildi. Bizi gurbet elden sılaya
ulaştıran dört tekerli araçların, demiryolundan ilerleyen sıralı vagonların, 9
bin fitten uçan demir kanatlıların camından bakarken ferahlatan ve gülümseten
tabiî güzelliklerimiz yandı! İçinde koşup oynayanların hatıraları, sincapların,
kuşların, kaplumbağaların, karıncaların, hattâ yılanların yuvaları da…
Dağlar bir süre kekik kokmayacak, keklikler avcılara
av olmayacak, kartallar yalnız bırakacak, ayılar, kurtlar, çakallar ve tilkiler
av peşinde koşamayacak. Tavşanlar zıplayamayacak, köstebekler, sıçanlar toprağı
eşeleyemeyecek, bülbüllerin de sesi duyulmayacak…
Eli çakmağa, kibrite gidenler için “Ateşin Çocukları”
yakıştırması yapıldı… Kendi gemisini delenler misâliydi şâhit olduklarımız; içinde
bulundukları, nefes alıp verdikleri atmosferi ateşe vererek dumana, zifte ve
küle çevirmek istediler. İsteyenler, belki de Moğol soyundan gelmeliydiler…
Acımız büyüktü ve onu dindirecek gözyaşı kâfi değildi.
Üç tarafı sularla çevrili ülkede göğe yükselen alevler, İbrâhim’i ateşe atan Nemrut’un
çocuklarınındı aslında. Ama bilmiyorlardı, ateş yakmayacaktı İbrâhimleri. Tıpkı
kuyunun Yûsufları yutmadığı gibi…
Bu yangılar ne ilkti, ne de son olacaklar. Gerek ilgili
bakanlık ve yerel yönetimler ile gönüllü kuruluşlar, üzerlerine düşeni
fazlasıyla yapacak ve tez vakitte ağaçlandırmalar tamamlanacaktı, ama giden,
candı!
Peki, ya bundan sonrası?
Evet, bundan sonra yapılacaklar, önce yapılanlara ek
olarak ele alınmalı, ağacı da neslimiz gibi görmeye devam etmeli, Peygamber Efendimizin
(sav) “Kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz”
hadîs-i şerîfini hatırdan çıkarmamalı, ilkokuldan üniversiteye kadar ağaç dikmenin
ve onu korumanın önemine atıfta bulunacak dersler konulmalı, etkinlikler
yapılmalı.
Unutulmamalıdır ki, burası dünyamız için cennet...
Cennetin olduğu yerde cehennemin de varlığından rahatlıkla söz edebiliriz. Tıpkı
İbrâhim’in olduğu yerde ateş, ateşin olduğu yerde ise su, balık ve gülün olduğu
gibi…
O hâlde kendi ateşini yakana bu dünyada verilecek cezaî
müeyyideler olabildiğince arttırılmalı ve bu tür kişiler affa tâbi tutulmamalıdır.