Cigerim Kerkük

Mîsak-ı Millî sınırları içinde kalan Kerkük ve Musul, 1926 yılında yapılan Ankara Anlaşması ile birlikte “toprak bütünlüğü sağlanması” şartıyla terk edilmişti. Irak’ın toprak bütünlüğü esas alınarak yapılan İstanbul Anlaşması’na göre, bugün bölünmüş yapısı ve bölgenin illegal örgütlerin kontrolüne geçmesi, Türkiye’nin bu iki şehir üzerindeki haklarını gündeme getiriyor.

“GEL gör ne barbad oldım/ Öz yurdumda yad oldım/ Düştim kara günlere/ Yaman dilde yad oldım…

Türk, gardaşını çağırıyor. Kerkük’te bugün yaşananları “Kerkük Kan Ağlıyor” adlı şiirin bu dizeleri ne de güzel anlatıyor.

Şöyle bir tarihe bakıyorum da, “kader” mi desek? Ben diyemiyorum. Çünkü Allah, Kerkük’ü bizden almadı. Biz verdik! Vermek zorunda kaldık. Hem Allah’ın almadığını Türk’ten kimse alamaz!

Türkmen kardeşlerimiz bugün Siyonist oyunlara karşı gözlerini umutla çevirdikleri Türkiye’ye bakıyorlar. Zira ayrımız gayrımız hiç olmamış. Kerkük’e ateş düşse bizim ciğerimiz yanmıyor mu?

*

Baştan not etmiş olalım, “Kürdistan” diye bir yer yoktur, ABD ve emperyalist güçlerin “Türkmeneli” coğrafyasını Kürtleştirme projesi vardır. Bu proje dün vardı, bugün de var. Bu proje, Mîsak-i Millî’yi yok etme projesidir. Fakat unutuyorlar; ne yaparsa yapsınlar, hangi oyunu oynarlarsa oynasınlar, Kerkük Türk yurdudur. Büyük Türk Devleti ve büyük Türk milleti var olmaya devam ettikçe öyle kalmaya devam edecektir Evvel-Allah. Yeter ki biz sahip çıkalım. Yeter ki kardeşlerimiz ile yüreğimizi topluca attıralım.

*

Irak coğrafyasında askerî ve siyâsî olarak güçlü bir hâkimiyet kuran Türkiye’nin girişimleri ile Barzani ve Peşmergesi, 2017 yılında Kerkük’ten çıkarılmıştı. Ancak hâlâ bu kenti yönetmek istiyor.

Kerkük’te 1960’lara kadar nüfusun yarısı Türkmen, yüzde 27’si Kürt, yüzde 20’si ise Araplardan oluşurken, Saddam döneminde yapılan Araplaştırma faaliyetleri ve 2003’ten sonraki Kürtleştirme projesiyle cananım şehrin sahibi olan Türkleri yurtlarından etmeye kalktılar. Bu süreçte PKK terör örgütü Kerkük’e yerleşti, Sincar’da adeta üs kurdu. PKK’ya düşman görüntüsü çizen “yılan” Barzani de örgütü besleyip büyüttü.

Türkiye buna karşı kesin şekilde ve bir daha gündeme gelmemek üzere her konuda tedbir almalıdır. Çünkü tarihimize karşı sorumluyuz. Biz Türk’üz. Biz Selçukluyuz. Biz Osmanlıyız. Biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yiz. Biz biriz!

Bugün Kerkük Türkiye’ye bakıyor. Türkiye için Erzurum-Van hattına kadar Doğu Anadolu’nun tüm güvenlik sınırı Kerkük’ten geçiyor. İşte bunu unutmamak gerekir!

*

Mîsak-ı Millî sınırları içinde kalan Kerkük ve Musul, 1926 yılında yapılan Ankara Anlaşması ile birlikte “toprak bütünlüğü sağlanması” şartıyla terk edilmişti. Irak’ın toprak bütünlüğü esas alınarak yapılan İstanbul Anlaşması’na göre, bugün bölünmüş yapısı ve bölgenin illegal örgütlerin kontrolüne geçmesi, Türkiye’nin bu iki şehir üzerindeki haklarını gündeme getiriyor.

Dedim ya, biz tarihimize karşı sorumluyuz ve ona sırtımızı dönemeyiz. Irkımız her nerede olursa olsun onlarla birlikte nefes almak boynumuzun borcu değil mi?

Türkiye isterse bu haklarını kullanıp Kerkük ve Musul’u kontrol altına alabilir. Zira tekrarda fayda var, Kerkük Mîsak- i Millî’nin bir parçasıdır ve Türk yurdudur. Aksini inkâr eden bizden değildir.

Ovaköy Sınır Kapısı ve Kalkınma Yolu Projesi gündeme geldiğinden dolayı birileri Barzani’yi aparatı olarak kullanmak suretiyle Kerkük üzerinden bu projeye engel olmak istiyor. Kerkük Barzani’nin kontrolünde olursa projenin gerçekleşmesi mümkün değil. ABD’nin Suriye ve Irak coğrafyasında PKK ve PYD bağlantısı, “Ovaköy ve Kalkınma Yolu Projesi” konusunun gündeme gelmesiyle bu işi sekteye uğratmak için Kerkük’ü karıştırmaya başladı. Ama biz bu oyunu bozarız. Çünkü “perdeleri örtük/ lâmbaları sönük/ sırtında yıllar yük/ hatıraları kırık dökük/ bir yer olacak orada/ adı ‘Kerkük’” (Arif Nihat Asya).

*

Kerkük Türklerindir. Ve görüldü ki şartlar oluşuyor, zamanı geliyor. Çünkü “izzetli yaşama hakkı, mücadele gücünüz kadardır”. Kerkük halkı izzetli yaşamak için 100 yıldır Kerkük’ün Türk yurdu kalması için mücadele ediyor. Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığında bağımsızlığını inşâ eden Türkiye, Kerkük halkının mücadelesine daha farklı ve daha fazla güç verecektir. Zaten karşının bütün korkusu da bu. Türkiye, eski Türkiye değil. Bir küresel güç olarak bunu yapmaya muktedir.

Bugün Kerkük, Deyrizor ve Münbiç’te yaşanan olayları bir bütün olarak değerlendirmeliyiz. Suriye ve Irak coğrafyasında yaşanan olayların arkasından Kerkük’ün gündeme gelmesi düşündürücüdür.

Ve Kerkük ile Musul, Mustafa Kemal Atatürk’ün de vasiyetidir. Mustafa Kemal Atatürk, 1920 yılında, kuruluşundan kısa bir süre sonra Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada şöyle der: “‘Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz (uluslararası sınırlarımız), İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka (doğuya) doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur’ dedik.”

*

Kerkük Kalesi’nde Osmanlı subaylarının yazdığı bir metin vardır. Derler ki, “Burası gurbet değil, vatandır”. Bu söz Türk Devleti ve Türk milleti için sözün bittiği yer değil midir?

Mevlâna Celâleddin-i Rûmî der ki, “Okyanus gibi bol haysiyet, elif gibi dimdik şahsiyet, dünya tarihinde Türkler kadar haysiyetli ve şahsiyetli bir millet yoktur”. Unutuyorlar ki, “Türk balası kurt olur, bastığı yer yurt olur”. Dün bu istikamette yürüdük, bugün bu istikamette yürüyoruz, yarın da aynı istikamette yürüyeceğiz.

Mete Han der ki, “Türk derler bizlere, yeryüzüne hâkimiz”. Sonra Atilla çıkar, “Tanrı’nın kırbacıyız, aman nedir bilmeyiz” diye ekler. Bilge Kağan’a söz gelir: “Birliğimiz daimdir, dostumuzu biliriz.” Sultan Alparslan çıkar sahneye, haykırır: “Bu yurdu kanla aldık, kimselere vermeyiz.”

Ardından Fatih Sultan Mehmed kükrer: “İnancımız sarsılmaz, sağlamdır yüreğimiz.” Ve Mustafa Kemal noktalar: “Hele bir kenetlensek bükülmez bileğimiz.”

Şimdi tarihe bakınız, bu sözlerin birini ötekinden ayırabilir misiniz? Türk tarihi bütündür. Bu nedenle şanlı tarihimizin bir parçası olan Kerkük de bizimdir.

Bitmedi. Atatürk, Amerikalı general MacArthur’a 1937 yılında şu ifadeyi beyan etmişti: “Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selânik de dâhil, Batı Trakya’yı Türkiye hudutlarına katacağım…”

İşte bu, Atatürk’ün vasiyetidir. Mete Han’dan Cumhuriyet’in Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a uzanan süreçte Erdoğan,  emaneti son teslim alan Başkomutan olarak, Türk tarihinden üzerine düşen göreve sahip çıkarak, tıpkı ataları gibi tarih yazıyor. Allah yolunu açık etsin!

*

Kerkük ile başlamışken “Okçular tepesini” yazmamak mümkün mü? Çok ama çok anlamlı… Anlamak için sadece okumak yetmez, özümsemek gerekir. Başınızı iki elinizin arasına alarak okuyun. Başlayalım mı?

Hoca efendi, cemaatine soruyor: “Okçular tepesini terk eden sahabeler kimlerdi?” Kimseden ses yok. Hoca tekrar etmiş: “Okçular tepesini terk eden sahabeler kimlerdi?” Sonunda cemaat mensuplarının mahcup bir şekilde “Bilmiyoruz hocam” dediği an hoca efendi, her birimizin beynini sarsacak ve kalbimizin titretmesini gerektirecek şu kelâmı dökülmüş dudaklarından: “İnanın, bunu ben de bilmiyorum. Aslında hiç kimse bilmiyor. Çünkü bu bilgi İslâm tarihinde asla yazmaz! O okçuların kimler olduğunu öz çocukları da bilmez, eşleri de bilmez. Çünkü Ashab-ı Kiram -ra- kimseye söylememiş, saklamış.”

Hatta ve hatta yıllar sonra Cemel ve Sıffin gibi hâdiselerde birbirlerine ters düştükleri vakitlerde bile ağızlarından bu konu hakkında hiçbir şey çıkmamış. “Sen zaten Uhud’da da tepeyi terk etmişlerdendin” gibi bir şey dememişler, orada dahi birbirlerini hataları ile vurmamışlar.

Bu nasıl muazzam bir ahlâktır! Bizler Uhud’un aslında bir yenilgi değil, zafer olduğunu yeni anladık. Bu ne muazzam edeptir! Birbiri hakkında konuşmak için en ufak bir fırsatı kaçırmayan, hatta “Olanı söylüyorum, benim niyetim temiz” diye nefsini aldatarak ağzından kardeşinin ölü etinin kanlarını akıtan bizlerin buradan alacağı ne çok ders var.

Ne demişler, “Herkes kendi kaderinin tarihini yaşar”. Yûnus Emre’nin Molla Kasım’ı vardır meselâ. Bizzat onu yüceltir, metheder. O hakikat terazisidir. İyidir. Ama tarih Yûnus’u yazıyor, Molla Kasım’ı değil.

*

Surların dibinde şehit olup düşüyordu birer birer Fatih’in askerleri. O Peygamber duasının kutlu askerleri… Hepsinin tek bir gayesi vardı şehadet dışında, o da şuydu: Sancağı surlara dikmek… Zira sancak surda dalgalandığında asker coşacak, fetih gerçekleşecekti. Sırasıyla sancağı eline alan merdivene yürüyor, şehit olup düşüyordu. Ulubatlıya geldi sıra. Sancağı aldı, merdivene yürüdü. Şehitler düşmanı zayıflatmış, yormuştu. Vakit ona denk gelmişti. Sancağı surlara dikti. Aldığı ok darbeleriyle şehit oldu. (Allah mübârek etsin.)

Ardından Peygamber’in övdüğü ordu içeri girdi. Tarih şehitleri yazmadı, Fatih ile Ulubatlıyı yazdı, o kadar. Ama hepsini Levh-i Mahfuz kaydetti. Zamanın ve mekânın, büsbütün Mülkün Sahibi kaydetti.

Biz de bugün tarihteki rolümüzü yaşıyoruz. Ve tarihî rolümüzü yaşıyoruz. Allah (cc) kaydediyor. Tarih ne yazarsa yazsın, kim ne derse desin, İslâm kıyamete kadar bâkidir. Onun için Devletimiz ebed müddettir. Öyle ya, “gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir”.

Kulu yaratan Allah’tır. Hidayeti veren Allah’tır. Ne kul biter, ne Müslüman, ne de Türk.


Teşkilat

AK Parti teşkilatları, partinin kurulduğu 2001 yılından beri en fazla değişen teşkilatlardandır. Değişimi çok başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Nice devlet adamını bu ülkeye kazandırmıştır. Ne mutlu bunun değerini bilenlere!

Fakat son yıllarda teşkilatlar bazında belirgin sıkıntıların olduğu aşikârdır. İstanbul’un yanı sıra diğer il ve ilçe teşkilatları da sürekli bir değişim içinde olsa da bu değişimlerin yansıması soru işareti olarak son seçimlerde karşımıza çıkmıştır.

Değişim için “doğru adres” önemlidir. Kuşkusuz, topyekûn bir yenilenmeye ve öze dönüşe ihtiyaç var. Kur’ân ve Sünnet çizgisine... Herkes problemin ve de yozlaşmanın teşkilatta, partide ve siyasilerde olduğunu düşünüyor. Hiç kimse kendine bakmayacaksa, “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” hadîsini tekraren hatırlamak zorunda kalacağız biz de.

Hepimizin yenilenmeye ihtiyacı var. Siyasetinizi, teşkilatçılığınızı ve yaşantınızı yalan-algı-abartma üzerine kurgulamayın. Çünkü deniz bitti. AK Parti seçmeni, eski AK Parti seçmeni değil. Sorgulayan, takip eden, sonuca bakan bir seçmen profili ortaya çıktı. Aslında çok da güzel oldu!

Seçmenine hesap vermeyen, seçmeninin sesine kulak kesilmeyen ve seçmeninin dili olmayan hiçbir siyâsî oluşum uzun ömürlü olamaz. Eğer AK Parti yaşayacaksa ancak böyle yaşayacaktır. AK Parti siyaseti, Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaseten varoluş ilkelerinin üzerine inşâ edilmiştir. Ve bu inşâyı Erdoğan değil, bizzat halk üstlenmiştir. Yani rotayı halk çizmiştir. Bu nedenle Kur’ân ve Sünnet çizgisinde inandıklarınızı yaşamak ve yaşatmak, bu millete hizmet yolculuğunda bir borçtur.

Doğrular mutlaka bir gün galip gelecektir. Ama iş işten geçmeden, gemi karaya oturmadan, güçlüyken gelmeli. Yoksa siyasette düşenin dostu olmuyor! Hani nerede ANAP ve DYP? Bu yüzden siyaset, tarihten ders alıp geleceğe bakma sanatıdır ve bu kuralla işlenmelidir. Sabır ve azimle hak üzere kalın, gerisi takdirdir.

Kur’ân ve Sünnet çizgisinde, duruma yahut şartlara veyahut da mekânlara bakmadan, korkmadan, çekinmeden ve de incitmeden inandıklarınızı söyleyin ve paylaşın. Sizler Müslümanlarsınız; Allah’ın ayetlerini okuyun, okutun, anlatın ve iman edin. Kimin ne dediğine bakmadan, sadece iman edin.

Kur’ân ve Sünnet çizgisindeki inançlarınızda cesur olun. Dostlarınızı, kardeşlerinizi, başkanlarınızı, müdürlerinizi ve amirlerinizi hataya ve yanlışa düştükleri zaman uyarın ve sizi uyaranlara da gönlünüzü açın. Öyle ya, “el ile, dil ile, kalp ile” (Müslim; İman, 78)…

Siyaseti bir hizmet dâvâsı olarak görün. Tevazu size ömür boyu, hatta iki cihanda da kazandırır. Makamınız yahut mevkiniz ne olursa olsun, eğer inanıyorsanız, kibirli ve gururlu olamazsınız. “Ben” değil “biz” dilini yakalarsanız, her zaman kazanırsınız. Kur’ân’da Allah (cc) “Biz” dilini kullanmıştır.

Bu anlamda maalesef Müslümanca bir duruş sergileyemeyip kaybettiğimiz değerlerimiz bu yüzden adalet, güven, ahlâk, samimiyet, ehliyet ve liyakat oldu. Yol yakınken aslımıza dönelim. Bizi biz yapan değerlerimize yeniden bakalım. Hani “fabrika ayarları” deniyor ya, tam da öyle!

Makam ve parayla olan imtihanımızda zorlanıyoruz. Tekraren Kur’ân ve Sünnet yoluna girmeliyiz. Zira insanoğlunun taşıyabileceği en değerli sıfat, Kur’ân ve Sünnet’te anlatılan Müslüman olmak değil mi? Şu dünyada hepimiz bir etiket peşinde koşuyoruz. O etiketler bizi dünyada bir yere getirseler de “iyi Müslüman” olamadığımız sürece her biri boş! Siz siz olun, duanızı sağlam yapın. Bu mânâya bir tavsiye olarak İmam-ı Şafi’nin şu sözüyle noktalayalım: “Teheccüdde yapılan dua, hedefi şaşmayan ok gibidir.”