
PENCEREDEN ağacın dalında ışıl
ışıl parladığını gördü. Sabahın erken saatleriydi. Henüz güneş doğamamış, gece rüzgâr
da esmemişti ki ağacın dalında hâlâ asılı duruyordu. Saka kuşlarının cıvıltısı
serçelerinkiyle karışıyordu. Daha yeni uyanıyorlardı. Hava dupduruydu…
Ağacın
dalında nasıl da güzel duruyordu. Utangaçlığı, mahcupluğu ve saflığı ürkek
bakışlarında gizliydi. Ayazda kalmıştı, üşümüş olduğu titreyişinden belliydi. Ufak
tefekti, fakat güzelliği büyüleyiciydi. Bir ara hafif bir rüzgâr eser gibi oldu,
düşecek diye ödü koptu. İçinden hep yalvarıyordu “Yeller esmesin, kuşlar
konmasın, güneş vurmasın!” diye. Çünkü rüzgârın ağacı sallaması, kuşların
dallara konması ve güneşin vurması onun sonuydu. O güzelliği saatlerce sessiz
bir şekilde seyredebilirdi. Fakat o arada bir martının okul binası üzerinden
bağırarak geçmesi o sessizliği bozdu.
Bahar
gelince pembe çiçekleriyle önce gelinlik giymiş kız gibi olur. Sonra iri iri
yapraklarını açar, dalları yaprakların arasına gizlenir erguvan ağacının. İşte
o, erguvan ağacının dalında asılıydı! Yapraklarının bir kısmı henüz açmaya
başlamış, bir kısmı da tomurcuk hâlinde açmaya hazırlanıyordu. Çiğ damlacığı o
tomurcuklardan birine tutunmuştu. Âdeta orayla bütünleşmişti. Tomurcukla çiğ damlası,
sanki birbirini tamamlamıştı.
Güneş
yavaş yavaş okulun çatısında belirmeye başlarken, servis araçları okulun bahçe
kapısında görünüyordu. Artık öğrenciler okulun bahçesini dolduruyordu. Çiğ
damlası gözlerden uzak, kimseden habersiz tenhada, bir inci tanesi gibi yerinde
asılı duruyordu. Gözyaşına da benziyordu. Bir hafta önce annesini kaybeden
çocuğun gözyaşlarını hatırladı hoca. Hıçkıra hıçkıra ağlayan komşu çocuğun
yanaklarından süzülen gözyaşı da sanki aynıydı. Fakat onda hüzün ve keder
vardı. “Acaba gökler mi ağlamıştı?” diye bir fikir belirdi zihninde. Çünkü o
günün akşamında şehit haberleri dinlemişti televizyondan. Afrin’de el yapımı
bombanın patlaması sonucu üç asker yine şehit olmuştu.
Gözünü
bir türlü alamadığı çiğ damlası sanki büyüdükçe büyüyordu hoca için. O kadar
büyüdü ki, kocaman şeffaf bir küre hâline dönüştü. Aman Allah’ım! İçinde ne
güzellikler, insanı cezbeden bağlar bahçeler, yollar, evler, pınarlar, sözle
tarifi mümkün olmayan, seyredene sürûr veren güzellikler vardı. Hele içinde çok
çekici bir mimari ile inşâ edilmiş bir okul vardı. Geniş bahçesinde akasyalar,
serviler, ıhlamur ağaçları, ardıç ve daha birçok nizami dikilmiş ağaçlar vardı.
Gürültüyü engellesin diye iri yapraklı ağaçları bahçe duvarı diplerine
dikmişlerdi. Ağaçlar altında banklar, boş alanlar çimlenmişti. Ortalarında gül
ve daha başka çiçekler de vardı. Bütün öğrenciler mütebessim birer yüze sahipti.
Okulun özel kütüphanesi yoktu, fakat kütüphane gibiydi sınıflar. Büyük bir spor
salonu da vardı. Çocukların çoğu muhtelif spor faaliyetlerindeydiler.
Ama
hepsinden enteresan olanı şuydu: Okulun alt katındaki sınıflar küçük odalara
bölünmüş, emekli hocalardan resim, müzik, sohbet, hat, ebru gibi alanlarda yeteneklerini
icra etmek isteyenler, öğrencilerle buluşturulmuşlardı. Bu odalardaki
öğrenciler çok kalabalık nüfusa sahip değillerdi, fakat her hocanın yanında üç
beş öğrenci vardı. Hepsinin mutluluğu yüzlerinden okunuyordu. Nasıl bir
muhabbetle işlerini yapıyorlarsa izleyene bile keyif veriyorlardı.
Hat
yazanlar besmelenin “be”si üzerinde çalışıyorlardı. Sohbet edenler, paralel
evrenler üzerine konuşurken, müzikle ilgili bölümde ise hoca, kanunun
perdelerini kontrol ediyordu. Çok enteresandır, biyoloji bölümünde de gen
testten bahsediliyordu.
Zil
sesiyle irkilen hoca, daldığının farkına vardı. O arada esen bir rüzgâr,
daldaki çiğ damlacığını yerinden koparmaz mı?
“İnci midir,
bilemedim/ Hafızamdan silemedim/ Aklımı başımdan aldı/ Kendime bir gelemedim.
Buralarda esme rüzgâr/
Çiğiler görmesin zarar/ Onlar süsler hayâlimi/ Her sabah gözüm çiğ arar.
İşitene söyler
dilim/ Elbet anlar aklıselim/ Zerrede kürre gizlenir/ Bir çiğ içredir hayâlim.”