Çift taraflı bir baskı aracı olarak “İstanbul Sözleşmesi”

“En az üç çocuk” diyen birinin aile kurumunu yıkmaya yeltenmesi ne tuhaf bir çelişkidir! İş dünyasının acımasız vahşi kapitalizme ayak uydurması ve insanların iş bulana kadar evlenmemesine de mi Erdoğan karışıyor? İnsaf! Bireylerin kendi tercihleriyle gittiği yol, yöneticisini bağlar mı?

TÜRKİYE’DE kuvvetler ayrılığı ilkesinin en az yüzde 80 oranında bir seviyede yaşandığı görmezden geliniyor. Bu anlamda toplumdaki algının “Her şeyin sorumlusu iktidar partisidir” şeklinde olduğunu toplumun bizzat kabul etmesi gerekir. Hâlbuki algının kendisi yanlıştır.

Algının yanlışlığı, günümüz Türkiye’sinde “Her şeyin sorumlusu sadece iktidar partisi değil, öncelikle Recep Tayyip Erdoğan’dır” şeklinde yürüyor, hattâ büyüyor. Bu, onu sevmeyenler için olduğu kadar, sevenler için de böyle…

Neden bu açıklamayı yapıyorum başlarken? “İstanbul Sözleşmesi” adıyla anılan bir Avrupa sözleşmesini işleyeceğim bugün...

Sözleşmenin imzalandığı tarihin içinde bulunduğu süreç, MİT Krizi ile dışarı vuran, büyük bir mücadelenin derinlerde çok sert şekilde yürüdüğü bir süreçtir. Bu süreç, Sayın Cumhurbaşkanımızın o günlerde Başbakan olarak bugün ayyuka çıkmış bütün operasyonlarla sessizce karşı karşıya kaldığı, önünün kilitlendiği bir süreçtir.

Düşününüz ki, “Siyâsî hayatıma mâl olsa dahi ben bu kanı durduracağım” diyen Sayın Erdoğan’ın bütün vücûdunu koyduğu Çözüm Süreci’nin gönüllü bir bölünmüşlüğe çevrilmeye çalışıldığı bir bir dönem…

2011’de, sözleşmenin imzalandığı süreçte Cumhurbaşkanı kim? Sözleşmeye imza atan ve süreci yönetenler kim? Dışişleri Bakanı kim? Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı kim? Adalet Bakanı kim? Konuyla ilgilenen Devlet Bakanı kim? Şimdi neredeler?

Evet, o gün süreci yönetenlerin bugün nerede oldukları konuşulmalı! Zira onlar, bu sözleşmenin varlığını hâlâ savunuyorlar. Sayın Erdoğan’ı ve AK Parti’yi eleştirmedikleri tek nokta burası sanırım. Bu durumda denklemi yeniden kurmalı ve süreci yönetenlerin etki katsayısını ortaya çıkarmalıyız. Bunu tespit etmeden, kuru bir duygusallıkla tek başına Sayın Erdoğan’ı ve AK Parti’yi bu konuda eleştirmek, matematiğe aykırıdır.

CHP Grup Başkanvekili Engin Altay’ın konuşmasını hatırlayınız. “Bu iktidar yeryüzünün en iyi icraatını da yapsa, bizim görevimiz karşı çıkmaktır” diyordu Altay, öyleyse niçin İstanbul Sözleşmesi’ne kabul oylarıyla destek vermişler? Süreci yönetenler bu sözleşmenin geçmesini çok istediler; CHP de, HDP de bunun için bütün desteğini verdi.

Hukuk dili sorunu

Aslına bakarsanız, öncelikle sözleşme, Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Dışışleri Bakanlığı döneminde İstanbul’da imzalandığı için İstanbul Sözleşmesi olarak anılsa da hakikat beyanıyla Avrupa Sözleşmesi’dir. Batı uygarlığının felsefî ilkelerini esas almış, küresel Batı odaklı sistemin kendini ifade etme biçimidir. Ki küresel sisteme entegre olmanın şartlarındandır.

Uluslararası sözleşmeler, anlaşmalar ve hukuk klişelerinin stratejik hedefi, önemli ölçüde dünyayı tek devletli hâle getirip devletsiz birey ve milletler meydana getirmektir. Bu temelde bu sözleşme, Türkiye’yi kendine ait normlardan uzak tutan ve hem yasamada, hem de yürütme üzerinde baskı oluşturan sözleşmelerden bir tanesidir. Şüphesiz her ülke kendi meclisinde bu sözleşmeleri reddederek, doğrudan ya da şerh ile kabul ederek kendini konumlandırır. Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne koyduğu çekinceler vardır. Avrupa Sözleşmesi’ne yani İstanbul Sözleşmesi’ne gelene kadar, 1954 yılından itibaren Türkiye, taraf olduğu bu sözleşmeye esas olacak kadın hakları temelinde başka sözleşmelere de imza atmıştır (Birleşmiş Milletler CEDAW Sözleşmesi gibi).

Yani mesele, İstanbul Sözleşmesi’ne sıkıştırılmaktan öte, küresel sistemin insan, kadın, aile ve çocuk kavramlarına bakışındaki felsefî temellerin üst norm hâline getirilmiş olmasında saklıdır. Dolayısıyla tartışmaları bu zeminde gerçekleştirmek daha anlamlı olacaktır. Bir anlamda İstanbul Sözleşmesi’nin zemini, aslında CEDAW’la oluşturulmuştur. Üzücü olan, bizim insanımızı çocuğu, kadını ve erkeği ile Batı’nın kavramları üzerinden okuyor olmamızdır. Oysa bizim değerler sistemimizin insana bakışı eşref-i mahlûkat temellidir. Ve insanı, varlığın ve yaratılışın sırrı olma niteliğiyle okuyarak şekillendirir.

Az önce sözleşmenin yürürlüğe girişine dair birinci sorunuza verdiğim cevapta anlatmış oldum, kendisine “diktatör” denilen fakat yine kendisine hukuk üzerinden vesayet gömleği biçenlere karşı mücadele veren bir insanın neden bu sözleşmeye direnmediğini iddia etmek, ancak iftira yolu üzerinde bir söylemdir.

Bu ülkede Batılılaşma tarihi, bir anlamda hukuk üzerinden yasamanın ve yürütmenin baskı altına alınarak Batı normlarının vesayet odağı hâline getirilmesi tarihidir.

Evet, bu ülkenin bir hukuk dili sorunu var!

Darbeler tarihini konuştuğumuz kadar hukuk dilinin de bir vesayet odağı hâline dönüştürülerek kendi değerlerimizin baskılanma ve tasfiye edilme tarihini de konuşmak zorundayız. Bu temelde hukukun değil, hukukçuların Batı normları üzerinden topluma dayattıklarını tekrar tekrar iyi okumak zorundayız. Başbakan olup da mücadeleye doğrudan başladığından beridir Sayın Cumhurbaşımız, bürokrasi, vesayetler ve kriptolara karşı mücadelesinden hiç geri adım atmamıştır.

Yasama, yürütme ve yargının bağımsızlığı sınırlarını asla yıpratmamış, korumaya çalışmıştır. Bu zorlu mücadeleyi, devletin birliğini hassasiyetle koruma temelinde sürdürmüştür. Çoğu zaman da maalesef anlaşılmamıştır.

Sayın Erdoğan bu hassasiyetteyken, kendisine karşı içinde bulunulan yaklaşımsa asla bu düzeyde olmamıştır. Burada konuştuğumuz türden konularda diğerleri tarafından tek sorumlu olarak görülerek hep yalnızlaştırılmak istenmiştir. Bu ülkede taşın altına elinini sokmamak değil, birini taşın altına sokulup canını çıkartmak iştahı yani kurban etme histerisinin varlığı söz konusudur.

İstanbul Sözleşmesi bir iç hukuk normu olarak yürürlüğe girmemiştir. İstanbul Sözleşmesi, iç hukukta düzenlemelerin temeli, esas olarak mevcuttur. Bu şekilde İstanbul Sözleşmesi referanslı yapılan 6284 sayılı Kanun, İstanbul Sözleşmesi’nden esinlenilmiş olarak, kadına karşı şiddeti önleme, kadın-erkek eşitliğine yönelik engelleri kaldırma temellidir.

Özellikle 4. Madde’sine göre cinsiyetsizlik ve cinsiyet tercihli olarak iç hukukta parlemontadan yasal bir düzenleme geçmemiştir. 6284 sayılı Kanun’da tartışılan konular, şüphesiz her kanunun uygulanmasında ortaya çıkan aksaklıklar gibi tekrar konuşularak, istişare edilerek, tarafların görüşleri alınarak kanunda içtihat edilmesini zorunlu kılan temeldedir. Bunu tüm kanunlarda olduğu 6284 sayılı Kanun’da da görmek mümkündür. Tartışılmalıdır.

Evet, bütün kanunlarda olduğu gibi bu tartışmalar mümkündür. Kaldı ki, ihtiyaç varsa, toplumun bir kesimi içtihat edilmesini söylüyor, yasama organı taraflarla bir araya gelerek kanun üzerinde içtihat yapabilir.

Tedirgin olduğumuz konuyu dikkatli tespit edelim!

Sözleşmenin kabul edildiği tarihe göre, bu sözleşme bizim mevzuatımızda kabul edilmiş bir sözleşme olarak yerini alır. Ancak ısrarla ifade ediyorum, bu sözleşmenin tek başına kabulü, iç hukuk normu olarak şayet bir düzenleme yapılmamışsa, tek başına belirleyici değildir!

Biraz evvel de ifade ettiğim 6284 sayılı Kanun, bu sözleşmeden esinlenerek yapılmıştır ve bir iç hukuk uyumudur. Yasanın çıktığı tarih belli, uygulamaları da belli. Bunu az önce tartıştık. Ancak sözleşmedeki 4. Madde’ye yönelik bir iç hukuk düzenlemesi yapılmamıştır, dikkat!

Şunu sözleyebiliriz: İstanbul Sözleşmesi Türkiye’de emperyalizmin devletimizi ve milletimizi hırpalamak ve LGBT temelli birtakım STK’ların, yürütmenin üzerinde baskı oluşturması için araç olarak kullandığı nitelikle ortaya çıkarılmıştır. Hattâ maalesef yürütmede milletimizin değerlerini koruma odaklı hareket eden idarî kadroların verdikleri kararlar, bazı idare mahkemeleri tarafından bozulmaktadır. Bu bir çelişkidir! Bu mücadelede idareyi rahatlatmak zorundayız.

İstanbul Sözleşmesi, uluslararası bir sözleşmedir. Uluslararası sözleşmelere hiç yabancı değiliz. Nereden yabancı değiliz? Medîne Vesikası’ndan yabancı değiliz…

Hatırlayınız, 2000-2010 yılları arasında misyonerlik faaliyetleri fazlasıyla yaygındı. Diyorlardı ki, “Müslümanlar parayla Hıristiyan oluyorlar”. Ben buna karşı çıkıyordum. Diyordum ki, “Hayır, bir dine inanmayanın para karşılığında Hıristiyan olduğunu söyleyebilirsiniz ama Müslüman, para karşılığında dinini değiştirmez”. Zira Müslüman hakikate inanır. Misyonerliğin bu şekilde konuşulduğu zamanlardaki gibi, İstanbul Sözleşmesi ile de Türkiye’de eşcinselliğin arttırılmasının amaçlandığı söyleniyor. Aile kurumunun bu sözleşmeyle yıkılacağı anlatılıyor. Hayır! Tek başına bu doğru değil.

Siz insan fıtratına sahip çıkan bir akılla çocuklarınızın ailede eğitimine başlar ve de eğitim politikalarınızda insan fıtratını esas alan modeli merkeze koyarsanız, ne insana, ne de aileye gerçekleştirilen saldırı hedefini bulabilir. Gerçekleştirilen saldırılar küresel ve dijital ölçekte saldırılardır. Dolayısıyla siz yerel ölçekten küresel ölçekteki bu saldırılara cevap verecek yeterli donanımda insan yetiştirirseniz, bu saldırıların anlamı kalmaz!

Burada önemli bir noktayı tespit ediyoruz. İç hukukta yaptığımız düzenlemeleri dijital üzerinden karşı karşıya kaldığımız saldırıları gözeterek de düşünmek mecburiyetindeyiz. Nereye geliyoruz? Eğitim politikalarımızı, aile kavramını güçlendirmeye geliyoruz. Çünkü dijital paradigma, fizikî bütün engelleri aşarak her tartışmayı dijital platformla bireyin önüne getirebilmekte ve birey, veri okyanusunda kendisinin farkında değilse kaybolma tehlikesini yaşamaktadır.

Şimdi biz Kur’ân aklı ve diyalektiği ile insanı eşref-i mahlûkat gören bir temelle insan, aile ve toplum olabilmeyi başarırsak, bu başarının referansı emin olmak olacaktır. Emin olunan aile güçlüdür. Emin olunan ailede şiddet olmaz. Emin olunan birey, varlığın hoşnut olduğu bireydir. Demek ki mesele, Batı’nın öncelikli olarak yok etmeye çalıştığı insan fıtratını anlamaya çalışmamız, buna karşı Kur’ân diyalektiği ile karşı çıkmamız ve “Bu akıl ve diyalektiklikte insan ve toplum nasıl olmalı?” sorusunu sormalıyız.


Sözleşmenin arka plânında, evet, devletsiz birey meydana getirmek, şehir devletçikleri kurmak, çipli ve kontrol edilebilen küresel vatandaşlar edinmek vardır. Bu durum, ancak bir küresel tek dünya devleti ile mümkün olabilir. Fakat cinsiyetsiz sentetik bir insan oluşturmayı hedefleyen bu aklın derdi, asla kadın-erkek eşitliği değildir. Eşcinselliğe teşvik eden bu plânın altında, eşitliğe inandırarak aile kurmak düşüncesinden arındırıp, sürekli çalışan ve işini düşünen bir yeni işgücü bandı üretme fikri vardır. Bu fikir, çocuğu olmadığı için doğum izni almayacak, aile kurmadığı için düğün izni almayacak, çocuğu olmayıp da hastalanmadığı için aşı izni almayacak, aile derdi olmadığı için daha düşük ücrete de katlanacak kurguyu içermektedir.

Şeytan, kendisine secde etmesi istendiğinde insana düşmanlığını açıkça belirtmişti. Onun tek istediği, insan soyunun ortadan kalkmasıdır. O yüzden değil midir ilk işlettiği günahın cinayet olması? Daha başlangıçta insanı insana düşman gösterip ortadan kaldırtmayı becermişti. Elbette herkes cinayet işleyemezdi. Bunun bir yolu da çoğalmayı engellemekti. Eşcinsellik çoğalmaya engeldir. Bu kadar basit! İnsanınsa diğer tüm canlılar gibi, taşıdığı bilgiyi aktarmak gibi bir amacı vardır. Bunun en kolay yolu çoğalmaktır. Ölümlü dünyaya en kolay kalıcı eser bırakma yolu, canlının taşıdığı bilgiyi, geni aktarmasıdır. Değil mi ki en güzel eser, hayırlı evlâttır…

Her şeyi Erdoğan mı yapsın?

“En az üç çocuk” diyen birinin aile kurumunu yıkmaya yeltenmesi ne tuhaf bir çelişkidir! İş dünyasının acımasız vahşi kapitalizme ayak uydurması ve insanların iş bulana kadar evlenmemesine de mi Erdoğan karışıyor? İnsaf! Bireylerin kendi tercihleriyle gittiği yol, yöneticisini bağlar mı?

Toplumun tercihlerini yasalarla belirleyemezsiniz! Yasalar çerçevedir. Siz marjinal belirleyicilik üstlenseniz de birey ve toplum kendi alanını inşa eder, kendi çizigisinde yürür. Ayrıca Erdoğan, bu ülkede sadece dindarların Cumhurbaşkanı değildir. Bakınız, sözleşmede “aileden” değil, “ev içinden” bahsediliyor. Bir lider, toplumunun hukukunu sadece kendisi gibi olanlarla değerlendiremez. Bu ülkede her evin içinde belli bir hukuka dâhil olan aileler yoktur. Ve bu devletin değil, toplumun oluşturduğu bir durumdur. Devlet, toplumun oluşturduğu duruma göre hukuku meydana getirmek zorundadır. Ancak muhafazakârlar, bu bahsi bile sözleşmede aile kavramının zikredilmediğini ve bunun aileyi ortadan kaldırmayı hedefleyen bir durum olduğunu söyleyerek Sayın Cumhurbaşkanımıza yükleniyorlar. Ben de buradan sesleniyorum: Öyleyse siz kendi sorumluluklarınızı tekrar gözden geçirmek zorunda değil misiniz?

İslâm’ın sancaktarları, ordudan evvel gidilecek yurda varıp da orada yaşayışlarıyla İslâm’ı tebliğ edenler değiller miydi? Bunu da mı Erdoğan yapsın? “Müslüman ol” diye yasa mı çıkarılsın? Müslüman olana “Mümin ol, âbid ol, zâhid ol” diye yasa mı çıkarılsın?

Dördüncü Madde’ye dikkat!

Dördüncü madde şöyle diyor:

“Madde-4: Temel haklar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması… Taraflar herkesin, özellikle de kadınların, gerek kamu gerekse özel alanda şiddete maruz kalmaksızın yaşama hakkını yaygınlaştırmak ve korumak için gerekli olan yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.

Taraflar, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı kınayacak ve ayrımcılığı önlemek üzere gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır: Ulusal anayasalarında veya ilgili diğer mevzuata kadınerkek eşitliği ilkesini dâhil edecek ve bu ilkenin uygulamada gerçekleştirilmesini temin edeceklerdir; yerine göre, yaptırımların uygulanması yolu da dâhil olmak üzere, kadınlara karşı ayrımcılığı yasaklayacaklardır; kadınlara karşı ayrımcılık yapan yasa ve uygulamaları yürürlükten kaldıracaklardır.

Taraflar bu sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medenî hâl, göçmen veya mültecistatüsü veya başka bir statü gibi herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.

Kadınların toplumsal cinsiyete dayalı şiddete karşı korunması için gerekli olan özel tedbirler, bu sözleşme hükümlerince ayrımcılık olarak sayılmayacaktır.”

Bu maddeye bir özel şerh koymak mümkündü ama maddenin hedef aldığı doğrudan bir ahlâkî yapı var. Ancak ahlâksız olursanız bu maddeyi suistimal edebilirsiniz; değilse, bu maddenin yapıcılığını tartışmak mümkün olabilir mi?

Şunu görüyoruz ki, Madde 4’e ilişkin iç hukukta bir düzenleme yapılmamıştır. Bu nokta çok önemli! Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi üzerinden yasama ve yürütmeyi baskı altına almak isteyen STK temsilcileri, Hükûmet’in İstanbul Sözleşmesi ile ilgili iç hukuka dair düzenlemeler yapmadığını, ortaya irade koymadığını açıkca ifade ediyorlar. Hatta CHP’li bir milletvekili, LGBT ile ilgili bir kanun teklifi veriyor. O zaman soruyorum: İstanbul Sözleşmesi ile ilgili iç hukukta bir düzenleme yapılmış olsa idi, CHP’li bir milletvekili neden kanun teklifi vermiştir? Neden LGBT temsilcileri Hükûmet’e İstanbul Sözleşmesi ile ilgili açıktan tavır alıyorlardı? Muhafazakâr kesimin bu durumu gözden kaçırmaması gerekir.

Şunu kabul edelim: Sözleşme, yürütmenin üzerinde bir baskı unsuru! Bunu görmek zorundayız. Dindar hassasiyeti güçlü çevre doğal olarak tehlike gördüğü için yüksek sesle eleştiriyor; bunun yanında Batı normlarına inananlar ise “İstanbul Sözleşmesi ile ilgili olarak Hükûmet gereğini yapmıyor” diyerek Sayın Cumhurbaşkanı’na ciddî eleştiriler getiriyor. Dolayısıyla iki taraftan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ve devletin birliğini temsil eden Recep Tayyip Erdoğan’ı baskılamak için bu sözleşme bir araç olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla buradaki teklifimizin İstanbul Sözleşmesi’nin Meclis’te konuşulmasını sağlamak ve özellikle 4. Madde’nin kabulünün şerh konularak yok hükmünde kabul edilmesini gerçekleştirmeli ve arkasından da İstanbul Sözleşmesi bütün olarak yeniden tartışılmalıdır. Bu, milletimizi ciddî anlamda rahatlatacaktır.

Bir kez daha unutmayalım ki, kadın-erkek eşitliği temelinde ve maalesef kadına yönelik şiddet noktasında yaşadığımız acı hâdiseler, kadının ve çocukların hukukunun korunması noktasında mutlak sûrette kendi değerlerimizle özgün normlar oluşturulmasını emretmektedir. Çaresizlik içindeki kadının, hukukunun korunduğundan emin olduğu özgün ve noksansız normlara hiç tereddütsüz ihtiyacımız var. Kim ne derse desin, ülkemizde yaşanan kadın haklarına yönelik ihlâller, objektif bir şekilde, kendi gerçeklerimizle yüzleşerek, çözümü Batı felsefesi temelli hukuk normlarından değil, yine kendi değerlerimiz üzerinden okuyan, objektif, adil ve insan onurunu korumaya odaklı yasal düzenlemeler elzemdir.

Özellikle kadın hakları tartışmalarında erkek egemen modelli bir yaklaşım yerine, insan hukukunun Hazreti Peygamber’de vücut bulmuş olduğu düzenlemeleri bu toplumun önünde konuşmalıyız. Yüzleşme burada başlamalı! Bu yüzleşmeyi yapmadan her şeyi İstanbul Sözleşmesi üzerinden konuşmak mümkün ama eksik olmaz mı? İstanbul Sözleşmesi’nin mantığının ne olduğunun farkındayız, biz de kendi gerçeklerimiz üzerinden yüzleşmemeli miyiz?

Büyüyen Türkiye nelerle uğraşıyor?

Evet, büyüyen bir Türkiye var ve bu, dünya için bir gerçek! Bu gerçeğin önüne geçmek yahut üzerini örtmek üzere PKK ve FETÖ gibi silahlı terörün yanında Türkiye’yi bir ahlâk terörü baskısı altına almak maksadıyla kullanılan bir araç var ortada. Ve bu aracı, çatısı STK olan bazı yapılarla işletmeye çalışıyorlar.

Önümüzdeki süreçte devletin hem adalet mekanizmasının, hem de idare mekanizmasının özellikle tıpkı FETÖ ve PKK gibi devletimize ve milletimize karşı, finansal kaynakları yurtdışından olan ve içeriden insan fıtratına ve aileye savaş açmış, ahlâkî değerlerimizi yok etmeye yönelik bu kirli yapılar karşısında çok daha kararlı adımlar atılması gerekirken, bir kez daha ifade ediyoruz ki, Millî Eğitim politikalarımızın ve Diyanet’teki politikalarınmızın insan fıtratını esas alacak şekilde, insanın biyolojik ve de Ruhsal varlığını korumaya odaklanmış yeni bir modellemeye süratle ihtiyacımız var.

Bu mesele salt idarî bir mesele değil, felsefî bir meseledir. Öncelikle felsefî yaklaşımızın temellendirilmesi gerekmektedir. Bu anlamda Türkiye, evrensel çerçeveyi yeniden ele almak ve anlamlandırmak adına fıtrata dayalı, aile kavramına odaklı, insan ve yeniçağ temelli bir çalıştay tertipleyerek, satanist aklın insana/insanlığa karşı açtığı savaşta Müslüman, sağduyusu mümkün olan Hıristiyan, Yahudi, Budist entelektüelleri davet edip bu çalıştayda insan varlığının, insan neslinin, insan normlarının, insan hukukunun ve insan fıtratının gerçeklerini konuşturacak bir organizasyonun sahibi olmalıdır.

Her inançtan entelektüeli davet etmenin amacı şu ki, mesele asla sadece Türkiye’nin sorunu değil, bir insanlık sorunudur ve bunu çözüme ulaştıracak başat güç Türkiye olarak kabul edilmelidir. Önce Türkiye bunu kabullenmelidir.

Bu çalıştaydan alınacak tavsiyelerle birlikte İstanbul Sözleşmesi’nin 4. Maddesi’nin kabulü geri çekilmeli, sözleşmeyle açığa çıkan 6284 sayılı Kanun ise lehtar veya aleyhtar temelli değil, objektif temelde ele alınarak tartışılmalı ve ihtiyaç varsa içtihat edilmeli ve uygulanmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı, bu anlamda yasamanın işini kolaylaştıracak şekilde STK’lar, hukukçular ve akademisyenler ile bir araya gelip tartışma zemini oluşturmalı ve bunu yaparken çalışmaları çok sesli gerçekleştirmelidir. Sonuçları hem kamuoyu, hem de siyaset kurumu ile paylaşılmalıdır.