BİR
toplum düşünün… Yaşama şekilleri toplumlara göre farklılık gösteren çeşitli
etkenler ile oluşur. Coğrafî koşullar, tarihî gerçekler, sosyolojik veriler ve kişilerin
birbirinden bağımsız geliştirdikleri tüm davranışlar… Kişi, mensubu olduğu
toplumdan uzak durarak bu iletişimi en az seviyeye bile indirse, bu etkileşimden
büyük oranda kendini soyutlayamaz. Çoğunlukla bütün bu değerlerin dışında konumlanamaz.
Kültür, insanların hâl ve davranışlarından bağımsız olarak düşünülmeyecek bir bütünü
teşkîl eder. Bu nedenledir ki, bireyler toplumu oluştursalar da, aksinin yanlış
olduğu da zannediyorum iddia edilemez.
Toplumlarda genel olarak çoğunluğun ezici bir şekilde
bireyler üzerinde kurduğu tecessüm, inkâra mahâl bırakmayacak şekilde ortada durmaktadır.
Toplumlar menfî veya müspet şekilde insanları şekillendirmeye
devam etmektedir. Kırıcı ve yakıcı bir kasırga misali, aynı anda biri de,
binleri de yok edebilmektedir. Ya da uzlaştıran ve insanı insan ile arındıran
sükûnet beldelerine dönüştürür. Tarih bütün bu diyarları kaydetmekte, kimileri övülerek,
kimileri de adeta lanetlenerek sararmış sayfalarda sonsuz bekleyişlere terk edilmektedir.
Neredeyse adları unutulmuş ne büyük kral ve hükümdarlar geldi geçti. Sahip olunanların,
gücün, kudretin, güzelliğin toplumsal hafızadaki yeri malûm; oysa bizler, yaşadığımız
zamanın zihinsel ve toplumsal okumalarını doğru yapmanın peşindeyiz. Öyle olmalıyız.
Kadim kültürler, gelip geçen ve aldatıcı olan ile evrensel olanı tanımlarlar. Sadece
tanımlamakla kalmaz, göğe doğru yükselen anıtlar olarak gözümüzün içine sokarlar.
Büyük değişimler, küçük kırılmalar ile başlar. Bu kırılmalarsa bir düşünce ile…
Peşine düşen cesur bir yürek ile… Onun içindir ki toplum, bireyi kuvvetle
etkiler, kişi ise yaşadığı toplumu sessizce değiştirebilir, dönüştürebilir.
Yaşadığımız topluma dair
Göçün 50. senesinin geride kaldığı şu günlerde, yabancı memleketlere
ilk giden kuşağın yaşadığı sorunlar büyük ölçüde ortadan kalkmış ya da ciddî
şekilde değişikliğe uğramıştır. Dil problemi, cami ya da kültürel mekânları
bulmak ve işlerlik kazandırmak, toplumun bütün katmanlarında çalışabilme ve söz
sahibi olabilme imkânı bunlardan yalnızca birkaçı. Ancak iki kültür arasında kaybolmuş,
aidiyetini kaybetmiş, kültürel ve dinî değerlerini unutmuş kişilerse pasaportlarındaki
“nationalities” bölümünde yazan tanım ile yetinmek durumundadırlar. Yasal
olarak kimlik sahibi olmakla beraber, rûhen kimliksiz kalmışlardır. Yetiştirdikleri
ruhsal ve toplumsal hafızası zayıf yeni kuşaklarsa zaman ve mekândan bîhaber hâlde
aynı sorunu klonlamaya devam etmektedirler.
Tam tersi örneklere rastlamak da mümkündür. Gurbette sadece birkaç
sene çalışarak belli bir birikime ulaşıp geri dönmeyi planlayanlar, bunun gerçekleşmemesinin
ardından yaşadıkları travmayı bir türlü aşamamışlardır. Ne istedikleri kadar
para biriktirebilmişler, ne de geri dönmeyi becerebilmişlerdir. Belki de işin
en ilginç tarafı, bu travmanın adeta salgın hastalık gibi nesiller arasında
dolaşımda olmasıdır. Anne babasının kesin dönüş hayâlleri arasında sıkışıp
kalan gençler, farkında olmasalar bile aynı hayâlin peşine düşmekten
kendilerini alamaz oluyorlar. Bütün bu yaşananlar bir kısır döngü olarak ezer, kırar,
savurur, gurbet içinde gurbete düşürür yürekleri.
Farkında olmak
Bedeni burada, aklı memlekette olan insanlar tam bir acziyet içinde
kalmışlar. “İyi niyet” ile paketlenmiş bazı klişe davranışlar, yıkıcılığını
seneler sonra bile açıkça göstermekte. Arafta kalmış yürekler, başta en
sevdikleri olmak üzere bütün tanıdıklarını aynı karanlık dehlizlere sürüklemeye
devam etmektedirler. Gözümüzün önünde cereyan eden bazı olaylar sessiz kalınamayacak
kadar açıktır. Düşünmeye ve akletmeye gayret eden her bir birey, olayın
vahametinin farkında olup hissesine düşen sorumluluğun derdine düşmek durumundadır.
Farkında olmanın yeterli olmadığı ve sadece bir başlangıç olduğu da elbette unutulmamalıdır.
Özellikle erkeklerde çalışma hayatının rekabeti ve geçim
sıkıntısının çilesi adeta gözle görünebilecek kadar bariz bir yılgınlığa sebep
olmakta. Avrupa’nın durağan ve risk analizleri yapılarak arındırılmış sakin hayatlarında
sessiz, renksiz, yalnız ve sanki soluksuz kalmışlar. Gençlerde birçok şeyi hızlıca,
derinlemesine düşünüp istişare etmeden, kısadan, en önemlisi de istedikleri
gibi hâllediverme refleksi önü alınamaz hâle doğru gitmekte. Genç hanımefendilerse
genel olarak bu istikametten nasiplenseler bile, izledikleri film ve dizilerde canlandırılan
hayatların hayâlleriyle fark edilmeyen sarhoşluklarda gezinmekteler. Oysa küçük
dünyalarında kendilerini bile anlamaktan aciz kalabalıklar, sadece hayâl olarak
kalmaya mahkûmdurlar.
“Kendi özüne uzak düşüp (yaşadığı topluma uyum sağlamak adına)
kimliğinden tamamen vazgeçmiş bir grup” ile “kendini ve değerlerini muhafaza
etmek adına bulunduğu zamanın ve ülkenin bütün yenilik ve imkânlarından uzak kalmış
bir grup” olarak geldiğimiz şu noktada insanlar iki farklı sınıfa ayrılmışlardır.
Hangisinin daha az zararda olduğu, bırakın tartışıladursun, günümüze kadar ulaşan
izdüşümleri açısından durumun açıklanabilmesi dahi zor görünmektedir.
İfrat ve tefrit arasında hızlı geçişler ve geri dönüşü mümkün
görünmeyen kayboluşlar bizi yok etmeden uyanmak zorundayız!
Kendi zindanından kurtulmanın yolunu arayanlara selam ve dua ile…