CHP’den bir garip kurultay daha!

Kılıçdaroğlu, “Türkiye Cumhuriyeti hükûmetleri 79 yılda 714 milyar dolar harcamış, 18 yılda AK Parti’nin harcadığı miktar 2 trilyon 400 milyar Amerikan doları… Bu parayla Karakaya Barajı mı yapıldı?” diye sorarken son 18 yılda yapılan altyapı, ar-ge ve savunma sanayii yatırımlarını, geçmiş dönem borçlarını, yapılan yüzlerce barajı, turizm teşviklerini, millî eğitim yatırımlarını bilmeyecek kadar câhil olduğunu mu anlatmak istemiştir?

YERİ geldikçe tartışılır Siyâsî Partiler Kanunu. Tartışanlarsa genellikle parti içi muhalefetten umduğunu bulamayanlardır. Zira bugünkü kanunların izin verdiği sistem, partilerde seçimle başkan değişikliğine izin verecek bir yapıda değil. Bu, AK Parti için de böyle, MHP için de, CHP için de… O yüzden parti içi muhalefeti sonuca ulaştırma imkânı bulamayanlar, ayrılıp yeni partiler kuruyorlar.

CHP bu konuda diğer partilere kıyasla daha bir istisna gibi duruyor.

CHP’de genel başkan ya da parti politikalarına karşı çıkan, kurultaylarda genel başkanlığa aday olan çokça isim hatırlıyoruz. Bu isimler partilerinden ne kadar şikâyetçi olurlarsa olsunlar, yeni bir parti kurma hevesine kapılmıyorlar. Muhalif olarak yaşasalar da CHP’de kalmayı tercih ediyorlar. Tabiî bunun tercih mi, yoksa zorunluluk mu olduğu tartışılabilir. Seçmenin ancak dörtte birinin oyunu alabilen bir siyâsî görüşün ikinci bir partiyi kaldıramayacağı kolay bir matematik hesabıdır!

Buna göre CHP doğurgan bir parti olsa, hem mevcût parti erir, hem de yenilerin sayısal bir hükmü olamaz.

Hâl böyle olunca her kurultay öncesi farklı genel başkan adayları çıkıyor ortaya. Ve CHP’liler, “Bakın, biz ne kadar demokratik bir partiyiz” diye gururla anlatıyorlar bunu her plâtformda. Ama durum gerçekten bu kadar demokratik değil elbette…

Hafta sonu yapılan kurultaydan önce çıkan taze adaylar, adaylıklarını açıkladıkları günden beri CHP’nin delege seçimiyle ilgili antidemokratik uygulamalardan dert yandılar. Bir bakıma, “Kazanamayız ama…” diyerek girdiler seçime. Neydi onları bu kadar umutsuzluğa iten uygulamalar?

Öncelikle il başkanlıkları seçimle değil, atamayla belirlenmişti. Ve kurultay delegeleri, atamayla gelen il başkanlarının belirlediği isimlerden oluşuyordu. Bir diğer konu da, pandemi koşullarına uymak bahanesiyle kurultay salonuna alınacak partililerin sınırlandırılması oldu. Seçim delegesi dışında kimse giremedi salona. Böylelikle kulis imkânları sınırlı kaldı. Sonuçta, adayların hiçbiri yeterli imzayı toplayamayıp yarış dışı kaldılar.

Kılıçdaroğlu da zaten çok rahat girdiği kurultaydan geçerli oyların tamamını alarak bir kez daha Genel Başkan olarak ayrıldı. Seçime bile giremeyen adayların, mafyavâri yöntemlerle delegelerin imzalarının engellendiği iddiaları ise bir günlük gündem olmaktan öteye geçemeyecek cılızlıktaydı…

Durum neredeyse bütün partilerde aynı iken, bu anti-demokratik delege sistemi yüzünden CHP’yi eleştirecek değiliz elbette. Ancak, “Partilerin hedefleri de genel başkanlık mâkâmının işgali ile doğru orantılı olmalı” diye düşünüyorum. Siz partinizi nereye taşıma hedefiyle başkanlık koltuğuna oturuyor ve bu hedefi ne kadar tutturabiliyorsanız, o kadar başarılı kabul edilebilirsiniz. Eğer başarılı değilseniz, seçmenin heyecanını yükseltecek başka bir adayın önünü delegeyle kapatmak ne etik, ne demokratik bir yöntem olabilir.

İşte CHP’de yapılan tam da budur! Artık ne Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşünün, ne de kurultayda bir saat boyunca ağzından düşürmediği demokrasinin bir anlamı kalmıştır.

AK Parti’de genel başkanlık tartışması yapılmaması, kurulduğundan beri iktidar olmasındandır. MHP’de milliyetçi tabanı tatmin eden politikalar oy olarak yansımasa bile durum, Bahçeli’nin başarısı olarak görülmektedir. CHP ise stabil kalmayı başarı olarak kabul ediyor olmalı ki lider değişikliğine gitmiyor.

Son kurultaya biraz daha güçlü girdi aslında Kılıçdaroğlu. Zira CHP seçmeni, 31 Mart Yerel Seçimleri’ni bir başarı olarak görmeyi sürdürüyor. Bu sayısal başarıyı siyasal başarı olarak görme eğilimi o kadar kanıksanmış ki kurultay konuşmasında, “Ortaklarımızla iktidara yürüyoruz” demekten çekinmiyor. Bu ifade ile CHP, bir siyâsî parti hüviyetinden çıkıp, siyâsî organizatörlüğe soyunduğunu ikrar etmiş oldu.

Evet, seçim organizasyonu iyi yapılmış, asla bir araya gelemeyecekleri milliyetçi ve İslâmî kimliğe sahip partilerle resmî ortaklık yapılmış, o milliyetçi ve İslâmî tabanı olan partiler gayr-ı resmî ortak HDP’ye râzı edilmişlerdir. Bunu, kendi siyasî programları etrafında değil, Erdoğan düşmanlığı ile becerebilmiş olmaları da siyaset tarihi açısından önemli bir başarıdır.

Ancak bu başarı, birçok kimsenin dediği gibi, seçmenin rızâsı ile değil, cehaleti ile gelmiştir. Zira HDP ile oluşturulan organik bağ, hâlâ ne CHP, ne İyi Parti, ne de SP seçmeni tarafından kabul edilmiştir.

Bütün bir kurultay boyunca AK Parti’yi eleştiren Kılıçdaroğlu, iktidar olmak için Millet İttifakı dışında bir çözüm üretmeden konuşmasını tamamladı. En azından bu ittifakı Gelecek ve Deva ile güçlendireceğini iddia edebilirdi, onu bile yapmadı. Sonunda da kendisine oy veren delegeye teşekkür ederek altıncı defa Genel Başkan seçildi.

Velhâsıl, “AK Parti için daha iyisi olamaz” denilen başkan, yerinde duruyor!

Kurultay konuşmasından aklıma takılan birkaç soru

Kılıçdaroğlu, “Genel başkan seçilirsem” diye başladığı cümleyi kurarken, tek aday olduğunu fark etmedi mi?

Kılıçdaroğlu, kurultay konuşmasında, “TBMM’nin açılışın yüzüncü yılında yapılan bu kurultay, yüz yılı geride bırakan ve önümüzdeki yüzyıla açılan bir kurultaydır” derken, partisinin 1923’te kurulduğunu unutmuş mudur?

“Bu kurultay, bizi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yüzüncü yılına yani 2023’e taşıyacak olan kurultaydır” derken, iki yılda bir kurultay yapma zorunluluğu olduğundan haberdar değil midir?

Hapisteki gazetecileri, Kavala’yı, vekillikleri düşürülüp tutuklananları ve sonunda Demirtaş’ı örnek gösterip, “Saray ne isterse hâkimler o kararı veriyor” derken, kendi tazminat dâvâlarının bir kısmı kazanmasını, yakın tarihte Urla Belediye Başkanı’nın tahliye olmasını, Kavala’nın Gezi Dâvâsı’ndan beraat etmiş olmasını Erdoğan’ın istediğini mi söylemek istemiştir?

“Türkiye Cumhuriyeti hükûmetleri 79 yılda 714 milyar dolar harcamış, 18 yılda AK Parti’nin harcadığı miktar 2 trilyon 400 milyar Amerikan doları… Bu parayla Karakaya Barajı mı yapıldı?” diye sorarken son 18 yılda yapılan altyapı, ar-ge ve savunma sanayii yatırımlarını, geçmiş dönem borçlarını, yapılan yüzlerce barajı, turizm teşviklerini, millî eğitim yatırımlarını bilmeyecek kadar câhil olduğunu mu anlatmak istemiştir?

Ve Kılıçdaroğlu, her fırsatta Osmanlı’yı reddeden, Fatih’in mîrası Ayasofya Camii’nin açılışını bile hazmedemeyen bir siyasal yapının başkanı sıfatıyla Süleyman Şah Türbesi’nin taşınmasının hesabını sorarak kendisiyle çeliştiğini fark etmemiş midir?