YERİ geldikçe
tartışılır Siyâsî Partiler Kanunu. Tartışanlarsa genellikle parti içi
muhalefetten umduğunu bulamayanlardır. Zira bugünkü kanunların izin verdiği
sistem, partilerde seçimle başkan değişikliğine izin verecek bir yapıda değil.
Bu, AK Parti için de böyle, MHP için de, CHP için de… O yüzden parti içi
muhalefeti sonuca ulaştırma imkânı bulamayanlar, ayrılıp yeni partiler
kuruyorlar.
CHP
bu konuda diğer partilere kıyasla daha bir istisna gibi duruyor.
CHP’de
genel başkan ya da parti politikalarına karşı çıkan, kurultaylarda genel
başkanlığa aday olan çokça isim hatırlıyoruz. Bu isimler partilerinden ne kadar
şikâyetçi olurlarsa olsunlar, yeni bir parti kurma hevesine kapılmıyorlar.
Muhalif olarak yaşasalar da CHP’de kalmayı tercih ediyorlar. Tabiî bunun tercih
mi, yoksa zorunluluk mu olduğu tartışılabilir. Seçmenin ancak dörtte birinin
oyunu alabilen bir siyâsî görüşün ikinci bir partiyi kaldıramayacağı kolay bir
matematik hesabıdır!
Buna
göre CHP doğurgan bir parti olsa, hem mevcût parti erir, hem de yenilerin sayısal
bir hükmü olamaz.
Hâl
böyle olunca her kurultay öncesi farklı genel başkan adayları çıkıyor ortaya.
Ve CHP’liler, “Bakın, biz ne kadar
demokratik bir partiyiz” diye gururla anlatıyorlar bunu her plâtformda. Ama
durum gerçekten bu kadar demokratik değil elbette…
Hafta
sonu yapılan kurultaydan önce çıkan taze adaylar, adaylıklarını açıkladıkları
günden beri CHP’nin delege seçimiyle ilgili antidemokratik uygulamalardan dert
yandılar. Bir bakıma, “Kazanamayız ama…”
diyerek girdiler seçime. Neydi onları bu kadar umutsuzluğa iten uygulamalar?
Öncelikle
il başkanlıkları seçimle değil, atamayla belirlenmişti. Ve kurultay delegeleri,
atamayla gelen il başkanlarının belirlediği isimlerden oluşuyordu. Bir diğer
konu da, pandemi koşullarına uymak bahanesiyle kurultay salonuna alınacak
partililerin sınırlandırılması oldu. Seçim delegesi dışında kimse giremedi
salona. Böylelikle kulis imkânları sınırlı kaldı. Sonuçta, adayların hiçbiri
yeterli imzayı toplayamayıp yarış dışı kaldılar.
Kılıçdaroğlu
da zaten çok rahat girdiği kurultaydan geçerli oyların tamamını alarak bir kez
daha Genel Başkan olarak ayrıldı. Seçime bile giremeyen adayların, mafyavâri
yöntemlerle delegelerin imzalarının engellendiği iddiaları ise bir günlük
gündem olmaktan öteye geçemeyecek cılızlıktaydı…
Durum
neredeyse bütün partilerde aynı iken, bu anti-demokratik delege sistemi
yüzünden CHP’yi eleştirecek değiliz elbette. Ancak, “Partilerin hedefleri de genel başkanlık mâkâmının işgali ile doğru
orantılı olmalı” diye düşünüyorum. Siz partinizi nereye taşıma hedefiyle
başkanlık koltuğuna oturuyor ve bu hedefi ne kadar tutturabiliyorsanız, o kadar
başarılı kabul edilebilirsiniz. Eğer başarılı değilseniz, seçmenin heyecanını
yükseltecek başka bir adayın önünü delegeyle kapatmak ne etik, ne demokratik
bir yöntem olabilir.
İşte
CHP’de yapılan tam da budur! Artık ne Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşünün, ne
de kurultayda bir saat boyunca ağzından düşürmediği demokrasinin bir anlamı kalmıştır.
AK
Parti’de genel başkanlık tartışması yapılmaması, kurulduğundan beri iktidar
olmasındandır. MHP’de milliyetçi tabanı tatmin eden politikalar oy olarak
yansımasa bile durum, Bahçeli’nin başarısı olarak görülmektedir. CHP ise stabil
kalmayı başarı olarak kabul ediyor olmalı ki lider değişikliğine gitmiyor.
Son
kurultaya biraz daha güçlü girdi aslında Kılıçdaroğlu. Zira CHP seçmeni, 31
Mart Yerel Seçimleri’ni bir başarı olarak görmeyi sürdürüyor. Bu sayısal
başarıyı siyasal başarı olarak görme eğilimi o kadar kanıksanmış ki kurultay
konuşmasında, “Ortaklarımızla iktidara
yürüyoruz” demekten çekinmiyor. Bu ifade ile CHP, bir siyâsî parti
hüviyetinden çıkıp, siyâsî organizatörlüğe soyunduğunu ikrar etmiş oldu.
Evet,
seçim organizasyonu iyi yapılmış, asla bir araya gelemeyecekleri milliyetçi ve
İslâmî kimliğe sahip partilerle resmî ortaklık yapılmış, o milliyetçi ve İslâmî
tabanı olan partiler gayr-ı resmî ortak HDP’ye râzı edilmişlerdir. Bunu, kendi
siyasî programları etrafında değil, Erdoğan düşmanlığı ile becerebilmiş olmaları
da siyaset tarihi açısından önemli bir başarıdır.
Ancak
bu başarı, birçok kimsenin dediği gibi, seçmenin rızâsı ile değil, cehaleti ile
gelmiştir. Zira HDP ile oluşturulan organik bağ, hâlâ ne CHP, ne İyi Parti, ne
de SP seçmeni tarafından kabul edilmiştir.
Bütün
bir kurultay boyunca AK Parti’yi eleştiren Kılıçdaroğlu, iktidar olmak için
Millet İttifakı dışında bir çözüm üretmeden konuşmasını tamamladı. En azından
bu ittifakı Gelecek ve Deva ile güçlendireceğini iddia edebilirdi, onu bile
yapmadı. Sonunda da kendisine oy veren delegeye teşekkür ederek altıncı defa
Genel Başkan seçildi.
Velhâsıl,
“AK Parti için daha iyisi olamaz”
denilen başkan, yerinde duruyor!
Kurultay
konuşmasından aklıma takılan birkaç soru
Kılıçdaroğlu,
“Genel başkan seçilirsem” diye başladığı cümleyi kurarken, tek aday olduğunu
fark etmedi mi?
Kılıçdaroğlu,
kurultay konuşmasında, “TBMM’nin açılışın
yüzüncü yılında yapılan bu kurultay, yüz yılı geride bırakan ve önümüzdeki
yüzyıla açılan bir kurultaydır” derken, partisinin 1923’te kurulduğunu
unutmuş mudur?
“Bu kurultay, bizi
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yüzüncü yılına yani 2023’e taşıyacak olan
kurultaydır”
derken, iki yılda bir kurultay yapma zorunluluğu olduğundan haberdar değil
midir?
Hapisteki
gazetecileri, Kavala’yı, vekillikleri düşürülüp tutuklananları ve sonunda
Demirtaş’ı örnek gösterip, “Saray ne
isterse hâkimler o kararı veriyor” derken, kendi tazminat dâvâlarının bir
kısmı kazanmasını, yakın tarihte Urla Belediye Başkanı’nın tahliye olmasını,
Kavala’nın Gezi Dâvâsı’ndan beraat etmiş olmasını Erdoğan’ın istediğini mi
söylemek istemiştir?
“Türkiye
Cumhuriyeti hükûmetleri 79 yılda 714 milyar dolar harcamış, 18 yılda AK
Parti’nin harcadığı miktar 2 trilyon 400 milyar Amerikan doları… Bu parayla
Karakaya Barajı mı yapıldı?” diye sorarken son 18 yılda yapılan
altyapı, ar-ge ve savunma sanayii yatırımlarını, geçmiş dönem borçlarını,
yapılan yüzlerce barajı, turizm teşviklerini, millî eğitim yatırımlarını bilmeyecek
kadar câhil olduğunu mu anlatmak istemiştir?
Ve Kılıçdaroğlu, her fırsatta Osmanlı’yı reddeden, Fatih’in mîrası Ayasofya Camii’nin açılışını bile hazmedemeyen bir siyasal yapının başkanı sıfatıyla Süleyman Şah Türbesi’nin taşınmasının hesabını sorarak kendisiyle çeliştiğini fark etmemiş midir?