Cemadat ve kafes

Çağın Müslümanları, “kütüphane aklı ile dünyaya seslenen” ve “an”sızlık indeksli “geçmişten gösterme” kültü içinde “klasiklerden alıntı” yapmayı “fikir” sanmaktadırlar. Bu nedenle de “kimlik” derken kastettiği, “geçmişte/yaşanmış bir şeye bağlı kalmak” olmaktadır.

DÜNYA görüşüne sahip olmak için "dünya" farkındalığı ve ilgisi gerekir. Öncekilerin dünyada iken yapıp ettiklerini konuşmak ve/veya onların hafızası ile dünyayı algılamakla "dünya görüşü" oluşmaz. Bu nedenle tek başına klasik eserleri okumak ve alıntılamak sayesinde bir görüş gelişemeyeceği gibi, bir dünya görüşü de ihdas edilemez. Belki bir "dünyalı görgüsü" oluşabilir. Bu nedenle yaşadığı an ve mekân üzere dünyayı okuyamayanlar, sürekli zihinler(in)de kurguladıkları/uydurdukları/sandıkları "başka bir dünyada" yaşayıp ölme riskindedirler.

Bu bağlamda, çağımızdaki "Müslüman" algı seçiciliğinde ve "fikir" adı altında en belirgin "başlangıç" noktası, insanı dünyadan, dolayısıyla hayattan kopararak, onu "zihinlerde dönen bir hayat"a mahkûm etmek olabilmekte ve de Müslümanların dünyaya sunabildikleri “görüş” olarak ortaya konulan ezici/baskın düşünce, yaşanmışlıkların dünyasında "Bir zamanlar biz…" serenadından ibaret kalabilmektedir.

Bir başka vurguyla söylersek… Çağın Müslümanları, "kütüphane aklı ile dünyaya seslenen" ve "an"sızlık indeksli "geçmişten gösterme" kültü içinde "klasiklerden alıntı" yapmayı "fikir" sanmaktadırlar. Bu nedenle de "kimlik" derken kastettiği, "geçmişte/yaşanmış bir şeye bağlı kalmak" olmaktadır.

Kuşkusuz “geçmiş” ve “klasikler”, çok ama çok önemli bir etkide “hafıza” ve “ders” katkısına sahiptirler. Ancak hafıza ve ders etkisi başka bir şeydir, zihnin “an” ve “yarın” arasındaki özgür ve de özgün kader çizgisinde “hayat kurmak” ise bambaşka bir şey.

Nitekim bedenen dünyada olan Müslümanların birey-grup-cemaat-ülke olarak farklı geçmişlerde yaşayıp ölmekte olması, tevhide ulaşmayı ertelediği gibi, zaman-mekân kültürü açısından da bütünleşik olmayı engellemektedir.

Yaşarken veya yaşananlara dair fikri olmayan ve her yaşanan için yaşanmışlıklardan zikir-hatırlatma yapan zihinsel sürece "dünya görüşü" denmez, denemez. Kimlik ise, sahip olunan görüşe ait "duruş ve davranış"tır. Duruş ve davranış ise “geçmiş” değil, “bugün” ile ilgilidir.

Görüş yoksa kimlik olmayacağından, mezhep-meşrep-cemaat adı altındaki kümelenmeler, hayattan çekilişi kutsayan, bunu "feda" olmak sanan, sayan ve özünde  tüm bunları "fena" olmanın hâli diye öven bir “kült” ile sonuçlanmaktadırlar. Bunun adını "fenafillah" bile koyan akımlar çıkabilmektedir.

Oysa “an” üzere olmayan din, zaten hayat değildir. Çağımızda Müslümanlığı "hayattan çekilmeye çağrı" kutsallığına mahkûm eden anlayış ve örgütlenmeler çoğalmıştır. Öyle ki, hayata davet eden her şeyi suçlayan ve gerekirse şiddete başvuran “egemenist” dindarlık yaygınlaştırılmak istenmektedir.

İnsana verilmiş tüm meleke ve yetenekleri özgürleştirmek için insan ve bugün arasındaki etkileşim yüzdeliğini çoğaltmak gerekir. Bedenen ve hatta yaşam tarzı olarak bugün içinde kalmak, fakat dil ve kurgu olarak bugünü reddetme vaazları vermek, sadece çelişki değil, aynı zamanda görüş krizi anlamına gelmektedir. Nitekim “öncekilerin görüşünü bugüne telkin etmek” şeklinde tercih edilen ve bunun adını (tuhaf ama) “tarih bilinci” ve “gelenek” koyan zihniyetler, sadece modernite karşısında kaybetmediler, aynı zamanda kendi öz kaynaklarını da kaybettiler. Hatta bu kaybın bile farkındalığını perdeleyen “Cemaatler, tarikatlar düşerse Ehl-i Sünnet düşer!” veya “Buharî çökerse İslâm çöker” gibi anlamsız ama bağlamsız olmayan refleksler gösterebilmektedirler.

Ehl-i Sünnet, Buharî ve cemaat duyarlılığını bu formda sunmak, özü itibariyle bu kavramlarla da ilişkilendirilemez. Çünkü İslâm’ın aslî unsurları olmayan ve vahyin bütünleşik kodları içinde bulunmayan kavramlara bu ölçekte misyon yüklemek, hem kavramları çarpıtmak, hem de birçok sapkın görüşü bu şemsiyeler altında toplama riski taşımaktadır.

Nitekim İslâm ölçüsünden bakıldığında oldukça sorunlu ve sapkın görülecek akımların bu kavramları maske olarak kullandıklarını, hatta önce İslâm’ı bu kavramlarla özdeşleştirme gayretine girdiklerini, daha sonra da bu kavramlara olan yakınlaşmayı “İslâm’ın özü biziz!” etiketiyle bir meşrulaşma çabasına dönüştürdüklerini tespit etmekteyiz.

“Görüş” kavramı içindeki “görüş beyan etmek” zenginliğine bile “Hâddini bil, alıntı yap, en fazla şerh et!” diye saldırarak bir “nakil-alıntı çiti” kuran örgütlenmelerin zamanla “Kim dindar, kim Müslüman?” çetelesi tutan ve kamusal alanda “ilanlar asan dincilik” düzeyine geldiklerini gözlemlemekteyiz.

Aklı, bedeni, kalbi ve hatta rüyayı bile özgürleştiren “akleden insan” yerine, “Bağlan, itaat et, feda et, teslim ol!” çağrılarından oluşan “nakleden insan” projesini yaymak, iki ihtimâle işaret etmektedir: Egemenist dindarlık ve politik dindarlık...

“Özgürleştiren İslâm mı, egemenist dindarlık mı?” sorunsalı, artık eğitim-öğretim şuurunun kaçılamayacak bir yüzleşmesidir. Aksi hâlde, yüz bulan “cemaat/tarikat” etiketli dünyevîleşme şehvetini uhrevî tütsü ile örten, geçmişte yaşayan ve yaşatan kültler hayatımızı işgal edeceklerdir. Tankın önüne bedenini koyan irade, bu kültlerin önüne aklını koymak durumundadır. Aksi hâlde “mumyalanmış din” müzesine mahkûm edilmiş bir İslâm dili yaygınlaşacaktır.