Celekız “Saliha”

Ahmet Efendi murâdına ermişti ermesine de onu herkesten kıskanır hâle gelmişti. Lüzumu olmadıkça onu sağlığında dışarıya çıkarmıyor, ya bizzat kendisiyle ya da baldızlarıyla çıkmasına izin veriyordu. Caiz olsa, cenazesini bile kimselere taşıtmak istemiyordu. Arkasından gözyaşı dökerken bir de duada bulunuyordu: “Allah’ım, aramızı açma, tez zamanda bizi kavuştur!”

İKİ oda, bir salondan oluşan kerpiç evdeki yedi kızın tam ortasındaydı; kendinden büyük üç ablası, kendinden küçük de üç kız kardeşi vardı…

Büyük ablası Kamile daha çocukken annesini kaybettiğinden olacak, kendisi gibi öksüz kalan üç yaşındaki Saliha’ya kol kanat gererek bir nevi annelik yapıyordu. Tâ ki Cemile ve annesi Zahide’den sonra eve üçüncü hanım olarak giren Seher Sultan’a kadar… O, tüm kızlara annelik ediyordu.

Kız kardeşlere zamanla Dursun, Kadir, Ahmet, Mustafa ve Ö. Faruk adında beş erkek kardeş daha katıldı. Giderek kalabalıklaşan evden önce Kamile, ardından İsminur, en sonunda da Balkız, gelin olarak çıkmıştı…

Kızlar, en çok güz mevsimini seviyorlardı. Çünkü anne ve babaları kışlık zahire hazırlığı için Sulu’ya gidiyor, den ve bulgur kaynatıyor, unluk buğdaylarını da tamamlayıp öyle dönüyorlardı.

Saliha serpilmiş, evdeki kızların kıdemlisi olmuştu. Etrafındaki akranları: Amcakızları Nemide ile Saadet, küçük teyzesi Fatma, komşuları Felek Hanım’ın kızı Güllü, kız kardeşleri Yüksel, Songül ve Şükran…

Kızlar babalarının yokluğunda, birbirlerine “sıranın kimde olduğunu” soruyorlardı. Herkesin gözü bir anda Saliha’ya çevrilmişti. Kızların bakışları altında utangaç moda girip tebessüm etmesiyle birlikte, geceye yeni yakılmış bir kandil eklendi âdeta. Bembeyaz çehresi genişleyip ay parçasına döndü, yanakları al al oldu.

Aradan birkaç gün geçmemişti ki Abidin Efendi ile Seher Sultan, Sulu’dan dönmüşlerdi. Onların döndüğü haberini alan Vahide Halası, taş dibeğin başında den dövmekte olan annesiyle babasının yanına sokuldu ve kendi aralarında kısık sesle konuşmaya başladılar. Saliha huylanmıştı ama işin rengi akşam sofrasında belirginleşecekti. Yeşil mercimekli, bol sadeyağlı bulgur pilavının üzerine serilen közde pişmiş balıklara son kez kaşık daldıran baba, kendi bağlarından toplanan siyah gileli Erciş üzümünü eline alarak sırtını duvara verir vermez şöyle dedi: “Kızım, bugün halan geldi!”

Annesinin kalbi, sözü nereye dayandıracağını hissetmiş olacak ki dışarı fırlayacakmış gibi atmaya başladı. Devam etti annesi: “Halan, seni komşuları Ahmet’e istiyor. Adam namuslu niyazlı… Sebze halinde de bakkalı varmış…”

Cevap vermedi. İstese de veremezdi zaten. Bilirdi ki, babası kendisine çok düşkün. “O münasip görürse, vardır bir hikmeti” anlamını taşıyordu suskunluğu. O günden sonra halasını sıklıkla görmeye başlamıştı. Her ne kadar istemese de Abidin Efendi, ablasına da “Hayır, olmaz!” diyemiyordu. Sonunda bir akşam, elçiler arasında çıkageldi halası. “Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle” diye başlayan sözü işittiğinde, eyvandaki ispirto ocağında kahve köpürtmekle meşguldü. Yanakları her zamankinden daha fazla kızarmıştı.

Nişanlıyken en nadide danteller, rengârenk boncuklar ve inciler, kız kardeşler aracılığıyla Saliha’ya ulaştırılıyor, dut ağacının altında saklanan enişteye “şükran” kabilinden bir bakış atması için gizliden gizliye ön balkona çıkartılıyordu.

Kar yağmasa da, Şubat soğuğu, duvar diplerindeki karları cemreye ulaştıracak cinstendi.  Komşuları muhabere memuru Fahri Efendi’nin eşi Nezaket Hanım, doğal güzelliği olan Saliha’yı tahta sandalyeye oturtup uzun ve kıvrık saçlarının arasından kemik tarağı geçirirken de, al yanaklarına allık vururken de utanıyor, başını öğe eğiyordu.

“Baco’nun kızı”

Baba evinden çıkarken, üzerinde cibin kanatlı, buz mavisi gelinliği vardı ve annesi Seher Sultan imzası taşıyordu. Uzun süre zeyi kaldığından, adı “Baco’nun kızı” olarak anılmaya başlamıştı ama Kâmile ile İsminur Ablası İzmir’de, Balkız Ablası ise Kasımbağı’nda olduğu için kırmızı duvağın altından üç ablasını da göremedi.

Zeliha Hanım, güzeller güzeli gelinini davul zurna eşliğinde karşıladı ve Kur’ân’la, duayla oğlunun evine bıraktı…

Ne giyerse giysin, kendisine yakışıyordu. Nişanlılıktan kalma oyalı tülbentlerini ütülemeden başını örtmez, mutlak sûretle entarisine uydururdu. Beyaz, mavi ve kahverengi tonlar favorileri arsında yer alıyordu.

O, acı çekerken hayata gülen ender isimlerden biriydi. Kayınbiraderi Sait Bey’in hanımı hamileydi ve herkes onun aynı avluya nur topu gibi bir evlât katacağını bekliyordu. Ama öyle olmadı! Huriye Hanım, doğum sırasında aşırı kan kaybından dolayı bebeği ile birlikte hayata veda etmişti. Bu drama gözyaşı dökenler arasında başı çeken isimdi. Zira birbirleriyle rekabet etmiyor, tam tersine birbirlerinde sevgi biriktiriyorlardı.

Ahmet Efendi, radyodan ajans ve türkü dinlemeyi çok severdi. Öyle ki, adını koyduğu oğlu Zeki her ağladığında, radyoyu kulağına yaklaştırarak onu susturmayı başarıyordu.

Büyük kızını istemeye geldiklerinde, “Yaşı küçük!” diyecek oldu ama yeğenine ses çıkaramadı. Kendi çeyizinden bir kırlent hediye edip belindeki kuşağı da oğluna bağlatarak dualarla uğurladı kızını.

İki katlı yığma ev, bir oda, bir salondu. O küçük eve dördü kız, dördü erkek, tam sekiz çocuk ile sayısız hatıra sığdırmayı başarmıştı. “Artık daha büyük bir eve geçmenin zamanı geldi!” diyen Ahmet Efendi, bağlıkta bir ev yapma fikrini ortaya attığında eşinin sevineceğini düşünmüştü. Ancak, “Dünyada ve büyük bir evde gözüm yok ama öldüğümde taziyeme gelenler rahat etsin, güzel ağırlansın” talebiyle karşılaşınca yanıldığını anladı. Fakat bu isteği yerine getirmek için bakkal dükkânı ile payına düşen babadan kalma arsayı satarak harekete geçti.

Baba ve oğullarının yanı sıra damadı Mustafa’nın da yardımıyla ev bitmiş, sıra taşınmaya gelmişti. 15 Temmuz günü, yeni eve girer girmez gözleri nemlenmişti. Önce hâkim olan badana kokusunu içine çekti, sonra da eşyaları yerleştirmeye başladı…

6 Ekim 1988

Güzdü sevdiği mevsim. Günlerden Perşembe idi ve dışarıda yağmur yağıyordu. Yanaklardan evvel toprak ıslanmıştı. İçeride ise kızı Nargül’ün özene bezene yer sofrasında hazırladığı kahvaltı… Anne baba karşılıklı oturmuş, aralarına da irili ufaklı yaşlardaki Mehmet, Zeki, Zeynep ve Yusuf isimli çocukları dizilmişti. Mütebessimdi. Bu, güleç yüzünden dünyaya ve dünyalılara son bakışıydı. Elindeki çay bardağı henüz yarıya gelmemişti ki son bir çabayla tepsiye bırakıp sofranın etrafına dizili yün minderlerin üzerine yığılıverdi. Sofradakiler kimin ya da kimlerin figân ettiğini anlamadı ama koro hâlinde “Anne!” diye bağırdılar. Nefes alıp vermede zorluk yaşıyordu.  Babaları ilerleyen yaşına rağmen, “son” bir umutla doktor getirmek üzere kendini dışarı atarken, körpe çocuklar ise genç annelerinin cansız bedeninin üzerine kapandılar.

Ölümün ne olduğuna dair hiçbir tecrübeleri yoktu. Bağrışmaya aynı bağ içindeki amcaları koştu. Giderek kalabalıklaşan salondakilerin taşıdığı umut, doktorun gelmesiyle birlikte yerini eleme ve gözyaşına bıraktı. O sımsıcak, sevgi dolu, merhamet sembolü annelerinin önce elleri, sonra yüzü soğumuştu, ancak gülümsemesi kaldığı yerden devam ediyordu.

Kelebek kanatlı

Teneşire uzatıp suyla buluşturduklarında, başucunda Asiye Hoca ile ona yardım eden anası Seher Hanım ve kızları vardı. Kefenlenme bitmiş, zaman sanki başa dönmüştü. Baba evinden gelinlikle çıkar gibiydi. Onu tabuta yerleştiren iki kişiden biri de kız kardeşi Şükran’dı ve onu anlatırken şöyle diyecekti: “Bir kelebek misâli hafiflemişti!”

Büyük oğlu Ferit, evin borcunu ödemek için on altı yaşında gittiği İstanbul’dan “Askerlik kâğıdın çıktı, acele gelmen gerekiyor” bahanesiyle çağrılsa da göğsüne düşen ateşi ancak mezarına kapanınca söndürecekti.

Ahmet Efendi murâdına ermişti ermesine de onu herkesten kıskanır hâle gelmişti. Lüzumu olmadıkça onu sağlığında dışarıya çıkarmıyor, ya bizzat kendisiyle ya da baldızlarıyla çıkmasına izin veriyordu. Caiz olsa, cenazesini bile kimselere taşıtmak istemiyordu. Arkasından gözyaşı dökerken bir de duada bulunuyordu: “Allah’ım, aramızı açma, tez zamanda bizi kavuştur!”

Doktorların 7 yıl önce, “Üç, bilemediniz altı ay ömrü kaldı” dediği Ahmet Efendi, bu duadan tam yedi ay sonra, iftarı müteakip akciğerlerini dünyaya bırakarak çok sevdiği eşine kavuştu.
Annesinin cenazesine katılamayan Ferit, babasının vefatında ise Samsun’da vatanî görevini yapmaktaydı. Etkilenmemesi için terhis oluncaya kadar kendisinden gizlendi bu haber.

Seyyid Muhammed Mezarlığı’nda yan yana defnedilen çiftin kucağına büyük oğulları Ferit ile gelinleri Arzu “Hasan, Merve, Hasan Basri ve Sümeyye” isimli çocuklarının melekleşen bedenlerini bırakırken, büyük kızları Melek ile damatları Mustafa “Dilek”, ortanca kızları Nargül ile damatları Numan “Yunus”, oğulları Mehmet ile gelinleri Ayşe de “Umut” isimli çocuklarını göndermişlerdi. Karı koca burada azalırken, ötede torunlarıyla çoğalmışlardı. Burada yürüyüp koşarken, oraya kanatlanarak gitmişlerdi.