Çekmece

Arabada gelirken nereden icap ettiğini bilmiyorum, sıradan bir eşya gibi değil de misafir gibi karşılanacağımı düşünmüştüm. Fakat benimle ilgilenmeyen Ayşe Hanım’ın tavrı beni hayâl kırıklığına uğrattı. Şu çekmece işi de olmasa neredeyse gereksiz bir eşya muamelesi görmek zoruma gitmişti doğrusu.

SATIN alındıktan sonra bir süre Ahmet Bey’in ofisinde yaşadım; tâ ki beni bir gün apar topar bir poşete tıkıştırıp arabanın bagajında eve getirene kadar…

Gidişimin nedenini öğrendiğimde ise hem kendi adıma, hem de patron adına çok üzülmüştüm. Hâlbuki beni ofise ilk getirdiğinde ne kadar sevinçliydi. Üstelik şefkatli ve gururluydu da… Bunu hareketlerinden, bana bakışından, bana dokunuşundan, benimle muhatap oluş şeklinden anlayabiliyordum. Sürekli patron koltuğunun arkasındaki dolabın üstünde açıkta dururdum. Yerim, manzaralı ve şahane bir yerdi. Bulunduğum konumdan İstanbul Boğazı’nın bir kısmını bile görebiliyordum.

Zaman zaman beni çaktırmadan, “Ben göstermiyorum ama siz görün” der gibi arkadaşlarına göstermeye çalıştığı bile olurdu. Bu benim anlayabileceğim bir durum değil ama insanoğlu işte, tevazu erdemini unutup içten içe gurur duyduğu hâlleri örfen ve dinen ayıp karşılansa bile illâ başkalarıyla paylaşmak istiyor. İnsanın rûhunda bu durumu tetikleyen, teşvik eden, harekete geçiren bir damar var galiba; bu damar daha erdemli tavırlarla takviye edilmezse, yaptığı her işi gösteriş için yapıyor olarak kalacak insan maalesef. Ahmet Bey’in özellikle arkadaşları geldiğinde beni hatırlaması, onda da bu bilinçaltının hâkim olduğunu düşündürüyordu bana.

Eve geldiğimde evin hanımı, Ahmet Bey’in eşi Ayşe Hanım, tıkıştırıldığım poşetten çıkarıp salondaki çekmecelerden birine yerleştirdiğinde açıldım; rahatlayıp biraz nefes aldım. Yeni yerim kapalı bir alandı ama olsun, poşette kalmaktan daha iyiydi. Rahat ve genişti. İstediğim gibi yayılabilirdim. Hoş, at koşturacak, top oynayacak hâlim yoktu ama yine de herkes ferah, geniş bir yaşam alanı olsun istiyor.

Arabada gelirken nereden icap ettiğini bilmiyorum, sıradan bir eşya gibi değil de misafir gibi karşılanacağımı düşünmüştüm. Fakat benimle ilgilenmeyen Ayşe Hanım’ın tavrı beni hayâl kırıklığına uğrattı. Şu çekmece işi de olmasa neredeyse gereksiz bir eşya muamelesi görmek zoruma gitmişti doğrusu.

Neden eve getirildiğimi o akşam Ayşe Hanım’ın sorusu üzerine Ahmet Bey’in verdiği cevaptan öğrendim. Meğer Ahmet Bey kendisine, daha doğrusu şirkete yeni bir ortak almıştı ve bu yeni ortağın beni ofiste görmek istemeyeceğini düşünmüştü. Üzülmüştüm, hem de çok… Siz olsanız üzülmez misiniz? Yıllardır birlikte olduğunuz, bütün sırlarına vâkıf olduğunuz, tüm yakarışlarına, hattâ gözyaşlarına şâhit olduğunuz biri, bir gün âniden size sormadan, fikrinizi almadan, yüzünüze bile bakmadan kulağınızdan tuttuğu gibi kapı dışarı ediyor. Ne uğruna, ne adına bagaja tıkıldığınızı düşünüyorsunuz ve ister istemez hem kendi adınıza, hem de size bu muameleyi lâyık gören adam adına üzülüyorsunuz.

Ofisten atılış sebebim ortaya çıktığında benimle birlikte Ayşe Hanım’ın da üzüldüğünü hissettim. İstenmeyen, hor görülmüş ve bulunduğu mekândan uzaklaştırılmış biri olarak, biraz da belki annelik duygusuyla fikrini değiştirip bana sahip çıkmak istemişti sanırım evin hanımı. Ayşe Hanım’ın üzgünlüğü ve bana sahip çıkma duygusu ikimizi doğal olarak birbirimize yaklaştırdı. O dakikadan sonra duygusal bir bağ oluştu aramızda. İlerleyen günlerde hanımefendinin gözdesi olmuştum diyebilirim. İhtiyaç hâsıl olduğunda ilk önce ben geliyordum aklına. Konu komşuya, misafirin karşısına da beni çıkarıyordu. Sevimli görüneyim diye olsa gerek, güzel kokular sürüp üstüme başıma süsler bile yaptı sonraları.

Ahmet Bey’in gaddarlığından sonra Ayşe Hanım’ın şefkatli, el üstünde tutan yaklaşımı bana çok iyi gelmişti. Bu evde çok güzel günler geçireceğimi düşünmeye başlamıştım. Öyle de oldu. Kendi adıma neşeli, keyifli, komik günler geçirmekle birlikte, zaman zaman şok olduğum, ev ahalisi adına üzüldüğüm zamanlar da olmadı değil.

Karı koca, biri kız ve diğeri erkek iki yetişkin çocuk, toplam dört kişiden oluşuyordu Ahmet Bey’in ailesi. Bir de birkaç ayda bir Ahmet Bey’in anne ve babası Hacı Süleyman amca ile Nazife teyze gelirdi ziyarete ve bir hafta kadar kaldıktan sonra dönerlerdi. Ha unutmadan söyleyeyim; sarı, kocaman kuyruklu, sert bakışlı, bakır rengi gözleriyle sevimli bir İran kedisi vardı bir de evde. Uzun tüyleri ve yere yakın bacaklarıyla sürünüyormuş gibi gezinirdi odalarda. Zamanla hepsiyle tanıştım ve hepsine alıştım.

Ayşe Hanım obez sayılabilecek derecede kilolu bir kadındı. Bu kilo fazlalığı kısa boyuyla da birleşince top gibi bir kadın olup çıkmıştı ve doğal olarak sağlık problemleri yaşıyordu. Bazen midesinden, bazen kalbinden ama daha çok dizlerindeki ağrılardan şikâyetle sık sık doktorların kapısını aşındırıyordu. Bir ara öyle sıklaşmıştı ki bu doktor meselesi, Ayşe Hanım öleceği vehmine kapılıp çocuklarına vasiyet yazdırmaya bile kalkışmış, tabiî çocukları ciddiye almamıştı. Üstelik “Dizleri ağrıdığı için kimse ölmedi bugüne kadar” diyerek dalga geçmişlerdi anneleriyle. Günümüzün çocukları işte, her şeyi bilen ukala ergenler! Sanırım günümüzde, her evde Seçil ve Mert benzeri birkaç tane var.

Evet, isimlerini söyledikten sonra hangisinin kız, hangisinin erkek olduğunu söylemem saçma olur, değil mi? Fakat kimin daha büyük olduğunu söyleyebilirim. Büyük olan Mert ve sadece on on beş dakika kadar… Evet, Ahmet Bey ile Ayşe Hanım’ın çocukları ikiz ve on dokuz yaşındalar.

Bana dokunuşundan sevinç duyduğum, keyif aldığım Ayşe Hanım, evde en çok sevdiğim ve muhatap olduğum kişiydi. Neşeli bir kadındı. Özellikle yalnız kaldığında şarkı söylemeye, televizyondaki oyun havalarına ayak uydurmaya çalıştığına şâhit olmuşluğum vardır. “Ayak uydurmak” dediğime bakmayın, ayaklarını yürürken bile zor hareket ettiren Ayşe Hanım, daha çok o kalın kollarını hafif kaldırıp (zaten sadece hafif kaldırabiliyordu) omuz hizasından oynatarak televizyondakilere eşlik etmeye çalışırdı. Dindardı da… Evde bulunduğu süre içinde eğilip kalkarken her defasında tık nefes olmasına rağmen namazlarını aksattığını hiç görmedim. Namaz konusundaki samimiyet ve içtenliği bana kadar yansıyordu. Evdekileri de bu konuda teşvik eden oydu ama çok üzülmesine rağmen sözünü pek dinleyen olmuyordu. Özellikle çocuklar, anneleri çok ısrar ederse, seccâdeyi alıp odalarına giderler, telefonlarıyla oynarlar, biraz sonra da kılmış gibi yaparak geri gelirlerdi. Bu duruma şâhit oldukça ben de kahroluyordum ama yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Yapabileceğim bir şey olsa, bu daha korkutucu olurdu sanırım, değil mi?

Dedim ya, neşeli bir kadındı Ayşe Hanım. Bir gün öğle namazı sonrası direkt kalkmak yerine sağa doğru yatıp top gibi yuvarlanmaya başladı. Odanın duvarına kadar gittikten sonra da bu defa sola, kapıya doğru yuvarlandı. Bunu neden yaptığını bir türlü anlayamamıştım ama ortaya çıkan manzara çok komikti. Aklıma geldikçe hâlâ gülüyorum.

Ahmet Bey’le, ben eve taşındıktan sonra çok karşılaşmadık. Ortağından mı etkilenmişti bilemiyorum ama o da artık beni görmek istemiyordu anlaşılan. “Karşılaşmak ister misin?” diye sorsanız, bu cevabın bana yakışmayacağını bile bile yine de “Hayır” derdim kuşkusuz. Çünkü birincisi; önce benimle gurur duyup sonra şartlar birazcık değişince benim yüklendiğim misyonu, mesajı savunamayan, bana saygı duymayan, sahip çıkmayan, üstelik kaçırırcasına ofisten atan adama Allah için kırgınlığım geçmeyecek. İkincisi; Ahmet Bey bana yaklaşıp nefesini yüzüme doğru bıraktığında, karısının ısrarlarına rağmen bir türlü bırakmadığı sigara kokusu yayılırdı ağzından ve her nefes verişinde o kokuyu hücrelerime kadar hissederdim. Bir midem olsaydı nefret ettiğim bu kokudan dolayı kesinlikle bulanır, her defasında oracığa kusardım. İşte bu nedenlerden dolayı Ahmet Bey’le yüz yüze gelmeyi hiç istemiyorum!

Mert ve Seçil’le de evin içinde çok karşılaştığımız olmazdı. Bazen annelerinin işi olduğunda bana çekmeceme kadar eşlik ederlerdi, o kadar. Onların sadece ellerindeki telefondan oluşan apayrı bir dünyaları vardı. Ne o dünyadan çıkarlar, ne de o dünyaya kimseyi alırlardı. Hele benim gibilerin o dünyada hiç işi yoktu.

Çocukların ikisi de benim çok önemsediğim dindarlık konusunda annelerinin inanış ve yaşayış biçiminden çok uzaktılar. Sanırım bu konuda babalarına daha yakın duruyorlardı. Geçenlerde Regaip Kandili idi, evin annesi, hiç olmazsa o gün için iki rekât namaz kılıp duâ etmeleri için ısrarcı oldu, yalvardı âdeta. Uflaya puflaya da olsa çocuklar kalkıp namaz için odalarına gittiler. Seçil her zamanki gibi bir yandan yürüyor, diğer yandan mesaj yazmaya çalışıyordu telefonla; birilerine lâf yetiştirmeye çalıştığı belliydi. Sonra sanırım yazarak lâf yetiştiremeyeceğini anlayınca konuşmayı denedi.

Karşıdakinin sesi bana kadar geliyordu, “Ne namazı kızım, sen köylü müsün, babaanne misin?” diyordu. Pişman olmuştu çoktan namaz kılacağını söylediğine Seçil ve arkadaşı tarafından sokulduğu kompleksten nasıl kurtulacağını bulmaya çalışırken, “Zaten kılmayacağım, kılmış gibi yapacağım” demesin mi? Ay ben şok! (Görüyor musunuz, beni bile etkiledi bu çocuklar.)

“Mert bari şaşırtsın beni” dedim ama nerede?! Seçil’den sonra onun odasına gittim. Abdest bile almadan geldi, lâmbayı söndürüp oturdu seccâdenin üstüne. Aldı cep telefonunu eline, bir gözü telefonda, bir gözü kapıda, yarım kalmış oyunu tamamlamaya girişti. Şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Birdenbire koca bir milletin yorgunluğu çöktü üzerime ve birden eskidim, yıprandım, yaşlandım ve anlamsızlaştım.

Ertesi gün Ayşe Hanım’ın hastalanmasında akşamki olayların etkisi oldu mu, bilmiyorum. Benim duyduklarımı, gördüklerimi o da görmüş olabilir çünkü. O günden beri Ayşe Hanım hastanede, tedavi altında. Saydım, bugünle birlikte tam yirmi yedi gün oldu ben bu çekmeceden dışarı çıkmayalı. Ayşe Hanım olduğunda her gün birkaç kere çıkarırdı beni. Hattâ bazı günler tüm gün dışarıda kaldığım da olurdu. O hastaneye yattığından beri burada kapalı kaldım. Hacı Süleyman amca ile Nazife teyze de uğramamış olmalı ki uzun zamandır bana ihtiyaç duyan kimse olmadı. Buradan çıkmayı, kıbleye doğru serilmeyi, secdeye varmış bir alınla muhatap olmayı, göğe doğru açılmış avuçları görmeyi çok özledim. Ahmet Bey’in sigara kokan nefesine bile râzıyım, yeter ki çıkarın beni buradan!