“Çayınıza süt ister misiniz Sör?”

Önce deniz savaşı, ardından kara savaşı… Sonuç değişmedi. Çörçil’in planları kâğıt üstünde kaldı. Çanakkale’yi geçemediler. Geri dönmek zorunda kaldılar palas pandıras. Şu isimlere bakar mısınız? “Seddülbahir” ve “Kilitbahir”… Bu isimlerin anlamları, o savaştan sonra daha fazla netleşti, emîn olun! Çünkü o isimlerin hakkı verilmiş oldu. İstanbul’da çay içemedi İngiliz, Fransız ve ANZAK’lar. Belki dönüş yolunda içmişlerdir ve hiç süt katmadan(!)… Çünkü hepsinin de anasından emdiği süt burnundan gelmişti. Onu kullanmışlardır.

DÜNYANIN en kısa ânı Türkiye’de tespit edilmiştir uzun zaman önce. Derler ki, “Daha hızlısına rastlamadık”. Özellikle yabancıların gözünden hiç kaçmayan bir husustur bu. Kayda geçirilebilen en kısa an, “araçlar kırmızı ışıkta beklerken, ışığın sarıdan yeşile dönmesiyle arkadaki araçların kornaya basması arasında geçen süre” olarak bilinir.

Öyle derler…

Ancak bu tespitin yapıldığı yıllarda cep telefonları bu kadar yaygın değildi. Yaptığım gözlemler neticesinde, kavşaklarda çalınan kornalarla ilgili hükmü geride bırakan ve rekoru eline alan bir başka tespit arz edebilirim.

Cafede, kafede, kahvede, yani kahvehanede yahut çay bahçesinde veyahut pastanede (olay yeri bir anda değişti, kavşaktan ayrıldık, mekâna geldik), gelen müşterilerin koltuğa oturma ânı ile cep telefonunu masanın üstüne koyması arasında geçen süre galiba daha kısa.

Tek kişi veya birkaç kişi, fark etmiyor; gelen tek kişiyse, zaten telefonla oynamak mecbûrî… Oyalanacak bir şey lâzım. Kalabalık bir grup da olsa değişmiyor. Tak, tak, tak… Bir anda telefonlar masanın, sehpanın üzerine bırakılıyor. Batı’nın tozlu kasabalarında hızlı silah çekmekle övünen çarpık bacaklı kovboyları halt etmişler.

Ancaaak… Bunların hepsini geride bırakan daha kısa bir an var. Üstelik teknolojik gelişmeyle falan da alâkalı değil. Evvel âhir bilinen, uygulanan, fakat çoğu zaman unutulan bir husus bu.

Hemen belirteyim ne olduğunu! “Emperyalist devletlerin, bir ülkenin zayıfladığını fark etmeleri ile üzerine çullanmaları arasında geçen süre”.

Hiç vakit kaybetmezler. Tereddüde düşmezler. Oyalanmazlar. Çünkü “taym iz mani”.

Sistemlerini kurmuşlar, çarklarını döndürüyorlar. Nerede bir menfaat görürlerse, oraya çörekleniyorlar. Üstelik adamlar çok güçlü. Güçlüye kim olur mâni?

Dünyanın her yerinde ve her döneminde böyle yürümüştür bu işler.

***

Peşrevi geçelim, konuya girelim. Çanakkale’de de öyle olacak sanmışlardı. Güçlüydüler, sistemleri, planları vardı. En gelişmiş silahlara sahiptiler. Çökmekte olan Osmanlı’yı gözlerine kestirmişlerdi. Hedefi belirlediler: “İstanbul zapt edilecek!”

Böylece İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının kontrolünü ele geçireceklerdi. Osmanlı zaten hasta adamdı. Son günlerini yaşamaktaydı. Mecâli yoktu. Silahı, cephanesi az, askerleri zayıftı. Bu îtibarla ciddî bir direniş beklenmiyordu. Çanakkale çabucak geçilecek, İstanbul alınacaktı. İstanbul’un düşmesiyle İngiliz ve Fransızlar, büyük savaşta karşılarındaki Almanları önemli ölçüde zayıflatmış olacaklardı.

Almanya’nın savaş açtığı Rusya ile dayanışma sağlamak bu şekilde gerçekleşecekti. Sağlam bir erzak tedârik ve askerî ikmâl yolu açılacaktı.

***

Osmanlı, büyük savaşın hemen başında Almanya ile bir ittifak anlaşması imzalamasaydı, bu savaşa gerek duyulmayacaktı. Fakat dünya dengeleri son derece hassastı ve kaderin ağları, balıkçı ağlarından çok farklı şekilde örülüyordu.

Yine de Enver Paşa, fiilen savaşa girmeyi geciktirmekteydi. Çünkü Çanakkale’de hazırlıklar tam anlamıyla bitmemişti ve seferberlik henüz tamamlanmamıştı. Almanya savaşa girilmesi hususunda baskı yapmaktaydı. Goeben ve Breslau isimli savaş gemileri Akdeniz’de İngiliz donanması etrafında dolaşmaktayken, Almanya bu gemileri İstanbul’a yönlendirdi. Bir bakıma oldubitti… Hayır, bir bakıma değil, tam anlamıyla oldubitti ile girildi savaşa!

O gemiler Karadeniz’e açıldı ve 1914’ün 27 Ekim günü Rus limanlarını bombaladı. Rusya, Osmanlı’ya savaş ilân etti.

İngiliz Donanma Bakanı Çörçil’in o günlerde ellerini ovuşturduğunu tahmin etmek zor değil.

Çanakkale Boğazı kaç millik yol ki? Çabucak geçilir. Marmara Denizi ne kadar çeker? Gemiler çok yavaş gitse bile, toplamda en fazla yarım gün sürer. Osmanlı askerleri, diyelim ki Çanakkale Boğazı’nda biraz zorluk çıkarırlar; gücü kalmamış bir devletin askerleri, bir araya gelmiş İngiliz, Fransız ve ANZAK güçleriyle baş edebilir mi? Birkaç top atılır, belki birkaç da mermi… En çok yarım gün de o çatışma oyalasa, bir günde varılır İstanbul’a… Akşam beş çayını Kız Kulesi’nin karşısında içmek, bugün olmazsa yarına kalır. Ne fark eder?

Ne güzeldir hayâl kurmak! Üstelik maliyeti de yok. Boğaz’ı geçmiş, Marmara’yı aşmış, İstanbul’a çöreklenmiş İngiliz komutan İstanbul’da ilk iş çay içecek, mecbur!

İngilizler çaya süt katmayı severler. “Çayınıza süt ister misiniz Sör?”

“Sorulur mu? Elbette!”

Yalnız “süt” dediğin tek cins değil ki… İnek sütü var, koyun sütü var, keçi sütü var, İstanbul’da manda sütü de bol… Ne var ki kazın ayağı göründüğü gibi değil. Neye niyet, neye kısmet…

Osmanlı yiğitleri Çanakkale’de bir destan yazdı. Bütün dünya, ağzını bir karış açarak takip etti Çanakkale Harbi’ni. Muazzam bir çatışma yaşandı, kitaplara sığmayacak muhteşem bir savunma yapıldı. Dünya devleri hüsrana uğratıldı. Darmadağın oldular.

Önce deniz savaşı, ardından kara savaşı… Sonuç değişmedi. Çörçil’in planları kâğıt üstünde kaldı. Çanakkale’yi geçemediler. Geri dönmek zorunda kaldılar palas pandıras. Şu isimlere bakar mısınız? “Seddülbahir” ve “Kilitbahir”… Bu isimlerin anlamları, o savaştan sonra daha fazla netleşti, emîn olun! Çünkü o isimlerin hakkı verilmiş oldu. İstanbul’da çay içemedi İngiliz, Fransız ve ANZAK’lar. Belki dönüş yolunda içmişlerdir ve hiç süt katmadan(!)… Çünkü hepsinin de anasından emdiği süt burnundan gelmişti. Onu kullanmışlardır.

***

Biz Çanakkale Harbi sırasında öyle bir gayret gösterdik ki, az önce söyledim, kitaplara sığmayacak türden… “Nasılsa sığmıyor” diye başlamamak olmazdı. Çanakkale’yi yazan birkaç yazarımız çıktı çok şükür! Ancak çok az olduğunu kabul etmek zorundayız. Destanı bizzat yaşıyor fakat sıra yazma işine gelince tembellik ediyoruz.

Batılılar savaşlarını öyle romanlaştırıyor ve öyle filmlerini çekiyorlar ki, sonraki nesiller, yenildikleri savaşlarda bile galip geldiklerini sanıyorlar. Özellikle Amerikalılar bu hususta çok başarılı malûmunuz.

Onlar olsaydı, o savaşın en az yüz tane filmini çeker ve bütün dünyaya da seyrettirirlerdi. Cümle âlem, dünyada başka bir savaş olmamış zannederdi.

Şükür ki Mehmed Âkif, “Çanakkale” şiirini yazmış, anıt gibi duruyor!

***

Bugün dünyanın her tarafına hediyelik eşya yapıp satan bir ülke var: Çin... Ucuz olduğu için her taraftan sipariş alıyorlar. Türkiye için de bazı nesneler üretmişler. Bunlar arasında en ilginci herhâlde Çanakkale ile ilgili olanı.

Seyit Onbaşı’yı bilirsiniz, devâsâ büyüklükteki ve insan gücüyle kaldırılamayacak kadar ağır top mermisini sırtında taşıyan Havranlı yiğit Seyit Ali Çabuk… Heykeli var Çanakkale Boğazı kıyısında.

Herhâlde fotoğrafı üzerinden çalıştı Çinliler biblo yaparken. Boynunda asılı duran muskanın ne olduğunu anlayamamışlar ve “Olsa olsa papyondur” deyip papyonlu bir Seyit Onbaşı biblosu hazırlamışlar. Tam da “Güler misin, ağlar mısın?” durumu!

Türk askerinin cephede papyonla savaştığını düşünmek için nasıl bir bakış açısı gerekir, içinden çıkamıyorum.

Diyelim ki, “Çinliler muskayı bilmedikleri için öyle ürettiler”, bizimkiler o bibloları nasıl satıyorlar?

Soru sorduk, ortada kalmasın, cevabını da verelim…

Şöyle satıyorlar: Tanesi beş liradan, on liradan… Boy boy…