DÜNYANIN
en kısa ânı Türkiye’de tespit edilmiştir uzun zaman önce. Derler ki, “Daha
hızlısına rastlamadık”. Özellikle yabancıların gözünden hiç kaçmayan bir
husustur bu. Kayda geçirilebilen en kısa an, “araçlar kırmızı ışıkta beklerken,
ışığın sarıdan yeşile dönmesiyle arkadaki araçların kornaya basması arasında
geçen süre” olarak bilinir.
Öyle derler…
Ancak bu tespitin yapıldığı yıllarda cep telefonları bu kadar
yaygın değildi. Yaptığım gözlemler neticesinde, kavşaklarda çalınan kornalarla
ilgili hükmü geride bırakan ve rekoru eline alan bir başka tespit arz
edebilirim.
Cafede, kafede, kahvede, yani kahvehanede yahut çay
bahçesinde veyahut pastanede (olay yeri bir anda değişti, kavşaktan ayrıldık,
mekâna geldik), gelen müşterilerin koltuğa oturma ânı ile cep telefonunu
masanın üstüne koyması arasında geçen süre galiba daha kısa.
Tek kişi veya birkaç kişi, fark etmiyor; gelen tek kişiyse,
zaten telefonla oynamak mecbûrî… Oyalanacak bir şey lâzım. Kalabalık bir grup
da olsa değişmiyor. Tak, tak, tak… Bir anda telefonlar masanın, sehpanın
üzerine bırakılıyor. Batı’nın tozlu kasabalarında hızlı silah çekmekle övünen
çarpık bacaklı kovboyları halt etmişler.
Ancaaak… Bunların hepsini geride bırakan daha kısa bir an
var. Üstelik teknolojik gelişmeyle falan da alâkalı değil. Evvel âhir bilinen,
uygulanan, fakat çoğu zaman unutulan bir husus bu.
Hemen belirteyim ne olduğunu! “Emperyalist devletlerin, bir
ülkenin zayıfladığını fark etmeleri ile üzerine çullanmaları arasında geçen
süre”.
Hiç vakit kaybetmezler. Tereddüde düşmezler. Oyalanmazlar. Çünkü
“taym iz mani”.
Sistemlerini kurmuşlar, çarklarını döndürüyorlar. Nerede bir
menfaat görürlerse, oraya çörekleniyorlar. Üstelik adamlar çok güçlü. Güçlüye
kim olur mâni?
Dünyanın her yerinde ve her döneminde böyle yürümüştür bu
işler.
***
Peşrevi geçelim, konuya girelim. Çanakkale’de de öyle olacak
sanmışlardı. Güçlüydüler, sistemleri, planları vardı. En gelişmiş silahlara
sahiptiler. Çökmekte olan Osmanlı’yı gözlerine kestirmişlerdi. Hedefi belirlediler:
“İstanbul zapt edilecek!”
Böylece İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının kontrolünü ele
geçireceklerdi. Osmanlı zaten hasta adamdı. Son günlerini yaşamaktaydı. Mecâli
yoktu. Silahı, cephanesi az, askerleri zayıftı. Bu îtibarla ciddî bir direniş
beklenmiyordu. Çanakkale çabucak geçilecek, İstanbul alınacaktı. İstanbul’un
düşmesiyle İngiliz ve Fransızlar, büyük savaşta karşılarındaki Almanları önemli
ölçüde zayıflatmış olacaklardı.
Almanya’nın savaş açtığı Rusya ile dayanışma sağlamak bu
şekilde gerçekleşecekti. Sağlam bir erzak tedârik ve askerî ikmâl yolu
açılacaktı.
***
Osmanlı, büyük savaşın hemen başında Almanya ile bir ittifak
anlaşması imzalamasaydı, bu savaşa gerek duyulmayacaktı. Fakat dünya dengeleri
son derece hassastı ve kaderin ağları, balıkçı ağlarından çok farklı şekilde
örülüyordu.
Yine de Enver Paşa, fiilen savaşa girmeyi geciktirmekteydi.
Çünkü Çanakkale’de hazırlıklar tam anlamıyla bitmemişti ve seferberlik henüz
tamamlanmamıştı. Almanya savaşa girilmesi hususunda baskı yapmaktaydı. Goeben
ve Breslau isimli savaş gemileri Akdeniz’de İngiliz donanması etrafında
dolaşmaktayken, Almanya bu gemileri İstanbul’a yönlendirdi. Bir bakıma oldubitti…
Hayır, bir bakıma değil, tam anlamıyla oldubitti ile girildi savaşa!
O gemiler Karadeniz’e açıldı ve 1914’ün 27 Ekim günü Rus
limanlarını bombaladı. Rusya, Osmanlı’ya savaş ilân etti.
İngiliz Donanma Bakanı Çörçil’in o günlerde ellerini
ovuşturduğunu tahmin etmek zor değil.
Çanakkale Boğazı kaç millik yol ki? Çabucak geçilir. Marmara
Denizi ne kadar çeker? Gemiler çok yavaş gitse bile, toplamda en fazla yarım
gün sürer. Osmanlı askerleri, diyelim ki Çanakkale Boğazı’nda biraz zorluk
çıkarırlar; gücü kalmamış bir devletin askerleri, bir araya gelmiş İngiliz,
Fransız ve ANZAK güçleriyle baş edebilir mi? Birkaç top atılır, belki birkaç da
mermi… En çok yarım gün de o çatışma oyalasa, bir günde varılır İstanbul’a… Akşam
beş çayını Kız Kulesi’nin karşısında içmek, bugün olmazsa yarına kalır. Ne fark
eder?
Ne güzeldir hayâl kurmak! Üstelik maliyeti de yok. Boğaz’ı
geçmiş, Marmara’yı aşmış, İstanbul’a çöreklenmiş İngiliz komutan İstanbul’da
ilk iş çay içecek, mecbur!
İngilizler çaya süt katmayı severler. “Çayınıza süt ister
misiniz Sör?”
“Sorulur mu? Elbette!”
Yalnız “süt” dediğin tek cins değil ki… İnek sütü var, koyun
sütü var, keçi sütü var, İstanbul’da manda sütü de bol… Ne var ki kazın ayağı
göründüğü gibi değil. Neye niyet, neye kısmet…
Osmanlı yiğitleri Çanakkale’de bir destan yazdı. Bütün dünya,
ağzını bir karış açarak takip etti Çanakkale Harbi’ni. Muazzam bir çatışma
yaşandı, kitaplara sığmayacak muhteşem bir savunma yapıldı. Dünya devleri
hüsrana uğratıldı. Darmadağın oldular.
Önce deniz savaşı, ardından kara savaşı… Sonuç değişmedi.
Çörçil’in planları kâğıt üstünde kaldı. Çanakkale’yi geçemediler. Geri dönmek
zorunda kaldılar palas pandıras. Şu isimlere bakar mısınız? “Seddülbahir” ve “Kilitbahir”…
Bu isimlerin anlamları, o savaştan sonra daha fazla netleşti, emîn olun! Çünkü
o isimlerin hakkı verilmiş oldu. İstanbul’da çay içemedi İngiliz, Fransız ve
ANZAK’lar. Belki dönüş yolunda içmişlerdir ve hiç süt katmadan(!)… Çünkü
hepsinin de anasından emdiği süt burnundan gelmişti. Onu kullanmışlardır.
***
Biz Çanakkale Harbi sırasında öyle bir gayret gösterdik ki,
az önce söyledim, kitaplara sığmayacak türden… “Nasılsa sığmıyor” diye başlamamak
olmazdı. Çanakkale’yi yazan birkaç yazarımız çıktı çok şükür! Ancak çok az
olduğunu kabul etmek zorundayız. Destanı bizzat yaşıyor fakat sıra yazma işine
gelince tembellik ediyoruz.
Batılılar savaşlarını öyle romanlaştırıyor ve öyle filmlerini
çekiyorlar ki, sonraki nesiller, yenildikleri savaşlarda bile galip
geldiklerini sanıyorlar. Özellikle Amerikalılar bu hususta çok başarılı malûmunuz.
Onlar olsaydı, o savaşın en az yüz tane filmini çeker ve
bütün dünyaya da seyrettirirlerdi. Cümle âlem, dünyada başka bir savaş olmamış
zannederdi.
Şükür ki Mehmed Âkif, “Çanakkale” şiirini yazmış, anıt gibi
duruyor!
***
Bugün dünyanın her tarafına hediyelik eşya yapıp satan bir
ülke var: Çin... Ucuz olduğu için her taraftan sipariş alıyorlar. Türkiye için
de bazı nesneler üretmişler. Bunlar arasında en ilginci herhâlde Çanakkale ile
ilgili olanı.
Seyit Onbaşı’yı bilirsiniz, devâsâ büyüklükteki ve insan
gücüyle kaldırılamayacak kadar ağır top mermisini sırtında taşıyan Havranlı
yiğit Seyit Ali Çabuk… Heykeli var Çanakkale Boğazı kıyısında.
Herhâlde fotoğrafı üzerinden çalıştı Çinliler biblo yaparken.
Boynunda asılı duran muskanın ne olduğunu anlayamamışlar ve “Olsa olsa
papyondur” deyip papyonlu bir Seyit Onbaşı biblosu hazırlamışlar. Tam da “Güler
misin, ağlar mısın?” durumu!
Türk askerinin cephede papyonla savaştığını düşünmek için
nasıl bir bakış açısı gerekir, içinden çıkamıyorum.
Diyelim ki, “Çinliler muskayı bilmedikleri için öyle ürettiler”,
bizimkiler o bibloları nasıl satıyorlar?
Soru sorduk, ortada kalmasın, cevabını da verelim…
Şöyle satıyorlar: Tanesi beş liradan, on liradan… Boy boy…