TOPLUMSAL olarak her belli
dönemin kendine has bir ruhu vardır. Gerek sosyolojik, gerek ekonomik olsun,
iletişim veya eğitim tabanlı olarak toplumun bir kısmının yaşadığı psikolojik
durumlar mevcûttur. Yani toplumsal bazda genel olarak, “Ne yaşıyoruz, ne
yapıyoruz, ne ile meşgul oluyoruz?” sorgulamasına girildiğinde, günümüzde de
olduğu gibi bir çâresizlik belirtisinin ortaya çıktığı zamanlar söz konusudur.
İçinde
bulunduğumuz süreçle alâkalı olarak bu durum her ne kadar sadece pandemi
bağlamında bir durum gibi dursa da yaşanan şey genelde krizler, savaşlar,
siyasal atraksiyonlar gibi, sonucunda her an oluşabilecek belirsizlik hâli ile özellikle
21’inci yüzyıla ait uluslararası bir sorundur. Bunun dışında ise insanlık
tarihinde dönem dönem bazı yaşanmışlıklar var olagelmiştir, bundan sonrasında
da var olacaktır.
Çâresizlik,
özellikle bir insanın meslekî, yetisel veya herhangi bir konu hakkındaki
repertuvar boşluğu ile ortaya çıkan durumdur. Kısaca, ilgili konuya dair bir
bilgi sahibi olamamaktan kaynaklı, konuyla alâkalı bir sorun ortaya çıktığında
elden bir şey gelmeme hâlinin sonucudur.
Günümüzde
daha çok finansal hususlarda görülen belirsizlik hâli nedeniyle çâresizlik
gözlemlenmekte. Ne var ki, ülke olarak toplumsal bir refah söz konusu olsa da,
bireyler hâlinde insanların feryat hâlleri bir gerçekliktir. Buna ek olarak, bu
durumdan nasıl çıkılacağının kaygısı, ne yapılacağına dair bir fikir
yoksunluğu, bu noktada nasıl idâme edileceğinin de bilinmezliği ve (belki daha
tuhafı) bu durumun herkesi etkileyen yabancı bir durum olması söz konusudur.
Günümüzde
karşılaştığımız yabancı durumun yabancılığının kaynağı, aslında bizler
çokluklar içerisindeyken bize gereken bilgi hiç yokluk hâlinin
yaşanmışlığındandır. Çünkü hiç yokluğun karşısında hayatta kalma repertuvarı
çok geniştir. Yani yaşam içerisinde en azından belli dönemlerde yokluklar
görmüş insan, bu hayatta karşılaştığı zorluklara bir şekilde katlanabilir ve
ona dair kendince ufak tefek de olsa çözümler üretebilir. Netîce olarak yokluk
içerisinde yetişen insan, belli bir repertuvar oluşturur ki hayatta kalabilsin.
Tam
bu kısımda konuyu daha da açmak gerekirse, insan açlıktan ölmez, ünsiyet alışkanlıklarından
ölür!
Yani
çok yemeye alışan biri, belli bir süre yemediği zaman normal insanın
dayanabileceği açlık süresinin yarısı kadar dahi dayanamaz. Çünkü bedenin
psikolojisinin belli bir beslenme sistemine bağlılığı vardır ve bu ortadan
kalktığında, bir dağılım/dengesizlik vuku bulur. Zannımızca toplum olarak
içerisinden geçtiğimiz şu günlerde herkes, bundan iki üç yıl önce aslında
bayağı bolluk döneminde olduğumuzu fark etmiş ya da fark etme sürecine
girmiştir. Yani bugünlere kıyasla o günlere dönmek için şimdiye kadar elde
edilmiş pek çok şeyimizden dahi vazgeçebilir bir hâlin içerisindeyiz.
Oysa
o zamanda da çok şeyden şikâyet edilmekteydi; belli bir kısmın feryatları söz
konusuydu. Ancak insan zihni göreceli çalıştığından, şu anda bulunduğumuz
dönemlerin daha kötülerini de yaşamışlığımız olsa dahi o günleri unutabilir bir
yapıya sahibiz. Tüm bu psikoloji karşısında aslında olması gereken tavır, “Bu
da geçer” olmalıdır.
Fakat
buna mukabil görünen o ki, “Beterin beteri var” mottosu da hayatımızdan tamamen
çıkmış durumda!
Çevremizi
gözlemlemeye devam ettiğimizde, gerçekten kötü bir durumda oluşumuzu inkâr
etmek mümkün değil. Sanki bir bayır aşağı gidişat söz konusu ama herkes bu
gidişata dâhil ve bu durum sadece ülkece değil, dünyaca yaşanan bir durum. Fakat
bu noktada bilmemiz gereken, bir şeyin iyiliği veya kötülüğünün bizim ona
verdiğimiz reaksiyonla alâkalı olduğudur. Yani doğada iyi veya kötü yoktur;
olanı bizim algısal olarak nasıl karşıladığımızdır önemli olan.
İnsanın
süreç ne olursa olsun yapması gereken şey, yaşanan karşısında repertuvarına
eklemeler yapabilmesi, süreci fırsata çevirebilmesidir. Bunun için de ilgilendiği
şeyler dışında başka dallara da merak salıp, en azından ilgi düzeyinde
yeniliklere yelken açması gerekir.
Farklı
pencerelerden bakabilmeyi gerçekleştirebilirsek, o anda çâresizliğin
tercihlerimizin sonucu olduğunu görmemiz mümkündür. Çâresizlik, bizim geçmiş
yaşamsal tercihlerimizin sonucudur. Karar verme mekanizmamız eğer otomatiğe
geçmişse ya da gelişigüzel bir yaşanmışlığımız söz konusuysa, kendimizi sık sık
çâresizlik hâli içinde bulunmamız kadar doğal bir şey yoktur. Ancak belli bir
süre bu hâlin devamı, deprese olmakla sonuçlanır. Akabinde hareketsizlik oluşur
ki bu durum, sürekli bir şey yapma isteğinin karşılığında daha farklı sorunları
doğurur. Bu sorunlar düşünememe, doğruyu yanlışı ayırt edememe ile başlar;
devamında otoriter olanın yanında yer alarak yıkıcılık ve insafsızlık hâli
oluşur. Nitekim en kötüsü de, zalimin zulmünün kurtarıcılık olarak kabul
edildiği andır. Belki de bu durum günümüzün küresel çapta seyredilen siyâsetinin
ta kendisi olarak okunabilir.
Kitlesel
olarak insanlığı huzursuz ve isyankâr hâle getirmek ve kargaşa çıkarmak
isterseniz, kitleler önce kaoslarla çâresiz bırakılır, sonra da bir kurtarıcı
gönderilir. Toplumun, o kurtarıcının peşinden koşarak gitmesi istenir.
Çözüm
noktasına gelecek olursak… Aslında sömürü düzeninin ekmeğine yağ sürme hâli
olan “kâr bazlı düşünceden” çıkarak belki de “Kime nasıl faydam dokunur?”
düşüncesi ile hareket etmemiz gerekmektedir. Yalnızca bu şekilde kendimizi iyi
hissetmemizi sağlayabilir ve daha ziyâde bir şey üretme noktasında umudumuzu
diri tutabiliriz. Nitekim çaresizlik, umudun bittiği yerde başlar. Bu sebeple
sizler de, ola ki bir çâresizlik haline düşer veya çâresizlik içerisindeyseniz,
çözüm için hatırlamamız gereken şey bellidir: “Bu geçer Yâ Hû!”