ZAMAN, artık duvarda asılı takvim yapraklarının bir bir eksilmesiyle değil, masamızın üzerinde sessizce yanıp sönen dijital göstergelerin yahut bir bilgisayar ekranının köşesinde beliren küçücük rakamların ritmiyle ilerliyor. O sayılar ki hız çağının telaşından neredeyse hiç fark edilmiyor. Günler, aylar, göz açıp kapamaya fırsat vermeden geçip gidiyor.
Zamanın bu baş döndürücü akışı içinde, bir yılın daha sonuna geldiğimizi fark ettiğimizdeyse sanki yeni bir eğitim öğretim yılına dün gözümüzü açtık/ başladık, bugün kapattık/ bitirdik hissiyatı oluşuyor bizlerde. Hayli telaşlı geçen iki dönemin sonuna yaklaşırken, öğrencilerin hayâlini kurduğu yaz tatiline de haftalar kaldı.
İlkbaharın gelişiyle daha da enerjik bir hâl takınan güneş, İlâhî Sanatkârın “ol” emriyle paletindeki tüm renkleri dağa, taşa, bağa, bahçeye serpiştirip, doğanın solgun tenine neşeli bir tebessüm bırakıyor. İşte bu canlılığın taşıyıcısı olan güneş, camdan süzülerek bizim sınıfımızı da ziyaret ediyor. Fakat bu ziyaret biraz haylazca oluyor.
Meselâ tahtadaki yazıları silikleştiriyor, dikkatleri dağıtıyor, çocukları sürekli açık havaya davet ediyor. Aslında öğretmenlerin de aklını çelmiyor değil, fakat her zaman bu davete icabet edemiyoruz. Hâl böyle olunca da son haftalarda sınıfa bir rehavet çöküyor. Postürü düşük, yerinde duramayan bedenler sıralarda otursa da zihinler hep dışarda dolaşıyor.
Sene başından sene sonuna kadar geçen zamanın, baş döndürücü hızının esamesi okunmuyor bu haftalarda. Ne yelkovan akrepten kaçıyor ne de akrep yelkovana yetişme gayretinde. Herkes yorgun, her şey durgun, buna rağmen koşu devam ediyor. Son sınavların telaşıyla öğretmenler güne sorularla başlıyor, öğrenciler ise yanıtların kıyısında geleceğe dair bir iz arıyor. Bu yolculuğun sonunda çocukları karşılayan “notlarsa” kimine tebessüm, kimine içe gömülen bir sessizlik oluyor.
Sessizlik!
Sahi, neydi o sessizlik?!
Bir çocuğun çantasına sığmayan hayâl kırıklığı mı, yoksa beklentilerle ağırlaşan omuzlarının isyanı mıydı? Oyunla yeşerecek bir çağın, görevlerin gölgesinde yitip gitmesi miydi?
Kelimelerin yetmediği ama gözlerin her şeyi anlattığı, bazen de defter kenarlarına iliştirilmiş karalamalar aracılığıyla kendini gösteren bu dil, çoğu zaman anlaşılmaz, fark edilmez. Fakat insanın içindekine dair en gerçek, en yalın cümleleri kurar.
Umut… Henüz on üç yaşında. Adı gibi her çocuk gibi hayâlleri olan, toprağa basarak gökyüzüne bakarak büyüyen bir çocuktu. Ancak eğitimde bir üst kademeye geçişe yönelik hazırlık süreciyle birlikte oyunun, sporun ve çeşitli etkinliklerin yerini, sınav programlarıyla özel ders çizelgeleri aldı. Ailesi, onun başarısı için ellerinden geleni yapıyor, gelecek kaygısıyla her adımını planlamaya çalışıyordu. Sanatı, sporu, oyunu bir kenara bırakıp “test kitaplarının” başına geçmesini istemeleri, çocuğa karşı duydukları sorumluluğun sonucuydu. Fakat Umut adına yapılan bu özenli çaba, Umut’un gözlerinde yorgun ve sorgulayıcı bir bakışa dönüşüyordu. Küçük omuzlarına yüklenen büyük beklentiler, ailesine göre çocuğun başarısı için gerekli bir yönlendirme hatta sevgiyle sunulmuş bir rehberlikti. Ancak Umut için bu durum giderek ağırlaşan bir baskıya dönüşüyor, onu derin bir suskunluğa sürüklüyordu.
Ve bu sessizlik, bir sabah küçük bir kâğıda döküldü. O kâğıt, annesinin avucunda güneşin ışıltılı davetine iki ders saati icabet ettiğimiz bir gün, okul bahçesinde bana ulaştı. Anne, avucunun içinde sımsıkı tuttuğu mektubu uzatırken boğazındaki düğümü çözmeye çalışırcasına titrek bir sesle, “Hocam, dün sınav sonuçlarından dolayı evde küçük bir gerginlik yaşadık. Bu sabah da bana bir mektup bırakmış…” dedi.
“Anneciğim, asla seni üzmek istemem. Aslında çok çalışıyorum ama olmuyor. Neden olmadığını ben de bilmiyorum. Seni hayâl kırıklığına uğrattığım, emeklerinin karşılığını veremediğim için çok üzgünüm.”
Annenin sesi, yutkunmalarının arasından incecik bir yer bulup çıktı: “Belki biraz fazla üstüne gittik. İnanın her şey onun iyiliği için… Elimizden gelen ne varsa, tüm imkânlarımızı seferber ediyor, dershane ve özel derslerle destek olmaya çalışıyoruz. Geleceği güzel olsun, hayatı kolay olsun diye uğraşıyoruz. Başarısız olunca da ister istemez tepki veriyoruz.”
Annenin sözleri kulaklarımda yankılanırken, bir taraftan gözlerim bahçede Umut’u arıyor fakat bulamıyordum. Kantinin arka bahçesine doğru ilerlediğimde ise başını önüne eğmiş, tek başına oturduğunu gördüm. İçimde telaş, adımlarım yavaş, usulca yanına gittim:
“Biraz yürüyelim mi?” dedim.
“Bugün neden bu kadar sessizsin? Bir şey mi oldu?”
Başını kaldırdı, okulun çatısına baktı: “Bazen, çok yukarılara bir yere çıkmak istiyorum. Oradan aşağıya çantamdaki yükleri, yukarıya da içimde biriktirdiğim cümlelerimi bırakmak istiyorum. Belki biri duyar, neden bu kadar yorulduğumu anlar.”
O an iç sesim susmuyordu ama Umut’un söylediklerinin satır aralarındaki mesajları, isyanları kaçırmamak adına hiçbir şey demeden sadece dinledim. Fakat en güzel okumayı, Umut’un sözcükleri tükendiğinde o kara gözlerini, umutsuzca gözlerimle buluşturduğu anda yaptım.
O çatıdan düşen çanta mıydı, yoksa bir kalpten düştüğünü zanneden çocuğun çaresizliği miydi?
Buyurun, birlikte okuyalım:
“Her sabah aynı saatte kalkıyorum, buna cumartesi pazar da dahil; çünkü dershanem, özel derslerim, etüt çalışmalarım var.
Çantam kapının kenarında her daim hazır beni bekliyor. İçinde aynı kitaplar, aynı defterler… Fakat her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor ve bunu kimse fark etmiyor. Oysa ben o çantada neler neler taşıyorum.
Meselâ annemi mutlu etme zorunluluğu, babamın yüzüne yerleşen ‘Onun için uğraşıyoruz’ bakışı. Öğretmenimin sınıfa her gelişinde bana yönelttiği “Bu sene senden beklentimiz yüksek” cümlesi var.
Annem, babam bana kızıyorlar güzel resim yapamadığım için. Kâğıtları karalayıp atıyormuşum. Resim dersim bile düşükmüş. İnsan resimden düşük not alır mıymış? Ama hiç sormuyorlar hayâl kurmaya vaktin var mı diye…
Ben istemez miydim boş bir kâğıda renkleri boca etmeden evvel zihnimde bir düşü çizseydim, o düşü resim kâğıdıma düşürseydim?
Ama düş kurmaya da vaktim yok ki… Bir şeyi hayâl ederken bile uyanık tutmaya çalışıyorlar. ‘Hadi artık biraz daha test çöz, konu anlatımlarını tekrar et…’
Çantamın ağzı açık, fermuarı kapanmıyor. İçindeki yük ciğerlerime baskı yapıyor, nefes alamıyorum.
Başarısız olursam sevilmeme korkusu. ‘Bu kadar emek boşa mı gitti?’ sorusunun yankısı, kendimi kanıtlama telaşı, kıyaslandığım akraba çocukları… Hepsi sırtımda, hepsi çantamda! Kimse sormuyor bana ‘Sen ne istiyorsun ne hissediyorsun?’ diye.”
Aslına bakarsanız her iki taraf da haklı fakat yine iki taraf da kendini yetersiz ve mutsuz hissediyor. Toplumda hızla yaygınlaşan bu hissin adı “yetememek” olsa gerek. Ve ardından gelen tükenmişlik hissi. Tükenmişliğin de tetiklediği daha derin bir his var ki umutsuzluk…
Bu duygular artık kişiye has değil. Çünkü bir yarışın içinde aynı telaşı, aynı kaygıyı, aynı baskıyı hep birlikte yaşıyoruz. İşte bu yüzden bu duygular bir virüs gibi yayılıyor. Büyük, küçük demeden herkese her kalbe uğruyor. En çok da çocukların kalbine yük oluyor.



