HİÇ “incitmemiş”, hiç “yormamıştı”… Böyle dillendiriyordu ona karşı
hissettiklerini; bunu da bir övünç madalyası gibi serlevha yapıyordu. Tenha bir
gecenin kovuğuna yapışık halde bulmuştu; zangır zangır titriyordu bedeni.
Serçeyi saran müşfik bir el gibi uzandı. Sımsıcak bir dokunuşu avuçlarında
hissetti. Önce sessizlik hâkim oldu, sonra ılıman bir hava. Arkasından ruhları
kaplayan kesintisiz bir huzur… Sesli bir niyaz olmasa da, her ikisi de kalıcı
olmasını istiyordu bu dokunuşun. Konuşmaları dilden dile ulaşan bir ritüeli
andırıyordu. Önce ırakları yakîn eden hâl ile konuştular, sonrasında ise gönül
mızrabına dokundu dil. Çaldığı her parçada düne, geçmişe dair ezgiler buldu.
Bütün besteler, hüznün acı şerbetini içmişti adeta.
Seneler
sonra kucağına bırakılan isimsiz bir bebeğin kulağına ezan ve kamet okur gibi, “Hüznün olmadığı müddetçe sevgiler ve
sevilenler hep bir aradadır zaten. İstediğin her şey güzel olsun! Dostların
vefalı, ömrün uzun olsun! Bir çamurun, ustasının elinde yoğrulup şekil alması
gibi, Rabbim seni hep güldürsün ve sevdiklerinle hemdem eylesin” duasını
düşürüyordu dilinden.
Her derde
devadır cansuyu
Dört
tarafı suyla kaplı adayı şirin gösteren, etrafındaki deryanın güzelliği olsa da
onun bağrına inen yağmurdur cansuyu…
Bir
ormanın köklerinde, bir fidenin toprakla buluşmasında, bir bitkiyi sekerattan
kurtarırken hep onu bulursunuz. O çoğaltandır; okyanusa dönüşecek damlayı
yeryüzüyle buluşturmak için tulumbaya konulan mayadır. O, diriltici dokunuşuyla
serinlik, dinginlik ve huzur veren “ilk” kaynaktır. O hangi toprağa düşerse
düşsün, gerdanında zümrüt yeşili bir hayat belirir. Sesinde meltem tınısı,
okşayışında ipek böceğini kıskandıran yumuşaklık söz konusudur. İnanmışlığın,
doğruluğun ve güvenin bütün özelliklerini onun billurlaşan göz pınarlarında
görebilirsiniz.
Sırrın sır
kaplı sandukasıdır
Ona
emanet edilmiş her söz birer cevher hükmünde dile ve gönle mühürlenmiş olarak
saklanır. O ab-ı hayat kaynağıdır. Girişler de, çıkışlar da zordur. Onunla
buluşan “vefa”, her mevsim açan “yediveren”e dönüşür.
İncecik
bir zarı andırır yüzündeki tülden peçe. Ama o tülün Çin Seddi uzunluğunda,
genişliğinde ve kalınlığında koruyucu bir özelliği vardır. Sadece kendini
koruyan ve kollayan değil, imbiğinden su içen her bahar dalına can sunar.
Berraklığı, karşı konulmaz bir cazibeyi andırır. Köklere doğru başlayan
yolculuğu mahzun, mütebessim ve doyurucudur. İçinde acıdan, hüzünden çoğalarak
yol alan çağlayanlara denk gözyaşı barındırır. Ona çeşme olmak da, kova olmak
da güzel. En güzeli, ona dere yatağı olmaktır.
Giden geri
gelir “Hoşça kal”ını unutmuşsa eğer
Biten
sevinçleri, körelen duyguları, kaybolan sevdaları dirilten hep cansuyudur. Kaça
düşerse düşsün dünya nüfusu, ister bir olsun, ister iki, neyin dibindeyse onu
diriltir cansuyu. Ve yeşile boyanmış bütün dillerden aynı yakarış yükselir: “İsterdim ki, her yeni güne seninle uyanayım,
gözlerim ilk gözlerine değsin daha güneşe değmeden; başımı yaslayıp sinene,
kokuna bulanayım...”
Cansuyu
düştükçe bağrına, “ışk” doğar gönül bağına. Her damla ayrı bir hıçkırık, doğup
batan her yeni gün ise karanlığı delip geçen ışıktır.
“Yine akşam…/ Eteklerimde hüzün rengi ışıklar soluyor,/
Yine penceremden eksiliyor gün./ Ve her yeni gün tüketiyor ömrümden ömür…/
Saçlarımda kar tanesi pırıltılar/ Kulağıma durmaksızın ölümü fısıldıyorlar…”
Her
kızıl renk gece olduğu kadar biraz da kıyamettir benim için... Her beyaz renk
umut olduğu kadar, biraz da ölümdür benim için...
Söz tut,
incinmemeyi öğren!
Şimdi
bütün ağaçların, bütün yeşilliklerin ve bütün sevdaların adına bir değil, bin
şükür düşsün dilimizden…
Sen Saltanatın
Sahibisin ve her şeye Muktedirsin. Şüphesiz Sen ne dilersen o olur! Bugün
verdiğin nimet ve fırsatlar için, bize şükrün yollarını araladığın için,
ömrümüzü ziyadeleştirdiğin için, bayram tadında yarınlara ulaştırdığın için,
öksüz ve yetim bırakmadığın için, gözyaşımızı Ceyhun etmediğin için,
cansuyumuzla buluşturduğun için, verdiğin mühlet ve fırsat için minnetle ve dua
ile kapına yöneliyor, el açıp yalvarıyoruz. Binlerce şükürler olsun!
Allah'ım,
elimizin yetmediği yerlerde çiçekleri hep Sen koru...
Metal
yorgunluğu
Her insan huzur verir aslında; kimi gelince, kimi
gidince…
İnsan, çatlayıncaya kadar koşan, koşarken de farkına varmaksızın kalbi duran küheylanlar gibi değildir. Hakeza demirden, betondan örülen binalar da… Bir takvime bağlı ömrü olur o devasa yükseltilerin, sonra yorulur, metal yorgunluğuna yenik düşer ve yığılıp kalır. İnsanı yoran o kadar çok şey var ki, onu bu yorgunluktan kurtaran tek iksir cansuyudur. Bir çınar gibi köklerine behemehâl damlatmalıdır. Damlatmalı ki, ömrü ve kökleri uzun olsun…
İnsan içinde
taşıdıklarını kaybetmez
Cansuyu,
özünü usaresini rahmetin kaynağı yağmurdan alır. Çünkü Rahmanîdir membaı. Kuyu
başındakilerin “hamd” ile “can” deyişiyle, takdir ve tevekkül etmesiyle gün
yüzüne çıkar. Nerede ağlayan bir şehir yahut ağlayan şehirli var ise, onun
gözlerine su taşır kuyu başındaki ve her ağlayanın gözyaşını da istisnasız
güneş siler.
Kimi
nefret etsin tohum diye, kimi şefkat biçsin hasat diye; kimi akbaba bilsin,
kimi akraba; kimi kaybolsun, düşsün dağlara, sen kendi düşünle düş peşine “Leyla!”
diye... Ve semadan dökülen her şeyi kabul et “yağmur” diye… Gözlerimden
dökülürse hele, sor şaire “Ne?” diye…
Bazen de bir
rüyanın içinden çıkagelir
“Uzak sevdaların soğuk ikliminde/ Buz tutar yüreğim
bir zemheri ayazında…/ Gel ki, ılık meltemler bıraksın nefesin dudaklarıma./ Gül
ki, Nevbahar’ım olsun gülüşün, can versin ruhuma… Gel! Gel ki, hârı ol aşkımın
busende eriyeyim. Gel! Gel ki, hitamında ömrümün gamzende gömüleyim… İşlesinler
toprağıma bir nakş-ı gül!”
Onun
gelişini, dikenli gülleri kanatırcasına kazımasından, umutsuzluğu iksirli bir
dokunuşla ümide çevirişinden anlarsın. Çünkü ümit, sevmenin “en kestirme yoludur”. İnsan rüyasında bile cansuyuna muhtaçtır.
Tuza bulanmışçasına yanar da yanar, sabah olunca da kendini bir çağlayan
başında bulur.
“Ateşe su
dökmek kadar kolay olsa acıya merhem sürmek…”
Bazen
akışını izlemek, bazen serinliğini hissetmek baskın gelir. Cansuyu geçmişe
uzanan bir yolculuğun dolu vagonlarını andırır; orada her yaştan, her
cinsiyetten aşina simalar vardır. Bizi çocukluğumuzun o eskimeyen yüzleriyle
buluşturur. Kanayan yaralarımıza merhem sürer, kumdan kalelerimizi yeniden inşa
eder, kâğıttan gemilere tayfa yahut okyanusun derinliklerine uzanan dipsiz bir
hayal kahramanı yapar. Bir uçurtmamın kanadında düne götürüp geri getirir.
O kaybeden
değil, vazgeçendir
Onu
korkutan karanlık değil, gözlerdeki ışığın sönmesidir. Onu korkutan ölüm değil,
yüreğinin yüreğe geçit vermemesidir. O, bütün kutsî sulara yataklık etmek
ister. Tıpkı havf ile reca arasında sa'y eden Hacer misali, bir ayetin
serinliği ile sarar ruhlarımızı tıpkı zemzem misali…
Mevsimler
-yağmurdan sonra- değişiyordu
Bazen
bencillik edip, kanalları hepten kapatıp, kendi nefsine kızgın bir su döker: “Ey nefsim! Etme heves deryanın
sonsuzluğuna… Ne hükmü var bir damlacık suyun uçsuz bucaksız ummanda, acziyetinin
farkına varmadıkça?”
George
Gordon Byron, “Bir damla mürekkep, bir
milyon kişiyi düşündürebilir” demiyor muydu? Şimdi düşünme sırası bizde! Biz ki, her birimiz, bir katre “su”
ile halk edilmişleriz; o, cansuyu taşıdığı her çiçeğe ihtimam gösterir ve “Kırma dallarını o hoyrat ellerinle!” diye
tepki verir.
O
sadece su taşımaz muhtaç gönüllere, suyla karışık umut, dinginlik ve huzur da
taşır. Yorgun düşse de taşıdıklarıyla sırt sırta verip dinlenir, dinlenirken de
çektiği her nefeste içindeki ummanlara dalar.
“Yanmadan
ağarmıyor geceler”
Gül,
köklerini okşayan cansuyu için dile gelir: “Azaldığım
yerde çoğalan yaralarım var benim,/ Kalp kapısının önüne bırakılmış sığıntı
hüzünlerim,/ Issız bir düşün nefes kesen hıçkırıklarından ağlayışlarım…/
Konuşmak isterken, açtırmadı dudaklarımı sükûtun elleri./ Ben de kalbimin
ayasına dua diye bıraktım adını./ Semadan öyle bir inişi vardı ki ‘Amin’lerimin,/
Sandım ki Rabbim ruhuma cansuyu yağdırdı…”
Bazen kitre dolu tekneye düşer ve “ebruli” bir elif
olup yeniden dirilir, bazen göklere uzanır, yıldızları süsler, aya ayak basar,
galaksilere su, çocuklara gülümseyiş taşır; soğuk gecelere alaz, baharlara
dördüncü cemre düşürür, ama en çok karanlık gecelere ağaran sabah olur…
V'akti dolan,
veda eder şöhretine
Yol
aldıkça suyun sesi vadilerde yankılanır: “Aynalar
türlü türlüdür; yüzünü görmek isteyen cama, özünü görmek isteyen cana bakar.” İkisini “Bir”den görmek isteyen de “Bir”e
baksın! Sonra hakikat konuşur: Ateşi söndüren su dahi yanacak! Sonra
hızlanacak, suya susayacak ve daha “çok yanacak ateş”…
Sonun sonunda sesler susacak, İlahî bir nefes emredecek: “Ey ateş, İbrâhim'e karşı serin, zararsız ve selâmet yeri ol!” Ateş söner; alaz küle, alev güle,
odun balığa döner. Şükürler olsun!
O
temizleyendir; geçtiği yerlere, aktığı yüreklere kir, pas ve günah konmaz. O
yaşatma uğruna yaşar. Canı yansa da ateşin üzerine korkusuzca dalar. Eğer onu
dizginlemeye çalışırsan, önüne çıkan bentleri yıkar. Kim sudan ayrı düştü, yok
olup gitti; kim suyun elini tuttu, o da çoğalıp bitti.
O
doğurgandır, düştüğü bütün yataklara bereket salar. Dizlerinde anne izi,
göğsünde anne şefkati, gözlerinde anne bakışı vardır. O yüzden bütün çiçekler
onun kucağına yakışır. O, şefkat penceresinden gürleyip akan şelaledir. Beş
vaktin beşinde de dupduru bir resital sunar; bütün gayreti, teheccüdü çiçekli
bir rüyaya kavuşturmak içindir. Rengârenk boyalara batırılan gökkuşakları,
ancak onun suyuyla boy gösterir.
Dışında sabır, içinde sabır, dilinde sabır… Sabırla “Hû” der akar, “Hû” diyenlere su, kırılan hayallere de ümit taşır. Taşır ki, kırıldığı yerden yeniden filizlensin…