Canın sağ olsun!

“Kimse sonsuza kadar güvenilir değildir. Ve kimseler de sonsuza kadar yanında duracak değil. Bugün olmasa bile yarın mutlaka öğrenmen gerekecek bunları. ‘Her insanın hedefleri olmalı’ derler ya, işte aynen öyle! Ama öyle günübirlik hedefler koyma kendine. Önüne koyduğun hedefe koşmak bir hayat boyu sürsün…”

“CANIN sağ olsun!” Ne güzel söz, öyle değil mi? Kimi cömertliğin, kimi fedakârlığın ifadesidir bu söz. Amma ille de iyiliğin sonucudur. İnsanın kendini eleştirmesi, “Ben şu konuda kötüyüm, iyi bir insan değilim” deyip sorgulaması, hesaba çekmesi hiç de kolay değil. Tersine, insanoğlu kendini anlatırken ekseriyetle iyi yönlerini ortaya koymaya meyillidir. Hâlbuki bunu insanın kendisi değil, çevresindekiler yaptığı zaman ortaya çıkar iyi olup olmadığı.

Kimiz, neyiz, nereden gelip nereye gidiyoruz? Neler yapıyoruz ya da neler yapmıyoruz? Bir insanın salt yaptıkları değil, yapmadıkları da iyi biri olup olmadığını gösterebilir. Cömert miyiz, cimri mi? Fedâkar mıyız, yoksa bencil mi? Ne kadar paylaşabiliyoruz hayatı? Ne kadar “Senin istediğin olsun” deyip hakkımızdan feragat edebiliyoruz?

Eskilerden kaldı mı aramızda hiç? Ya da eskilere benzeyen, benzemek isteyen? Bu çağda yaşayan ama bu çağa ait olmayan, olamayan? Kendini bu zamana ait hissetmeyen? Ya geçmişte kalmış ya da belki ileriki bir zamanda olabilecek huzur devrini özleyen, onun için uğraşan biri var mı aramızda? Her konuda, ama her konuda iyilikte yarışan, kötülükten kaçan, insanları kötülükten alıkoyan kaç kişi var?

Her kim olursa olsun, kendini karşısındakinin yerine koyup insanlara, yaratılmışa, eşyaya bu düsturla davranan kaç kişi var? Haksızlığa uğradığında “Eyvallah!” diyebilen, canı yandığında “Canın sağ olsun!” diyebilen kaç kişi? Vardır böyle güzel insanlar. İnanıyorum ben, vardır…

“Canın Sağolsun” kitabı, belki de çoğumuzun geçmişinde veya şimdisinde olan ya da belki geleceğinde olacak, başından geçenlerle/geçeceklerle dopdolu bir kitap. Sevmekle, sevilmemekle başlayıp geçmişe özlemle devam ediyor. Ve yine yaşamın kaçınılmazı olan aşk ile son buluyor. Soruyor, sorguluyor, kendini sorguya çekiyor kitapta satır aralarını okumasını bilenler. İlk aşkla, ilk heyecanla, tek taraflı yanmalar, aldatılmalar, terk edilmeler ve ihanet ve de “aşk” denilen şeyin acımasız yüzüyle karşı karşıya buluyorsunuz kendinizi kitapta.

Öncelikle sevmeyi bilmeli insan. Anlamalı sevmeyi, sevebilmek için. Kendini feda edebilmeli. Korkmalı bir yandan severken, bir yandan en cesur insanı olmalı dünyanın. Sadık olmalı; öncelikle kendine, kendi yüreğine… Ve utanmalı bir yandan severken insan. İçini temizlemeli, sol yanını, yüreğini. Yüreğine sevmeyi kimin koyduğunu bilmeli de sevmeli. Aşkın sahibini bilmeli. Ama ille de birini sevmeli insan.

“Birini sevmeli, bir serçeyi incitmekten korkar gibi. Öyle sevmeli ki onu, gecesine ay ışığı olmalı. Ve gündüzleri, gündüzleri de güneşine gölge etmeli insan kendini. Dokunmamalı bir yabancıya ve bir başka koku değmemeli tenine. Açlık hissi uyandırmalı gözleri. Birlikte sustuğu an, ilk kez konuşur gibi hissetmeli.”[i]

Ve bazen acıdır aşk, acıtır. Bazen sükûttur, susturur. Yakındır bazen aşk, uzaklaştırır. Korkuludur bazen, korkutur. Oysa çocukça olmalı “aşk” dediğin. Çıkarsız, önyargısız, merhametli, cömert ve fedâkar ve de cesurca… Umut olmalı oysa sevmek, umut ekmeli insanın yüreğine. Acıtmamalı insanın canını, korkutmamalı…

“Korkuyorum… Yeniden başlamaktan değil, bir benzerine yenilmekten…”[ii]


Umut olmalı aşk bildiğin. Umut kokmalı, hayat kokmalı. Yeniden diriltmeli insanı. Ayağa kaldırmalı, yaşatmalı, adam etmeli…

“Herkesten, her şeyden, en çok da kendimden geçip geldim sana. Iskalama lüksüm kalmadı artık. Ya mutlu olacağım ya da yaşadığım sürece mutluluğu öldüreceğim.”[iii]

İnsanoğlu en çok da neyin aşk olup neyin olmadığı konusunda yanılıyor olsa gerek. Sorsan herkes âşık; oysa kimse her şeyiyle sevemiyor. Hâlbuki dinlememeli bir başkasını, bir başkasını görmemeli sevenin gözü. Her şeyi göze almadan yaptığına sevmek mi denir hiç? Bahaneleri olmamalı sevenin, yeri gelince kırılmalı, dökülmeli, ama annesinden dayak yiyip “Anne!” diye ağlayan çocuk misali sarılmalı sevdiğinin eteklerine.

“Sana aşkı yanlış öğretmişler be! Oysa aşk için neyin var, neyin yoksa ortaya koymalı ve kaybetmekten korkmamalısın. Aşk sadece bugündür, yarını umursamamalısın. ‘Seviyorum’ dediğin insana sıkıca sarılmalısın. Çünkü ayrılık aldığını geri vermiyor. Yeri gelecek, o sevdiğin insan için ağlayacaksın; yeri gelecek, onun için mutluluk olacaksın. Onunla paylaştığın bu hayatta payına düşen ne ise, onu yaşayacaksın. Ama asla daha fazlasında gözün olmayacak! Bazı geceler gözüne uyku girmeyecek ama sen bunu da göze alacaksın. Özleyeceksin ve bu özlemler seni üşütecek. Kavuşmak için ayaklarını değil, kalbini kullanacaksın. Öyle insanlar var ki, mesafeleri bahane ederler; sen onlardan olmayacaksın! Yanında uyanmasan da olur. Aynı geleceği paylaşmayı kafana koyduysan, o yeter! Zaten kalp bu, gerçekten sevmişsen söz geçiremezsin o kalbe. Gerçekten sevenler, kırılsalar da, darılsalar da sevmesini çok iyi bilirler. Hatta bilmek de yetmez, ezberlerine kazırlar.”[iv]

Bir de eskilerden dinlemek var aşkı, bir de özlenen aşk var…

“‘Hayırdır evlat, nedir suratını böyle yerlere düşüren derdin adı?’ ‘Aşk’ dedim, ‘Aşk Bey Amca!’… Başladı anlatmaya: ‘Şimdinin aşkları eskiye benzemiyor evlat. Bir kap yemeği paylaşacak kadar gönlü geniş değil sizin nesliniz. Akıp giden zamana eşlik ediyorsunuz sadece. Kendini kaybedecek kadar sevmeyi geçtim, kendiniz için sevdiğinizi bile kaybedebiliyorsunuz. Hep genç kalacak sanıyor, ihtiyarlamaktan korkuyorsunuz. Hepinizin hayatı bir kapı eşiğine bakıyor. Bizim neslimiz hiç böyle olmadı. Kapıdan besmeleyle çıkar, şükürle dönerdik. Sırf sevenimiz var diye bile kendimize iyi bakardık. Şimdilerde görüyorum, sevdiğinizin gönlünü almak için bir şarkıyla, bir şiirle dayanıyorsunuz kapısına. Bizse ömrümüzü ikram ederdik. Kabul ederse, o ömür onunla biterdi. Kabul etmezse de ömür onu beklemekle geçerdi. Ayrılık, ihanet gibi kavramlar kapımızın önünden bile geçmezdi. Göz perdesi gönülden bir kez görür, hayata gözlerimizi kapatana kadar onun için aralanırdı. Senin ‘aşk’ dediğin şeye biz ‘sevmek’ derdik evlat. Aşk diye bir şey yoktu, sevebildiğin kadar sevmek vardı.’”[v]

Ve bir şey oldu -ne zaman oldu bu bilinmez-, gün geldi ve bozuldu her şey. İnsanoğlunun yüreği bozuldu belki de ilk. Onunla birlikte ne varsa bozuldu dünyada. Kimse kimseye güvenmez oldu. Korkar oldu kendi neslinden insanoğlu. Dünyaya bel bağladı, hor gördü, hırpaladı. İyi insanlar azaldı sonra.

“Kimse sonsuza kadar güvenilir değildir. Ve kimseler de sonsuza kadar yanında duracak değil. Bugün olmasa bile yarın mutlaka öğrenmen gerekecek bunları. ‘Her insanın hedefleri olmalı’ derler ya, işte aynen öyle! Ama öyle günübirlik hedefler koyma kendine. Önüne koyduğun hedefe koşmak bir hayat boyu sürsün. Yılma ve sakın yıkılma! Önüne çıkan engelleri ezip geçmesini bilmelisin. İyi insan sayısı azaldı günümüzde. Şayet sen de onlardan biriysen, güçlü olmak zorundasın!”[vi]

İnsanız hepimiz ve nefsimiz var. En güzelini, en iyisini isteriz her şeyin. Hayırlısını istemeyi çok zor öğreniyoruz. Çok zor öğreniyoruz nefsimizi ezip geçmeyi.

“Yaratan’dan önce hayırlısını dile, hayırsız ise kavuşmak neye yarar?”[vii]

Serkan Özel

“Sıcak Ayaz”, “Kapalı Gişe Yalnızlık” ve “Canın Sağolsun” kitaplarının yazarı…



[i] Canın Sağolsun / Serkan Özel

[ii] Canın Sağolsun / Serkan Özel

[iii] Canın Sağolsun / Serkan Özel

[iv] Canın Sağolsun / Serkan Özel

[v] Canın Sağolsun / Serkan Özel

[vi] Canın Sağolsun / Serkan Özel

[vii] Canın Sağolsun / Serkan Özel