NE güzel güler
çocuklar; masumane pırıl pırıl, çıkarsız, samimi...
Sen
hep gül çocuk! Gözlerin güneş, yüreğin billur, gönlün hep yeşil olsun. Sen gül ki
dünyamız aydınlansın, insan olduğumuzun daha çok farkına varalım. Gözlerine
hüzün, yüreğine acı uğramasın, edep ve ahlakına karanlık, aklına şeytan
dokunmasın, seni dünyanın yanlışlıkları kandırmasın çocuk!
Tertemiz
hicret ettiğin dünyadan göçüp gidinceye dek, her zaman faydalı işlerle hemhâl
olmayı nasip etsin sana Rabbim!
Ah
çocuk, seni yetiştirmek başlı başına bir sanat, bitmek bilmeyen bir okul, emekliliği olmayan bir iş, biliyor
musun? Ne çok iş düşüyor ebeveynlere! Şimdilerde pek dertliler anne babalar; zira
zaman değişmiş, çocuklar çok zekiymiş ve anneler-babalar gerçekten çok efor
harcıyorlarmış evlatlarını yetiştirirlerken.
Oysa
artan imkânlar, “Ben yaşayamadım evladım yaşasın; başkalarının çocuklarına
özenmesin” zihniyetiyle çocuğu oyuncağa boğmak, her istediğini alarak ona
iyilik ettiğimizi zannetmekten öteye gitmeyen bir davranış gibi geliyor çoğu
zaman bana. Ha birde ne kadar çok oyuncak, o kadar çok gelişmiş bir zekâ gibi algılanıyor
bazen. Hâlbuki şöyle çocukluğuma uzandığımda eli kolu oynamayan, genelde daha
alındığının ikinci günü gözlerinden biri mutlaka düştüğü için tek gözlü kalan
bir plastik bebek aklıma geliyor. Nedense hep mavidir o plastik bebeklerin
gözleri. Öyle şarkı söylemez, masal anlatmaz, gözlerini kapatıp açmaz, sadece
mavi tek gözüyle size bakar durur. O bakıştan karnının acıktığını, altının
kirlendiğini, biraz gezmek istediğini, uykusunun geldiğini anlarsınız. Hâsılı,
küçücük yaşta güzel bir anne olup çıkıverirsiniz…
Hep
düşünmüşümdür, bizdeki annelik duygusu ve hayal dünyamızın kocamanlığı,
ufkumuzun bu denli geniş olması, eli kolu oynamayan bir plastik bebeğin bize
anlatmak istediklerinde mi gizliydi? İki sandalye ayağının arasına yapılan
ipten bir beşikte ya bez ya da plastik bebeğimizi sallarken o küçücük yaşımızda
nasılda olgunlaştığımızın, azla yetinmenin, çoğu bilmemenin huzuru
içindeymişiz.
Biz
güzeldik, masumduk, saftık, korkusuzduk, lakin zaman bize neler neler etti! Büyük
annelerimizden, büyük babalarımızdan aldığımız güzellikleri yavrularımıza, torunlarımıza
biraz eksik, biraz yamalı, çokça kirlenmiş şekilde sunmaya başladık. Az biraz,
galiba canavarlaştık.
Hiç
unutmam, oğlumu yaşı geldiğinde anaokuluna yazdırmaya gittiğimizde, ona okulu
sevimli göstermeye çalışırken “Bak ne güzel oyuncaklar, gel biraz oynayalım”
dediğimde, oğlum çevresine biraz bakındıktan sonra “Benim odamdaki oyuncaklar
daha güzel, ben burada kalmak istemiyorum, haydi evimize gidelim!” diye
tutturmuştu. O zaman anlamıştım ki durmadan yeni şeyler almak çok da doğru
olmayabiliyor. İnsanın bir gına noktası olmalı, durmasını bilmeli.
Galiba
ilgi alanları genişleyen anne babalar olarak, “Çocukların meşguliyetini
arttırırsak, bizimle zaman geçirmekten ziyade, kendi odalarında olmayı daha çok
severler ve bizi bize daha çok bırakırlar” ümidiyle çocukların bir dediğini iki
etmemeye başladık.
Şair
kısa ama öz olarak, “Kim demiş çocuk küçük bir şeydir,/ Belki de çocuk en büyük
şeydir” demiş ve çok anlamlı, doğru söylemiş. Çocuklar ailenin aynası olduğuna
göre, vazife ağır, işimiz zor!
Bu zorlukları kolaylaştırabilmek için dikkat edilmesi gereken hususlar var elbette. Bu hususların en önemlisi, yavrularımızın maneviyatlarının kuvvetlendirilmesidir. “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir” diyor Bediüzzaman ve kendi üzerindeki tesirini şu sözlerle ifade ediyor: “Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım hâlde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş.”
Ağaç
yaşken eğilir
Evet,
çocuğun fıtratını en çok etkileyen şeyin, evin içinde anne babanın hal ve
etvarıyla örnek teşkil etmek olduğunun bilincinde olmak gerek. Yabancı bir
düşünür, “Çocuklar donmamış beton gibidir, üzerine ne düşse iz bırakır” der. Ben
bu sözü ilk okuduğumda omuzlarımda bin tonluk bir ağırlık hissetmiştim, canım
acımıştı adeta. Nasıl bir yük, nasıl bir sorumluluk, ne ağır bir vebaldi bu ya
Rabbi?! Öyle ya, masum yürekler bize Rabbimizin emaneti ve biz o emanetlere
sevgi, şefkat, merhamet ve donanımlarımızla sahip çıkmalıyız; sahip çıkarken de
onları geleceğe manevi kal’aları kuvvetli bir şekilde yetiştirmeliyiz. Çok söze
gerek yok, sadece “Daha küçük, büyüsün, öğrenir” ifadesinden kendimizi sıyırıp “Ağaç
yaşken eğilir” mantığıyla yola çıkarak evlatlarımıza fen ilimlerinin yanı sıra
onun ruhunun inkişafını tamamlayacak, imanını kuvvetlendirecek olan dinî
vecibeleri önce yaşantımızda hayata geçirip daha sonra onun tertemiz aklına, fikrine
ve gönlüne en uygun şekilde sunmamız gerek.
Mesela
dinî bilgileri öğrenmekte zorlayıcı olmamalı, sevdirmeliyiz. Dinin
güzelliklerini göstererek ya da hakikî dindar Müslümanları ve tarihimizdeki
büyük dinî şahsiyetlerin hayatlarını, yaptıkları hizmetleri anlatmalıyız.
Maneviyatımıza faydası olan kutsal yerlere, camilere götürmeli, mukaddes mekânlarımızı
sevdirmeliyiz. Günah ile hatanın sınırlarını belirlemeli, günaha hata, hataya
da günah dememeliyiz. Her yaramazlık ve kusurun karşısında Cehennem ile korkutmamalıyız.
Çocuklarımıza neye niçin inanmaları gerektiğinin şuurunu vermeliyiz.
Dinî
vecibeleri yalnız Allah için yapmanın gereğini anlatmalıyız. Allah’ın bizlere
karşı anne ve babamızdan daha şefkatli ve merhametli olduğunu, bütün nimetleri
bizim için yaratıp verdiğini söylemeliyiz. Hatta çocuğumuza istediği şeyi aldığımız
zaman, ona, “Allah bize bu imkânı verdi, biz de sana alabildik” diyerek her şeyin
Allah’ın izni dairesinde olduğunu belirtmeliyiz.
Çocuklar,
anne-baba başta olmak üzere çevrelerindeki büyükleri model alarak büyürler. Biz
farkına bile varmadan davranışlarımızı izler, bizi taklit ederek kişiliklerini
geliştirir ve kimlik kazanırlar. Bunun için çocuğumuza nasihat vermek yerine
örnek olmalıyız. Çocuklarımız bizim her şeyimiz, umutlarımız, yarınlarımız; gönüllerimizde
yaşattığımız özlenen ülkenin kurucusu yine onlar ve işte bunun için onlara
değer vermeliyiz!
Onlara
karşı şefkatimizi, acıma duygumuzu, merhametimizi nerede, hangi durumlarda ve
nasıl kullanacağımızı iyi bilmeliyiz. Çocuklarımızın karınlarını ve zihinlerini
doyurduğumuz kadar
ruhlarını
da beslemeliyiz ki o masum yürekleri şefkatimizle sarıp sarmalarken, hırs,
kıskançlık, enaniyet ve en çokta bencillik kirlerinden uzak tutabilelim.
Elbette
önce kendimizden başlamalıyız ıslah hareketine. Yalan söylememek, her ne olursa
olsun kendimize, çevremize, eşe dosta karşılıksız yardım etmek, sabırlı,
ferasetli, akılcı şekilde menfaat, yalan, gurur, kibir, riya ve dedikodudan
uzak biçimde hoşgörülü olmak ve güzel haberler veren, güzel şeylerden bahseden,
güzellikleri kendimizle birlikte herkes için isteyen ve huzuru yaşamanın
zevkine vararak adeta yaşadığımız yeri dünya cenneti haline getiren kimseler
olarak çevremizdeki insanlar için bir lütuf olabilme yolunda başarılı olursak, bilin
ki çocuk yetiştirme sanatını da öğrenmişiz demektir.
Ulaşamadığına
tevekkül, ulaştığına rıza, kaybettiğine sabır gösteren, ruhu, gönlü ve yüreği
güzel çocuklar yetiştirip onlarla şen kahkahalar atarak yaşayalım inşallah
dertsiz tasasız...
Rabbime
emanetiz…