
“Şu kopan fırtına,
Türk Ordusudur Yâ Rabbi!
Senin uğrunda ölen
ordu, budur Yâ Rabbi!
Tâ ki yükselsin
ezanlarla müeyyed Nâmın,
Galib et, çünkü bu
son ordusudur İslâm’ın!”
(Yahya
Kemâl Beyatlı)
***
PEK Muhterem Kari,
Teşrinievvelin kasvetli, gri, şiirimsi ve kendimi bildim bileli böylesini
sevip sevmediğime bir türlü karar veremediğim bir hazan günüydü Silivri’ye
gidişim; soğuk değil ama hava bulutlu, yağıp yağmamakta mütereddit. Havanın bu
hâli, hâlet-i rûhiyeme sirâyet etmekte, tereddütlerimi körüklemekteydi enikonu;
Şeker Abi’yi bulabilecek miydim?
“Esnafa sor” diye yazmıştı bana, çarşıdaki birçoğuna suâl eyledim;
bakkalına, çakkalına, kasabına, turşucusuna, çorbacısına… Kaçamak ya da olumsuz
cevaplar aldım ekseriyetle lâkin hak vermedim de değil. İn miydim, cin miydim,
neden soruyordum ki Şeker Abi’yi? Belli, sorduklarım tanıyor kendisini, ancak
pekâlâ zarar vermek için de arıyor olabilirim abimizi; öyle ya, “zaman kötü”!
Bu arada kendi hâlinde mücerret bir sûrette namütenahi akmakta olan zaman
neden kötü olsundu ki? Kötü olan zaman değil, insandır muhakkak! Bir derenin kirli
akmasının kabahati derenin midir, insanın mı?
“Çay içsek ne iyi olur” demişti Şeker Abi, rotamı sahildeki çay
bahçelerine kırdım tâzelenmiş bir ümitle ve nihâyet hâlden anlayan bir esnaf
çıkıverdi karşıma. Sora sora Bağdat da, üstat da bulunurmuş. Acele edersem
ikindi namazında Piri Mehmet Paşa Camiî’nde yakalayabilirmişim abimizi. Yanıma
da “yardımcı olması” için iri kıyım ocakçısını verdi.
Bu “yardımın” gâyesinin Şeker Abi’yi korumak olduğunu biliyorum; güven
telkin etmemek can sıkıcı olsa da içten içe takdir etmiyor da değilim böyle bir
hareketi.
Piri Mehmet Paşa Camiî’nin avlusuna girdiğimde sanki çocukluğuma,
çocukluğumda kan ter içerisinde düşe kalka oyunlar oynadığım, Bünyan’ın Cami-i
Kebîr’inin avlusuna girdiğimi zannettim. Zaman avludaki çam ağaçlarının iğne
yaprakları arasından sürtünerek ve hızını kaybederek akmaktaydı âdeta.
Yeryüzündeki ağaçlar kökleriyle anlaşıyorsa -ki öyle bence- çocukluğumun
camisine -ve aslında çocukluğuma- duyduğum özlemi aktarıyor bu caminin çamları
yerin altından, eminim. Zaman bir girdap misâli beni bu avludan yutup diğerine
savuruyor sanki, direnmiyorum.
Bu kırk saniyelik -belki de kırk yıllık- hülyamdan uyandığımda ocakçının
şadırvanda birine beni işâret ettiğini görüyorum, o olmalı. Başıyla beni
tanıdığını işâret ediyor, ocakçı mutmain oluyor. Yanlarına doğru ilerlerken
caminin hoparlörlerinden önce metalik bir hışırtı geliyor, ardından ezan
başlıyor.
Saatime bakıyorum gayriihtiyarî; caminin girişindeki tabelâda okuduğum
kuruluş yılını gösteriyor, “15:30”. Severim böyle tevafukları!
Selâmıma muhabbetle mukâbele ediyor Şeker Abi, başıyla camiyi işâret ederek,
“Ben de seni bekliyordum ama önce borcumuzu edâ edelim” diyor. Merkezinde Âyetü’l-Kürsî
nakşedilmiş ana kubbenin altında borçlarımızdan kurtuluyoruz, elhamdülillah!
Namaz sonrası Şeker Abi’nin peşine takılıyorum, caminin arka tarafında bulunan
kare plânlı, kesme taştan inşâ edilmiş küçük bir binaya yöneliyoruz. Burası bir
muvakkithâne olmalı, bizim mevzuları konuşmak için ne de münasip bir yer!
Gülümsüyorum…
Mihmandarımı takiben muvakkithâneye girerken gözüm ahşap -muhtemelen de
ceviz- kapıdaki şekillere takılıyor bir an; kabartma şekiller Bursa Ulu Cami’nin
minberindeki gök cisimlerini çağrıştırıyor, çıkışta dikkatlice incelemeye karar
veriyorum.
Şeker Abi kapıyı içeriden kapatıyor, kapıdaki şekiller dışarıda kalıyor.
Kapının kapandığı ve dilin yuvasına oturduğu anda içerideki zamanın ve mekânın şeffaf
bir balon misâli büzülüp genişlediğini hissediyorum. Yanılmış da olabilirim.
Muvakkithânede neler konuştuğumuz bir başka zamanın faslı olsun inşallah
muhterem kari, affınıza mağruren…
“Aylardan Ağustos, günlerden Cuma…”
Bu ayki seyahatimize sıvı yakıtlı sefinemizle ve dolu bir depoyla çıkacağız
dostlar. Evet, sefinemizin motörünü tebdil eylemeye muvaffak olduk, tecrübelerini
tastamam yaptık ve nihâyetinde seyahate hazırız. Sizler de hazırsanız,
nişangâhlarımızı kuralım…
Zaman nişangâhımı 949 yıl evvele kuruyorum: 25 Ağustos 1071… Mekân
nişangâhımı nereye ayarladığımı sanırım anlamışsınızdır. Yâ Allah, yâ Bismillah!
Deveran başlasın, fiyuv fiyuv fiyuv…
Süphan dağının, karşısındaki geniş ovayı kuşbakışı gören bir noktasında
kurulmuş Sultan’ın otağı. Sultan, otağının önünde bir heykel gibi hareketsiz
biçimde, yarın bu ovada yani Malazgirt’te yaşanacak insanlık tarihinin en mühim
harplerinden birisinin plânlarını kuruyor; belki de bu savaşı bir gün
öncesinden yaşıyor.
Henüz Bizans ordusu görünmüş değil ama Sultan Muhammed Alparslan Han,
düşmanın yaklaşmakta olduğunu biliyor.
Henüz öğle olmuş değil ama hava sıcak, çok sıcak; yarın daha da ısınacak.
Ovaya doğru intizamlı şekilde dizilmiş bölük bölük askerlerin arasından tozu
dumana katarak atlı bir ulak geliyor. Ziyâdesiyle telâşlı, neredeyse atını
çatlatacak.
Otağa yüz adım kadar mesafede atından atlıyor, yuları orada bulunan bir
askere teslim ediyor ve koşar adım Sultan’a doğru yöneliyor.
Sultan’ın yaklaşık on adım önünde, bir dizini yere koyuyor, sağ elinin
ayasını kalbinin üstüne sertçe vurarak selâmını veriyor, ardından da telâş ve
heyecanla “kara” haberini: “Sultanım!
Bizanslılar yaklaşık 300 bin kişilik ordusuyla üzerimize doğru geliyor!”
Sultan’ın sadece 27 bin askeri var lâkin yüzünde en ufak bir endişeden,
zerre miskal yeisten eser yok. Zira ona zafer değil, sefer emrolundu; zafer
Allah’tan!
Sultan Muhammed Alparslan sükûnetle ulağa -ve aslında yanı başında bekleyen
kumandanlarına- cevap veriyor: “Biz de onların
üzerine doğru gidiyoruz!”
Bu haberi getiren asker, şayet savaş alanında şehid olmadıysa, 27 bin kişilik Selçuklu ordusunun, Bizans
ordusuna karşı zaferine şâhit
olacaktır. Hattâ savaşta esir alındıktan sonra Sultan Alparslan tarafından
affedilip serbest bırakılan Bizans İmparatoru Dördüncü Romanos Diogenes’in üç beş
kişiyle geri dönüşünü bile izlemiş olabilir bir tepenin başından...
Geçtikleri yerlerde taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadan, Ermeni,
Süryani, Gürcü, Yezidi, çoluk çocuk demeden katlederek ilerleyen o 300 bin
kişilik dev ordu, akşam serinliği çökerken Malazgirt ovasında savaş düzenini
almıştı bile.
Hazır buraya ve bugüne kadar gelmişken, yarını görmeden dönecek değilim
elbette. Bir kovuğun kıyısında gece boyunca yanan ateşleri izleyerek ve okunan
duâlara icâbet ederek, bir tavşan uykusu ile o mübârek orduyla birlikte sabahı
ediyorum.
26 Ağustos, günlerden Cuma… Karşıda ovaya sığmayan Bizans ordusu, Muratsuyu
vadisine doğru yığılma yapmış. Ucu bucağı görünmez bu insan yığını, fokurdayan
bir kazan misâli savaşa hazırlanıyor. Ancak Sultan Alparslan’ın ordusu savaşa değil,
namaza hazırlık yapıyor. Muhteşem bir huşû içerisinde Cuma namazı edâ ediliyor
evvelâ.
Namaz sonrası hep birlikte edilen duâları müteakip, yavaş yavaş savaş
düzeni alınıyor.
Karşıda Bizans ordusu kadim düzenini almış durumda. Merkezde İmparator Diogenes,
sağ kanatta ağır zırhlı ve mızraklı süvarilerin başında Kapadokyalı Attaliates,
sol kanatta okçu süvariler ve ihtiyat kuvvetlerinin başında General Bryennios
ve altı saf boyunca ağır ve hafif zırhlı piyade birliklerinin başında da Prens
Andronikos Dukas…
Alparslan, intizamla dizilmiş ordunun önünde bir sağa bir sola sürdüğü atı
ile askerine hitap ediyor; buradan duymam mümkün değil lâkin bu hitabın askere
olan tesirini görebiliyorum. Hepsi de savaşın bir an evvel başlaması için can
atıyor.
Sultan Alparslan’ın emrindeki 8-10 bin atlının koca Bizans ordusuna
göbekten hücûma geçmesiyle savaş başlıyor. Bizans ordusu için sürpriz bir hücûm
bu. Önce uzun menzilli okları, sonra da mızrak ve kılıçlarıyla Bizans ordusunu
ortadan ikiye yarıyor bu öncü birlik ve ortalık karışıyor. Bizans ordusu bu ilk
şaşkınlığı atıp toparlanmaya başladığında kızıl flâmalar sallanıyor ve
Sultan’ın birliği hızla geri çekilmeye başlıyor. Ricat eden birlikte pek zayiat
yok gibi ama karşıda açılan yarığın kapanması zaman alıyor.
Kısa bir tereddütten sonra ricat eden Türk atlılarının peşine düşüyorlar.
Önde Alparslan ve gazileri, arkada Bizans ordusu, hızla Grakül tepesine doğru
hafifçe derinleşen vadiye doğru akıyorlar.
Her şey o kadar hızlı oluyor ki sanki hızlandırılmış bir film izliyormuş
gibi hissediyorum. Bizans ordusu zokayı yutmuştu ve sonları olacak vadiye hızla
yaklaşıyordu. Ve olan oldu!
Gökyüzünün rengi griye dönüp vadinin tepelerinden üzerlerine yağmur gibi
oklar yağmaya başladığında ancak anlayabildi Bizans birlikleri içine düştükleri
cendereyi. Bu meyanda Hıristiyan Peçenekler, Uzlar, Kıpçaklar, Şaman Oğuz
Birlikleri ve Ermeniler birer birer ayrılıyorlardı sonu gelmekte olan Bizans
ordusundan.
Aynı zamanda Afşin Bey de kapana kısılan Diogenes’in ordusunun arkasını
kuşatmakta idi. Kapanmakta olan bu çemberi fark eden birlikler kaçışıyorlardı;
içeride kalanları ise ağır bir hezîmet beklemekteydi.
Gün sona ermeden harp sona ermişti. Alplerinin oluşturduğu halka içerisinde
uzun süren bir kavga ve boğuşmadan sonra Savtegin Alp, Diogenes’i yere çalmış
ve sağ olarak teslim almıştı.
İçimde engin bir sürur ile dönme vaktinin geldiğini hissediyorum. Günün şehitleri için duâ edip, dönüş için sefinemi çalıştırıyorum.
Bu ordu, insanlığın son kalesidir!
Muhterem dostlar,
O günden bugüne neredeyse bin yıl geçti lâkin bu şanlı ordunun geçmişi
Milât öncesi 200 yıllarına kadar uzanıyor. Bu mübârek ordu, Dandanakan’da, İstanbul
surlarında, Mohaç’ta, Niğbolu’da, Mercidabık’ta, Kutü’l-Amâre’de, Çanakkale’de,
Dumlupınar’da ve dahi birçok harp meydanında can verdi, can aldı.
Giriştiği hiçbir cenkte masumlara ilişmedi, hattâ en azılı düşmanı olsa
dahi “Aman!” diyene kılıç çekmedi. Gittiği yere huzur ve adâlet götürdü;
götürmeye de devam ediyor.
Bu yüzdendir ki, Bizanslı papazlar bile, “Lâtin külâhı görmektense Türk
sarığını yeğlerim” demişlerdi. Bu yüzdendir ki, Hıristiyan Ermeniler o gün
Bizans’ın değil, Alparslan’ın ordusunda yer aldılar. Bu yüzdendir ki, bu ordu,
gittiği her yerde çiçeklerle, bayraklarla karşılanıyor, el üzerinde tutuluyor…
Ve tarih boyunca bu mübârek ordunun düşmanlarının yekûnu, kendisinden katbekat
fazla oldu. Çinliler, Bizanslılar, Haçlılar, Moğollar, emperyalist yamyamlar…
Bugün de durum farklı değil. Buna içimizde bulunan Çandarlı Halil Paşaları,
Cemal Paşaları, “Edirne’ye Enver gireceğine Bulgar girsin” diyenleri,
İran ile savaşırsak İran’ın, Esad ile savaşırsak Esad’ın yanında olacağını açık
açık söyleyenleri, bu ordu için “işgalci, lejyoner, cihatçı -ve maalesef-
satılmış” sıfatlarını kullananları da ekleyiniz…
Bu ordu, insanlığın son kalesidir! Bu ordu, ezilmişlerin tek ümididir! Bu
ordu, emperyalist yamyamların oyunlarını bozan, uykularını kaçıran İslâm’ın son
ordusudur!
Siyâsî mülahazalarla Peygamber Ocağı bu orduya “satılmış” demek, en hafif
tâbirle çapsızlıktır, hâdsizliktir, kör cahilliktir. Bu durumu tarif için
içimden fışkıran onlarca kelimenin yeri de bu satırlar değildir. Hülâsa, sadece
bizim değil, gönül coğrafyamızdaki bütün halkların tek ümidi olan Türk Ordusuna
uzanan zehirli dilleri şiddetle ama şiddetle kınıyorum. Pervasızca zehir kusan
bu çatal dilleri hukuka ve Allah’a havâle ediyorum. Vesselâm…
Duâyla kalınız…