
BU, boyanın beyazı, ahşabın sıcaklığı ile inşâ edilmiş konağa ilk gelişimde henüz on iki yaşındaydım ve kara kışta buza dönmüştü yüreğim. Bir doru tay vardı içimde dört nala koşan. Bugünlerde kanımın sıcaklığı ısıtıyor artık üşüyen ruhumu. Çünkü Meryem’i tanıyalı başladı benim hayatım. Öncesi o menhus günden bugüne kadar bir koca ömür sandığım o yıllar, dürüldü, büzüldü, Meryem’in sıcaklığında eridi, gitti… Yaralı, acılı dört yürek bir ufak cennet kuruverdik, kargacık burgacık şehrin orta yerinde inci misali parlayan eski ahşap beyaz konakta.
Dünleri unuttuk, yarınlardan bir haber yaşıyorduk günü, anı… Acıları unutmuştuk ama bize bu günleri nasip edene şükrümüz sınırsızdı sevgimiz gibi...
Her şey gibi bugünler de geçiyordu bizden bağımsız. Yine her zamanki gibi seherle başlıyordum güne. Becerim artmış, gayretim iki katına çıkmıştı. Yeni taze bir can katılacaktı baharda aramıza. Meryem, anne olacaktı. Meryem’i gördüğüm an içim dışım Meryem olmuş, kabullenmiştim hemen, hiç onsuz olmamış gibi… Yolunu gözlediğimiz bu minik canın hayali zorluyordu sınırlarını ruhumun. Baba mı olacaktım? Benim babama sarıldığım, sığındığım gibi mi bir can bana tutunup hayatta yetişecekti? Yapabilir miydim babam gibi? Onun güveni, sırtını dayadığı karlı dağı, kahramanı olabilir miydim?
Her gün sözler veriyordum kendime. Evladım için dünyayı sarsacak gücüm vardı içimde. Rabbim o küçük cana can katarken gayb âleminden, ana-babaya da sabır ve muhabbet zerk ediyordu melekleriyle sanki. Meryem’de ayrı bir heyecan, ustam ve refikasında bambaşka duygular… Hepimizin odağı olmuştu daha dünyaya gelmeden cennet meyvesi, Rabbimin rahmet ikramı evladımız.
Bir sabah seherde devrem aradı, buradaki ilk ve tek dostum. Sesi iyi değildi. Anacığı, dar-ü dünyada tek varını hastaneye götürüyordu. Teheccüd namazında secdede kalıvermişti geçirdiği kalp krizinden. Alelacele hastaneye koştum, gün daha ışımamıştı. Devremi buldum. Kanı çekilmiş yüzünde, gözleri iki kara kuyu olmuştu. İçi acı, hüzün dolu iki kuyu. Sarıldım tüm gücümle babasız büyüyen devreme. Doktor bize maalesef hastayı kurtaramadık dediğinde, içimizin bildiğini kulaklarımız duyuyordu sadece…
O da yalnız ve yetimdi benim gibi. Anadolu’nun ücra bir köşesinden buralara göç ettiklerinde babasının tek isteği geçimini sağlayacağı bir işti. Ama kaderi vardı her ölümlünün olduğu gibi onların da bilmedikleri. Yazgıları getirmişti onları da buralara. Önce babası şimdi ise annesi geçip gitmişti hayattan ve göçmüşlerdi gerçek yurtlarına…
İyiler de çok bu dünyada hamdolsun, tertemiz iman kokulu bir mümine eşlerimiz, biz iki ne yapacağını bilmezin elinden asıl yurduna gidecek yolcuyu hazırlamak üzere aldı. İkimiz de şaşkındık. Ben hâlâ on iki yaşımın fırtınalarında, devrem kopan son dalının hüsranında... Her şey bir hüzünlü rüya hızıyla yaşandı. Sessizce ve yalnızca yerleştirdik kabrine merhumeyi. Gün akşama kavuşurken eve varabildim.
Ustam atölyede yoktu, yukarı çıktım, evde de kimseyi bulamadım. Olağandışı bu durum, benim gün içinde örselenmiş yüreğimi yerinden koparttı. Telefonun sesiyle fırladım. Ustamın sesi titriyordu karşı taraftan. Ağlamaktan konuştuğu anlaşılmayan sesi… “Oğlum nerelerdesin? Tüm gün seni aradım, hemen hastaneye gel, seni bekliyoruz” diyordu hıçkırırken. Yüreğim korku ve heyecandan kaskatı, koştum hastaneye.
İki minik beyaz kundak verdiler kucağıma. Sarılıp ağlaşırken ustam ve refikası minik iki yüze kilitlendi yüreğim. Korkum sevince, telaşım heyecana dönüştü. Cennet kokan bedenlerine sarıldım. Sevinçten ağlıyordum ömrümde ilk kez. Gözyaşı ne güzelmiş!
Meryem’e koştum ardından. Artık ölsem de gam yemezdim. Canıma iki can daha hediye edilmişti. Rabbimin lütfuna, ikramına, nimetine şükre yetmeyen gücümle hıçkırarak secdeye kapandım.
Acı, oturuyor yüreğine, ömrüne, zamanına insanın da, taşıması zor oluyor ve geçmek bilmiyor acılı zamanlar. Ama saadet öyle mi? İki koca kanatlı kuş sanki... Seni de uçuruyor kanatlarıyla, zamanı da… Su gibi geçip gidiyor dakikalar, saatler, aylar...
Meryem’in munis sükûtu, iki cennet meyvesinin masum taşkınlıkları yüreğimin ağır yükleriyle yer değiştirdikçe değiştim ben de. Meğer içi gülebilirmiş insanın. Meğer güneş ısıtırmış insanın yüreğini de. Meğer geceleri nur yağarmış karanlıklara meleklerin kanatlarında. Ev, yuva meğerse cennetten bir cüzmüş içinde sevgi kokan. Benim de baharım gelmişti artık.
Meryem de hep isterdi benim baba ocağımın yeniden tütmesini. Ömrümüzün bir kısmı yeniden onarıp yuva ettiğim baba yurdunda, bir kısmı ustamın bize bıraktığı ahşap konakta geçiyordu. Torun sevgisini doya doya yaşadı ustam ve refikası. Tahsin ile kapanan gönül kapıları onlara da baharı getirmişti ahir ömürlerinde.
Bir zaman sonra iki kıymetli büyüğümüzü asıl yurduna yolcu ettik sırayla. Eşinden hiç ayrılmayan koca çınar, refikasının ardından sessizleşti, ıssızlaştı ve gidiverdi dört ay sonra. Ömrünü birlikte kotardığı, acıyı tatlıyı beraber paylaştığı eşinin yanına.
Ölüm bile güzeldi, insanın ruhu tastamam dolu ise sevgiyle, imanla, güvenle. Bana hayatı öğreten ustamı teslim ederken asıl yurduna kalbim mutmaindi. İkizlerimiz büyüyordu, taze fidanlar misali, hızla. Kızımız annemdi her şeyiyle sanki. Oğlumuzu babasına benzetiyordu Meryem, ben ise ustama. Onlara baktıkça anlıyordum ki ölüm son değil, dünyada da sürgün veriyor evlatlarla, yapıp ettiklerimizle. Rabbim iyi şeyler yapmayı nasip etsin. Hayırla gelip göçmek, iyi ameller işleyebilmek, zorda sabır, nimette şükür edebilmek…
Süregidiyor hayat Adem babamızdan bugüne bir kervan misali. Vakti gelen yolcu katılıyor kervana, vakti dolan gidiyor ana yurduna. Bunu bilmek ve tevekkülle kabullenmek, benim payıma düşen hamdolsun…