
ÇANAKKALE Boğazın2dan Gelibolu
yamaçlarına doğru baktığınızda, okuyanlara o tarihi yaşatırcasına, Necmeddin
Halil Onan’ın, “Dur Yolcu! Bilmeden gelip bastığın/ Bu toprak bir devrin
battığı yerdir” diyerek haykıran mısralarını okursunuz. Bu yazıyı okuduğunuzda,
ister istemez kendinize bir çekidüzen verirsiniz. Zira bu mekân, Mehmed Âkif’in,
“Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?” diye destanını yazdığı savaşın
yaşandığı yerdir.
Dünyada eşi benzeri olmayan
Boğaz Harbi neydi acaba?
Mart 1918’de vuku bulan Boğaz
Harbi, dünya tarihinin en büyük müdafaa savaşlarından biri ve aynı zamanda
dünyada eşine nadir rastlanan bir kahramanlık destanıdır.
İngiliz-Fransız donanmalarından
müteşekkil Birleşik Filo, Çanakkale Boğazı’nı geçerek Marmara’ya girip
İmparatorluğun başkenti İstanbul’u bir ay içinde ele geçirmeyi hedefliyordu.
Aynı zamanda iç isyanlarla boğuşan Çarlık Rusya’sına yardım ederek
müttefiklerini ayakta tutmak da bir diğer hedeflerinden biriydi. Bu hedefler
ele geçirildiğinde ise Dünya Savaşı kazanılmış olacaktı. Böylece 1918’de
yapacakları işgalleri bundan üç yıl önce, 1915’te yapacaklardı. Ama hiç
ummadıkları bir yerde plânları suya düşmüştü. Dünyanın en modern ve yenilmez
armadası olarak gördükleri donanmaları da Çanakkale Boğazı’nda Türk’ün mâneviyat
kayalarına çarparak tuzla buz olmuştu.
Onlar kemiyetlerin büyülü
dünyasına kapılmış bir vaziyette, gururun ve kibrin gözleri kör eden sarhoşluğu
ile bataryalarımıza alevler kusarken, Çanakkale’de Müslüman Türk’ün iman, sabır
ve inanç gibi keyfiyetleriyle mücehhez ruhu karşısında bu ölümcül ateş sağanağı,
boş havai fişekler gibi sönüp gitti.
Asrın en son teknolojisi ile
silahlandırılmış bu devâsa ölüm makinelerine karşı demode ihtiyar toplar, karadaki
bataryalarından erkekçe karşılık veriyordu. Onlar sadece Dardanos bataryamıza 4
bin mermi atarken, bu ihtiyar toplar bin 900 mermi ile karşılık verebilmişti.
Kaderin cilvesine bakınız ki, bu ateş sağanağından Osmanlı’nın bu bataryadaki sadece
dört topu hasar görürken, sadece batan düşman gemilerinin üstündeki 44 topun
hepsi birden boğazın sularına gömülmüştü. İşte kemiyetler, bir kez daha
keyfiyet karşısında diz çökerken, madde de bir kez daha mânâ karşısında eriyip
gidiyordu.
18 Mart Boğaz Muharebesi’nde,
düşmanın 18 savaş gemisinden 7’si savaş dışında kalıyordu. Düşman filosunun
mayın arama ve tarayıcıları, Nusret mayın gemisinin on bir mayın hattı üzerinde
gizlice döşediği mayınlardan sadece bulabildiği üç adedini etkisiz hâle
getirebilmişti. Diğer mayınlar ise onların sonunu hazırlamaya yetecekti.
Çanakkale’nin aşılamayan çetin
savunması karşısında pes edip yenilgi kabul eden düşman, yalnız denizden
yapılacak zorlamalarla başarıya ulaşılamayacağı gerçeğini kabul etmek zorunda
kalmıştı. Artık bundan sonra kara harekâtı başlayacaktı. Bu harekâtta da evdeki
hesap Çanakkale sırtlarında bozulacaktı. Böylece kibrin gözleri kör eden
sarhoşluğu ile düşman, düşlediği zaferi, Çanakkale Boğazı’nın serin sularında
Türk top ve mayınlarına, karada ise Türk süngüsüne terk ederek gerisin geri
çekip gitti.
Bu savaşlarda düşmana
kahramanlık dersi veren Mehmetçik’in sahip olduğu iman, sabır ve inanç, bu
dersin en önemli sırrıdır.
Mehmed Âkif’in “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı
ki dünyada eşi?” diye başlayan destanında, bu savaştaki ruhun, inancın ve
imanın şifrelerini okumak mümkündür. “Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?/ ‘Gömelim gel seni
tarihe’ desem, sığmazsın” derken ne kadar da haklıdır!
“Ey şehid oğlu şehid, isteme
benden makber/ Sana ağuşunu açmış, duruyor Peygamber” derken, o kahraman askeri
en büyük mertebe ile müjdeliyordu Âkif. Zira siperinden çıktığı anda öleceğini bilerek ateşe atılan
bu yiğitlerin gösterdiği kahramanlığı iman, inanç ve vatan sevgisi ile
açıklayabilirsiniz. Onu bu sona, gül bahçesine girercesine sevk eden en büyük
amil, bin yılı aşkın müntesibi olduğu İslâm’dır. Zira bu hâli Binbaşı Mehmed
Nihad Bey, “Harpte aslolan, bilhassa mâneviyattır. Bunun aksini kabul etmek,
Çanakkale müdafaasının cinnet olduğuna hükmetmektir” sözleriyle açıklıyor.
Cinnet derecesinde inançlı ve
vatanperver olan bu asker, sağ kalırsa “gazi”, ölürse “şehid” olacağını biliyordu.
Bu cinnetin karşılığı ise, inandığı Rabbi katında ona verilecek Cennet’ti.
Bu savaşta 19’uncu Fırka kumandanı
olarak yarbay rütbesi ile bizzat savaşan Mustafa Kemal de askerimizin ruh hâlini
şu sözlerle anlatıyordu: “Mütekâbil siperler arasında mesafemiz 8 metre…
Yani ölüm muhakkak! Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına, kâmilen
düşüyor; ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir
itidâl ve tevekkülle, biliyor musunuz? Okumak bilenler, ellerinde Kur’ân-ı
Kerîm, Cennet’e girmeye hazırlanıyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini
gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik bir misâldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale
Muharebesi’ni kazandıran bu yüksek ruhtur!”
Mustafa Kemal’in bu sözleri çok
manidardır ve bugünlerde “mâneviyat gücünü” inkâr edenlere tam bir cevap
niteliğindedir!
Bu arada, söylenmesi gereken
bir diğer nokta ise şudur: Çanakkale’de bulunan sekiz tabyanın yedisinin Sultan
İkinci Abdülhamid’in emriyle, onun zamanında yapılmış olması… Bu tabyalar onun
uzak görüşlülüğü ile inşâ edilerek âdeta Çanakkale Boğazı’nda kilit vazifesi
yapmış, düşman donanmasına adım attırmamıştır. Diğer tabya da Sultan Abdülaziz
tarafından yaptırılmıştır. Bu da gösteriyor ki, bu devlet adamları
birilerinin iddia ettiklerinin aksine, yıllar öncesinden boğazlara bir
tecavüzün olacağını hissedip kendilerince tedbir almışlardır.
Çanakkale’de yaşananları en
canlı bir şekilde anlatan ve bir daha tıpkı İstiklâl Marşı gibi yazılması
mümkün olmayacak mısraların sahibi Mehmed Âkif’tir. Eyyüp Bostancı’nın
tespitiyle bu koca destanı dört bölüme ayırabiliriz. 1 ilâ 39’uncu mısralardan
oluşan birinci bölümde Çanakkale Savaşı’nın özellikleri; 40 ilâ 62’nci
mısralardan oluşan ikinci bölümde Türk askerinin kahramanlığı; 63 ilâ 74’üncü
mısralardan oluşan üçüncü bölümde Türk askerinin bu başarısına karşılık şairin
şehitlerimizin hatırası için yapmak istedikleri ve 75 ilâ 84’üncü mısralardan
oluşan son bölümde de Türk askerinin bu başarısının eşi benzeri olmayan bir
durum olduğu işlenmiştir.
Bugün Türk milleti olarak
yediden yetmişe hepimizin en büyük ideali, şehitlerimize lâyık bir nesil olmak
ve onlara lâyık nesiller yetiştirmek olmalıdır. Tüm askeri şehid düşen 57’nci
Alay başta olmak üzere, Yahya Çavuşlar, Seyit Onbaşılar ve diğer şehid ve
gazilerimiz, bizlere haklarını helâl etsinler. Şehitlerimizin mânevî huzuru
önünde saygıyla eğiliyor, hepsine rahmet diliyorum.