Çanakkale içinde

Anasının kına yakıp gönderdiği taze kuzusunu duyunca tek kelimeyle ateşi yuttum oracıkta: “Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor./ Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!” Daha on dördümde destanı ezberlediğimde, en çok bu beyti tekrarlamıştım. Bir hilâl ve binlerce güneş… Metrekareye iki şehidin düştüğü Gelibolu yarımadası dev bir bayraktı ve bayrak çiğnenmez, üstünde gezilemezdi. Oralara yüz sürülürdü ancak!

“ŞU boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi?/ En kesif orduların yükleniyor dördü beşi/ Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya,/ Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya?”

Bu beyitleri on dört yaşıma bastığım günlerde ezberlemiştim. Yok, hiç kimse “Ezberle!” demedi. Okuya okuya ezberlemiştim destanı ve hâlâ unutmadım.

Uzun yılların ardından bir sabah ezanı sonrası bulutların üzerinden haritanın gerçek boyutlarını geçerek vardım o kutlu yere… Zaten gitmeden serçe gibiydi kalbim. Şahit olacaklarımın ağırlığı ve uçağa ilk kez binmenin farklılığı sarmıştı ruhumu. Yerden ilk kopuş, anne sütünden kesilmek gibi, ama bir yanıyla da doğmak gibi bir şeydi. Topraktan bu derece uzaklaşmak bana, Allah’a nasıl inanılması gerektiğini hatırlattı. İnsanın ufuk çizgisi bir ömür yaşamış kadar genişliyor. İnsan kuş değil, uçuyor; balık değil, yüzüyor; hepsini içinde taşıyan o güce hayran kaldım.

Rüyalar vardır ya, gerçekmiş gibi hatırlanır, bu da rüya gibi bir gerçekti. Palmiyelerin selâmlayışı, vapurun o babacan duruşu, martıların eşliğinde adaya ilk adımlarım ve boğazıma düğümlenen o şey… “Neydi o muhteşem manzaranın tadını değiştiren?” demeye kalmadı, rehberimiz bindi otobüse.

“Bu vatan, toprağın kara bağrında/ Sıradağlar gibi duranlarındır./ Bir tarih boyunca onun uğrunda/ Kendini tarihe verenlerindir.”

Bu beyitler yankı yankı büyüyorken dinledim rehberimizi; öyle bir aşkı ve tarih anlatımını ne duydum, ne gördüm. İlk vardığımız Kanlıdere’de yüzlerce şehidin kaderini dinlerken gönlüm ağlıyordu. Gönül ağladı mı göz durmaz zaten. Öyle çiçekler açmış ki başlarında, arılar vızıldıyor, rüzgâr hafiften otlara dokunup geçiyor ve güneş yine işbaşında ama insanın kalbini yerle bir eden bir sıradışılık vardı vadide. Yarım yarım içimde destandan bölümler akıp geçiyordu.

“Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer./ O ne müthiş tipidir, savrulur enkaz-ı beşer!”

Aklımda yer ya da insan isimleri kalmıyordu; o an öyle bir kasırganın içine karıştım ki, aklımı aldı, götürdü vadi. Kanlıdere’den yukarı çıktık gerisin geri, siperlerin yerine baktım. Askerlerin hem hasret çektikleri, hem kuru yavan yedikleri, hem yattıkları, hem savaştıkları, hem de mezarları olan siperlere... “Savrulur enkaz-ı beşer” diye tanımlıyor ya Âkif…

Gözlerimin önünde oldu sanki olanlar, 1915’in tam orta yerine düştü gönlüm. Ana baba, bacı kardeş, nişanlı eş… Her şeyi arkada bırakacak kadar peşinden sürükleyen bir sevgi var ki, vatan sevgisi, Hakk’ın sevgisine eş…

“Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,/ Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam…”

Tünellerin içinde yanmak! Açlıktan, susuzluktan sonra şehit olmak, onurların üstünde bir onur… Vallahi onlar insansa biz insan değiliz! Yahut biz insansak onlar melek cinsinden olsa gerek… Başka türlüsü olamaz! Âkif’in, “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar/ Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?” dediği de bu iman olsa gerek.


Öğle vakti geldiğinde Alçıtepe’deydik. Savaş sonrası orada bir köy kurulmuş ve yıllarca toprağı ekip biçememişler. Her karışında kemiğe rastlamışlar ve toprak öyle bir hâl almış ki, alçı gibi bembeyaz olmuş ve adını böyle koymuşlar. İşte orada öğle yemeği ikram edildi. Bence zehirdi yediğimiz; yemek yenmez çünkü öyle bir yerde. “Allah’ım! Burada yaşayanlar nasıl uyuyor, nasıl yemek yiyor, nasıl gülebiliyor?” diyordum içimden. Sorular bırakmıyordu yakamı. “Ben şimdi yine bulutların üstüne çıkıp evime döndüğümde dünkü ben olabilecek miyim?” diyordum. Olmamalıyım da zaten! Eskisi gibi şımarıkça, “İstediğim şey olmadı” diye kaşımı eğmemeliydim yere.

Derken, sanki bütün tepeler, vadiler ve şehitlerin sessizliği kulak zarımı patlatacak bir çığlığa dönüştü. Anasının kına yakıp gönderdiği taze kuzusunu duyunca tek kelimeyle ateşi yuttum oracıkta: “Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor./ Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!” Daha on dördümde destanı ezberlediğimde, en çok bu beyti tekrarlamıştım. Bir hilâl ve binlerce güneş… Metrekareye iki şehidin düştüğü Gelibolu yarımadası dev bir bayraktı ve bayrak çiğnenmez, üstünde gezilemezdi. Oralara yüz sürülürdü ancak!

Gözyaşı gibi akıyordu Boğaz… Seyit Onbaşı’nın topu omuzladığı yerde dua ederken dayanılmaz derecede kan kokusu hissettim. O sırada Boğaz’a bakıyordum. Bu eşsiz manzara ve kıyıların otellerle, barlarla, diskolarla, turistlerle dolup taştığı güney sahilleri… Bu dinginlik, bu ıssız ve el değmemiş güzellik… “Ne olur Allah’ım, buralar oralara benzemesin, burası bayrağın ta kendisi!” dedim.

“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır./ Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır!” şeklindeki mısralar, “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!” dizeleriyle karıştı ruhumda. “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!” demekle ne büyük bir dua etmiş Âkif öyle! Düşün ki, haşrolan kan, kemik ve etin yaptığı bu tümsek amansız ve çetin! “Bir harbin sonunda bütün milletin/ Mübarek kanını kattığı yerdir” bölümü sayfalardan çıktı, sanki hakikat oldu. Ama ne var ki, o tümseğin üzerine basılmıyor!

“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı!/ Düşün altında binlerce kefensiz yatanı!/ Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı!/ Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı!”

Aklımda geçit töreni düzenlemişken dizeler, “Onları incitecek her türlü hatadan Allah’a sığınırım” diye dua ettim. Vatan kalbinin attığı Çanakkale’de, o kalp hâlâ şehitlerin kanıyla doluyken, hâlâ o koku oradayken, bu topraklar ezansız, secdesiz kalmasın, bu mabet vatanın göğsüne namahrem eli değmesin diye dua ettim.

Vallahi başından beri gayriihtiyari gönlümden akıp geçen dizelerden birini daha yazmalıyım şimdi! “Tüllenen mağribi akşamları sarsam yarana,/ Yine ‘Bir şey yapabildim’ diyemem hatırana!”

Sohbetin en koyu yeri, özrün en asil anı bu! “Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber!/ Sana ağuşunu açmış, duruyor Peygamber!” diyor Âkif. Ne güzel teselli, ne müthiş idrak!

“Çanakkale içinde vurdular beni,/ Ölmeden mezara koydular beni” derken doğruymuş meğer! Ölmeden mezara koymuşlar meğer! Kendi cenaze namazlarını kendileri kılmış bu insanlar. Ne olur Allah’ım, Çanakkale gibi bir kalbi varken bu vatanın, gözü gibi, namusu gibi onu koruyacak bir nesil yetişsin bu topraklarda!

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?” diye soruyor ya Âkif, cevabını yine binlerce askerin can verdiği gibi verelim. Biz de bu cennet vatan ve bayrak uğruna can verenlerin sırrına erelim. Dualar, “Âmin”ler yükselirken semaya, biz de yükseldik göklere. Ve döndük evimize, yuvamıza…

Bir destanın içinden çıkıp da gelmek ne zormuş! Ama bir minnet borcu gibi kalbimin kaydını tuttuğum anlar, şu anlar…

Yıl 2021, ama ben 1915’ten geldim dün. Çok başkayım, bambaşkayım bugün!