“ŞU boğaz harbi nedir,
var mı ki dünyada eşi?/ En kesif orduların yükleniyor dördü beşi/ Tepeden yol bularak
geçmek için Marmara’ya,/ Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya?”
Bu
beyitleri on dört yaşıma bastığım günlerde ezberlemiştim. Yok, hiç kimse “Ezberle!”
demedi. Okuya okuya ezberlemiştim destanı ve hâlâ unutmadım.
Uzun
yılların ardından bir sabah ezanı sonrası bulutların üzerinden haritanın gerçek
boyutlarını geçerek vardım o kutlu yere… Zaten gitmeden serçe gibiydi kalbim.
Şahit olacaklarımın ağırlığı ve uçağa ilk kez binmenin farklılığı sarmıştı
ruhumu. Yerden ilk kopuş, anne sütünden kesilmek gibi, ama bir yanıyla da doğmak
gibi bir şeydi. Topraktan bu derece uzaklaşmak bana, Allah’a nasıl inanılması
gerektiğini hatırlattı. İnsanın ufuk çizgisi bir ömür yaşamış kadar genişliyor.
İnsan kuş değil, uçuyor; balık değil, yüzüyor; hepsini içinde taşıyan o güce
hayran kaldım.
Rüyalar
vardır ya, gerçekmiş gibi hatırlanır, bu da rüya gibi bir gerçekti.
Palmiyelerin selâmlayışı, vapurun o babacan duruşu, martıların eşliğinde adaya
ilk adımlarım ve boğazıma düğümlenen o şey… “Neydi o muhteşem manzaranın tadını
değiştiren?” demeye kalmadı, rehberimiz bindi otobüse.
“Bu
vatan, toprağın kara bağrında/ Sıradağlar gibi duranlarındır./ Bir tarih
boyunca onun uğrunda/ Kendini tarihe verenlerindir.”
Bu
beyitler yankı yankı büyüyorken dinledim rehberimizi; öyle bir aşkı ve tarih
anlatımını ne duydum, ne gördüm. İlk vardığımız Kanlıdere’de yüzlerce şehidin
kaderini dinlerken gönlüm ağlıyordu. Gönül ağladı mı göz durmaz zaten. Öyle
çiçekler açmış ki başlarında, arılar vızıldıyor, rüzgâr hafiften otlara dokunup
geçiyor ve güneş yine işbaşında ama insanın kalbini yerle bir eden bir
sıradışılık vardı vadide. Yarım yarım içimde destandan bölümler akıp geçiyordu.
“Ölüm
indirmede gökler, ölü püskürmede yer./ O ne müthiş tipidir, savrulur enkaz-ı
beşer!”
Aklımda
yer ya da insan isimleri kalmıyordu; o an öyle bir kasırganın içine karıştım ki,
aklımı aldı, götürdü vadi. Kanlıdere’den yukarı çıktık gerisin geri, siperlerin
yerine baktım. Askerlerin hem hasret çektikleri, hem kuru yavan yedikleri, hem
yattıkları, hem savaştıkları, hem de mezarları olan siperlere... “Savrulur
enkaz-ı beşer” diye tanımlıyor ya Âkif…
Gözlerimin
önünde oldu sanki olanlar, 1915’in tam orta yerine düştü gönlüm. Ana baba, bacı
kardeş, nişanlı eş… Her şeyi arkada bırakacak kadar peşinden sürükleyen bir
sevgi var ki, vatan sevgisi, Hakk’ın sevgisine eş…
“Yerin
altında cehennem gibi binlerce lağam,/ Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce
adam…”
Tünellerin içinde yanmak! Açlıktan, susuzluktan sonra şehit olmak, onurların üstünde bir onur… Vallahi onlar insansa biz insan değiliz! Yahut biz insansak onlar melek cinsinden olsa gerek… Başka türlüsü olamaz! Âkif’in, “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar/ Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?” dediği de bu iman olsa gerek.
Öğle
vakti geldiğinde Alçıtepe’deydik. Savaş sonrası orada bir köy kurulmuş ve
yıllarca toprağı ekip biçememişler. Her karışında kemiğe rastlamışlar ve toprak
öyle bir hâl almış ki, alçı gibi bembeyaz olmuş ve adını böyle koymuşlar. İşte
orada öğle yemeği ikram edildi. Bence zehirdi yediğimiz; yemek yenmez çünkü
öyle bir yerde. “Allah’ım! Burada yaşayanlar nasıl uyuyor, nasıl yemek yiyor,
nasıl gülebiliyor?” diyordum içimden. Sorular bırakmıyordu yakamı. “Ben şimdi
yine bulutların üstüne çıkıp evime döndüğümde dünkü ben olabilecek miyim?”
diyordum. Olmamalıyım da zaten! Eskisi gibi şımarıkça, “İstediğim şey olmadı”
diye kaşımı eğmemeliydim yere.
Derken,
sanki bütün tepeler, vadiler ve şehitlerin sessizliği kulak zarımı patlatacak
bir çığlığa dönüştü. Anasının kına yakıp gönderdiği taze kuzusunu duyunca tek kelimeyle
ateşi yuttum oracıkta: “Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor./ Bir hilâl
uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!” Daha on dördümde destanı ezberlediğimde,
en çok bu beyti tekrarlamıştım. Bir hilâl ve binlerce güneş… Metrekareye iki
şehidin düştüğü Gelibolu yarımadası dev bir bayraktı ve bayrak çiğnenmez,
üstünde gezilemezdi. Oralara yüz sürülürdü ancak!
Gözyaşı
gibi akıyordu Boğaz… Seyit Onbaşı’nın topu omuzladığı yerde dua ederken
dayanılmaz derecede kan kokusu hissettim. O sırada Boğaz’a bakıyordum. Bu eşsiz
manzara ve kıyıların otellerle, barlarla, diskolarla, turistlerle dolup taştığı
güney sahilleri… Bu dinginlik, bu ıssız ve el değmemiş güzellik… “Ne olur Allah’ım,
buralar oralara benzemesin, burası bayrağın ta kendisi!” dedim.
“Bayrakları
bayrak yapan üstündeki kandır./ Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır!”
şeklindeki mısralar, “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!” dizeleriyle
karıştı ruhumda. “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!” demekle
ne büyük bir dua etmiş Âkif öyle! Düşün ki, haşrolan kan, kemik ve etin yaptığı
bu tümsek amansız ve çetin! “Bir harbin sonunda bütün milletin/ Mübarek kanını
kattığı yerdir” bölümü sayfalardan çıktı, sanki hakikat oldu. Ama ne var ki, o
tümseğin üzerine basılmıyor!
“Bastığın
yerleri toprak diyerek geçme, tanı!/ Düşün altında binlerce kefensiz yatanı!/ Sen
şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı!/ Verme dünyaları alsan da bu cennet
vatanı!”
Aklımda
geçit töreni düzenlemişken dizeler, “Onları incitecek her türlü hatadan Allah’a
sığınırım” diye dua ettim. Vatan kalbinin attığı Çanakkale’de, o kalp hâlâ
şehitlerin kanıyla doluyken, hâlâ o koku oradayken, bu topraklar ezansız,
secdesiz kalmasın, bu mabet vatanın göğsüne namahrem eli değmesin diye dua
ettim.
Vallahi
başından beri gayriihtiyari gönlümden akıp geçen dizelerden birini daha
yazmalıyım şimdi! “Tüllenen mağribi akşamları sarsam yarana,/ Yine ‘Bir şey
yapabildim’ diyemem hatırana!”
Sohbetin
en koyu yeri, özrün en asil anı bu! “Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber!/
Sana ağuşunu açmış, duruyor Peygamber!” diyor Âkif. Ne güzel teselli, ne müthiş
idrak!
“Çanakkale
içinde vurdular beni,/ Ölmeden mezara koydular beni” derken doğruymuş meğer! Ölmeden
mezara koymuşlar meğer! Kendi cenaze namazlarını kendileri kılmış bu insanlar.
Ne olur Allah’ım, Çanakkale gibi bir kalbi varken bu vatanın, gözü gibi, namusu
gibi onu koruyacak bir nesil yetişsin bu topraklarda!
“Kim
bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?” diye soruyor ya Âkif, cevabını yine
binlerce askerin can verdiği gibi verelim. Biz de bu cennet vatan ve bayrak
uğruna can verenlerin sırrına erelim. Dualar, “Âmin”ler yükselirken semaya, biz
de yükseldik göklere. Ve döndük evimize, yuvamıza…
Bir
destanın içinden çıkıp da gelmek ne zormuş! Ama bir minnet borcu gibi kalbimin
kaydını tuttuğum anlar, şu anlar…
Yıl
2021, ama ben 1915’ten geldim dün. Çok başkayım, bambaşkayım bugün!