OSMAN, Temmuz sıcağının öğle saatlerinde Doğu Ekspresi’nden indi. Tren istasyonunda sağına soluna bakındı. Köyü ile bu istasyon arası, yürünerek yarım günde alınabilecek bir mesafeydi. Yolda atlı ya da merkepli biriyle karşılaşırsa belki ona yardımcı olurdu. Fakat trenden ineli hayli geçmiş olmasına rağmen yolda kimseyle karşılaşmadı. Köy yerinde bu aylar hasat zamanıydı; işlerin yoğunlaşmaya başlamasıyla birlikte bu günlerde herkes harmanda olurdu.
Topal bacağı ile bu kadar uzun mesafeyi aksaya aksaya, kimi yerde bir taşın üzerine oturarak, kimi yerde yol kenarında bulduğu bir ağaç gölgesinin altına uzanarak aldı. Bu dinlenmeler esnasında biraz uykuya dalacak gibi olsa, sağ bacağındaki o tarifsiz acı ile irkiliyor veya yıllardır süren kâbuslar peşini bırakmıyordu. Daldığı uykularda çoğu zaman silah ve bomba seslerine eşlik eden çığlık veya feveranlar arasında kendisini silah arkadaşlarının parçalanmış cesetleri arasında buluyor, titreyerek, tere batmış bir hâlde gözlerini açıyordu.
Kimi zaman parçalanmış diz kapağı ile aylarca acı içinde kıvrandığı, savaşın en hararetli zamanlarında şuursuzca bir hayvan ahırının yemliğinde ya da hastane odasının köşesinde verilen uyuşturucu ilaçların etkisiyle, uyku ile uyanıklık arası, nerede olduğunu bilmediği günlerin kâbuslarını tekrar görüyordu. Uzun zamandır uykudan her uyanışında yaşadıklarının artık bitmiş olduğuna ve gördüklerinin bir kâbus olduğuna şükrediyordu.
***
Osman, yıllar önce bozkırın ortasındaki küçük bir köyden, vatanî görev için Tokat’a gitmişti. Askerliğinin bitimine günler kala Çanakkale Savaşı’nın patlak vermesiyle köyüne dahi uğrayamadan kendisini cephede buldu. Savaşın son demlerinde diz kapağından ağır bir şekilde yaralanmış, yattığı hastanelerde birçok operasyon geçirmiş, dayanılmaz acılar içinde kıvranırken cephede veya hastanede yanı başında şahadet şerbeti içen arkadaşlarına gıpta ile bakmıştı.
Alman hükümetiyle ittifak hâlinde girilen bu savaşta, Osman’ın perişan hâlini gören komutanları onunla benzer durumda olan başka askerlerle birlikte onu Avusturya’daki bir hastaneye göndermişti. Kültürünü ve dilini bilmediği bu ülkede altı ay tedavi görmüş, koltuk değneği ile aksayarak da olsa yürüyebilmiş, artık tek kalan diğer ayağı yere değmişti.
Çektiği bunca acı ve sıkıntıya rağmen çok arzu ettiği şehitlik mertebesine ulaşamamıştı. Öldürmeyen Allah öldürmüyordu; onun nasibine, hiçbir zaman geçmeyecek bel ve bacak ağrısı ile son nefesine kadar onurla taşıyacağı gazilik unvanı düşmüştü.
***
Baba ocağından ayrılalı tam dokuz yıl olmuştu. Geçen bu zaman, onun için yıllara değil, asra bedel gibiydi. Anasıyla hasta yatağında vedalaşmış, çifti çubuğu ağabeylerine bırakmış, gittiği asker ocağından dönmek üzereyken kendisini ne zaman biteceği belli olmayan bir savaşın içinde bulmuştu. Askerlik vazifesini yaptığı yıllarda ailesiyle mektuplaşmış, cepheye gideceği haberini vermişse de daha sonraki süreçte durumuyla ilgili onları bilgilendiremediği gibi tüm irtibatını da kaybetmişti. Osman’dan geriye en son yazdığı mektuplar kalmıştı. Bu nedenle ailesi ondan ümidi kesmiş, birçok vatan evladı gibi şehit olduğu düşüncesine inanmaktan başka çareleri kalmamıştı.
Vatanî görev için gitmeden önce köyde Zehra adında birde yâri vardı. Onunla vedalaşmış ve kendisinden, askerden dönene kadar onu bekleyeceğine dair söz almıştı. Geçen bu dokuz yıl süresinde o da artık umudunu kesmiş olmalıydı. Hem köy yerinde genç bir kızı dönüp dönmeyeceği belli olmayan bir delikanlı için bekletmezlerdi. Kendisi de artık eski yağız bir delikanlı değildi. Günlük işlerini bile artık tek başına yapmakta zorlanıyordu. Zehra istemezdi artık belki onu bu hâliyle. “Ya da evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış olmalı” diye düşünüyordu onun hakkında.
Aklı bunları söylerken, kalbinin derinlerinde bir yer, onun kendisini beklediğini, umudunu yitirmediğini bilmeyi istiyordu. Çoğunlukla bu itirafı kendine bile yapmaktan korkuyor, bunca acıya katlanmasının nedeninin Zehra’ya duyduğu aşk ve bir gün tekrar köyüne dönme ümidi olduğunu kalbi biliyordu. O kadar çok şey yaşamıştı ki, bazen bütün bunları kendisinin yaşadığına inanamadığı birçok anı ile köyün yolunu tutmuştu. Tekrar köyüne döneceğiyle ilgili umudunu yitirdiği zamanları hatırlıyor, şimdi ise köye gelmek üzere olduğuna inanamıyordu.
***
Ruhunda tarif edemediği bir heyecan ile köye girdi. Her yer bıraktığı gibiydi. Yaşadıklarını kendisi yaşamamış, bir rüyadan uyanmış olmalıydı. Bu diyarın kurdunu kuşunu, havasını suyunu ne kadar özlediğini hissetti. Derin bir nefes alıp bu havayı ciğerlerinin en kuytu yerlerine kadar çekti. Ağır aksak yol alırken etrafa bakarak iç geçiriyordu. Köyün girişinde daima şırıl şırıl akan çeşmeye vardı. Hayvanlarını sulamakta olan Ferdin emmiyi tanımıştı. Fakat su doldurmakla meşgul yanındaki kızın kim olduğunu bilmiyordu. Selâm vererek yanlarına yaklaştı. Adam selâmı aldı, onu tepeden tırnağa süzdü, koltuk değneklerine ve tek bacağına baktı. Kim olduğunu çıkaramadı. Ferdin emminin kendisini tanımadığını fark edince, “Ben Osman!” dedi. Adam şaşkınlıkla kekeleyerek, “Sen savaşta şehit olmamış mıydın? O kadar sene geçti, senden bir haber çıkmayınca biz seni şehit oldu zannettik evlat” dedi.
Osman, buğulanan gözleriyle yere baktı, “Yok emmi yok” dedi, “Ne sen sor, ne de ben söyleyeyim”. Konuyu değiştirmek istercesine, “Anam babam nasıl?” diye sordu. Bu sefer yutkunma sırası adama gelmişti. “Şey” dedi, “Anan sen giderken hastaydı, biliyorsun, emanetini teslim etti. Baban… O da hem anana, hem sana çok yandı, onu da defnettik” dedi. Ardından onu teselli etmek istercesine, “Emir büyük yerden, hepimizin gideceği yer orası evlat. Onlar yaşayacaklarını yaşadı, sizin daha görecek çok günleriniz var” derken hüzünlendi.
Anasının vefat etmiş olabileceğini az çok tahmin ediyordu. Fakat babası… Onun ölmüş olabileceği hiç aklına gelmemişti. İçinden, “Dağ gibi babam, sen de bırakıp gittin ha!” diyerek hayıflandı. Bir ara Zehra geldi aklına fakat onu soramazdı; hem bu üzüntünün üzerine şimdilik duyacaklarına cesareti de yoktu.
Adam su doldurmakta olan kızına döndü ve “Koş, Ali emminlere Osman’ın geldiğini müjdele” dedi. Kız helkeleri doldurmayı bırakmış hâlde olan biteni anlamaya çalışıyordu. Babasının ikazı üzerine su kaplarını pınarın üzerindeki sekiye bırakıp Osmanların yokuştaki evine koşar adımlarla çıktı. Şerife yengeyi evin hayat bölümünde akşam yemeği hazırlarken buldu. Nefes nefese, “Osman ağabey geldi! Osman ağabey geldi yenge!” dedi. Kadın şaşırmıştı. “Dur hele kız, sen ne söylüyon böyle?” diyerek afalladı.
“Evet yenge evet, pınar başında babamla konuşuyorlar, o gönderdi beni; ‘Haber ediver de sana müjde versinler’ dedi. Ali emmi nerde, ona da haber vereyim…”
Ali, hayvanları yemlemekten geliyordu. Karısı söyledi bu sefer: “Ali, Osman gelmiş!”
***
Herkes şaşkınlık içerisindeydi. Bu konuşmalar olurken Osman da eve gelmişti. Ağabeyi onu görür görmez hasretle sarıldı. Evin diğer bireyleri de tek tek toplandı; sanki koyun kuzuya karışmıştı. Kimi ağlıyor, kimi mutluluktan gülüyor, kimiyse Osman’ın bacağıyla ilgili soru sormaya çekiniyordu. Zihinlerinden çok şey geçiriyor fakat bu düşünceleri sesli olarak dile getiremedikleri için sadece “Çok şükür, sağ salim geldi. Umudumuz tükeneli çok olmuştu” diyorlardı.
O akşam bütün kardeşler, gelinler, çocuklar bir araya geldi. Anne ve babalarının öldüğünde neler yaşandığından başlayarak uzun uzun sohbet ederken kimi zaman ağlaşıp kimi zaman söyleştiler. Bir aralık büyük ağabey, “Kardeşim, senin geleceğinden ümidimiz kesilince tarlaları, bağı bahçeyi kendi aramızda pay ettik. Bilemezdik böyle olduğunu. Sen de aramıza döndün artık, hele dinlen, yol yorgunluğunu at, sonra oturur, onları tekrar paylaşırız” dedi. Osman, “Onların acelesi yok gayrı. Hem eskisi gibi o işlerle uğraşamam, görüyorsun hâlimi” dedi. Ağabeyi itiraz etti: “Olmaz öyle şey, sen de hakkını alacaksın. Olmadı icara verirsin, dünyanın binbir türlü hâli var, dur hele!”
Osman’ın geldiği haberi köyde çok çabuk duyulmuş, komşular heyecanlanmış, meraktan sabahı bekleyemeyenler yatsıdan sonra soluğu onların evinde almıştı. Bunca yıl nerede olduğunu, cephede neler olup bittiğini anlamak için onu soru yağmuruna tuttular. Osman ile birlikte hepsinin yavaş yavaş unutmaya yüz tutmuş hatıraları canlandı. Gidip de dönmeyen yakınları ve cephede yaşananlar için gözyaşı döktüler. Osman’ın anlattıklarını can kulağıyla dinleyip gecenin ilerleyen saatlerine kadar oturdular.
Osman, baba ocağında yıllar sonra ayağını rahatça uzatıp uyumak isteğini yengesine söyleyince, ona hasır üzerine yer döşeği açılmıştı. Günlerin, belki de yılların verdiği yorgunluğu atmak için yatar yatmaz uyuyup kalmıştı.
***
Ertesi gün köyde hayat normale dönmüş, herkes sabah namazına kalkıp işlerinin başına gitmişti. Osman, o gün sabah çayından sonra uzun uzun yengesiyle sohbet etti. Aklına gelen hısım akrabalarının durumlarını öğrenmek için kim öldü, kim kaldı, kim evlendi, o yokken köyde neler oldu, tek tek sordu. Bu kadar laf kalabalığının içinde bütün derdi, konuyu Zehra’ya getirmekti. Nihayet sordu. Yengesi, “Çok bekledi seni, bizim gibi geri dönüp geleceğinle ilgili onun da ümidi tükendi. Kız da ne yapsın, dünürlerin biri gelip biri gidiyor… Köy yerini bilirsin işte, ya alacaklar kızı ya da başkasıyla evlenecek… Öyle işte, boş koyuvermezler insanı, mecbur kalırsın bir vakit sonra birine he demeye… İşte böyle kardeşim, üzülme! Döndün geldin, gayrı seni de münasip biriyle eveririz inşallah” dedi.
Osman en sonunda merak ettiklerini öğrenmiş, duymaktan korktuklarını da duymuştu.
***
Bağı bahçeyi dolaşmaya çıktığı bir gün, köyün ara sokaklarından geçerken, koluna helkelerini takmış hâlde su doldurmaya gitmekte olan Zehra ile karşılaştı. Yanında üç dört yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemediği için yüzünü diğer tarafa çevirdi. Zehra, “Osman!” dedi, “Seni beklemediğim ve verdiğim sözü tutamadığım için bana kırgın mısın?”. Önce Zehra’ya, sonra yanındaki küçük kız çocuğuna baktı. “Allah’ım, nasıl da masum ve güzel, annesine de ne kadar benziyor” diye düşündü. Sonra Zehra’nın insanın ruhunu delip geçen mânâlı bakışlarına gözlerini tekrar çevirdi. “Yok” dedi, “Kırgın da, kızgın da değilim. Senden böyle bir şey beklemeye hakkım olmadığını biliyorum”. Sesi titreyerek ekledi: “Seni çok sevmiştim. Kader… Evet, kader diyelim…”
Zehra’nın yanından bu sözlerle ve aksayan adımlarla, gözlerinden süzülen, kor bir ateşten sıçrayan kıvılcım kadar sıcak ve yakıcı birkaç damla gözyaşı ile uzaklaştı Osman. Günlerce dağ tepe, bağ bahçe dolaştı. Dere kenarlarında, çeşme başlarında saatlerce oturdu. Burnunda tüten, özlediği, hayâl ettiği yerlerde gezdi, durdu. İçinde tarifi imkânsız bir burukluk ve hüzün vardı. Çoğu zaman kendisini üzen ve kedere boğan şeyin ana-babasının kaybı ve onlara duyduğu özlem mi, yoksa Zehra mı olduğunu ayırt edemiyordu. Aklı başka şeyler söylese de içinde söz geçiremediği bir yer vardı.
Yıllarca bacağı için acılar içinde kıvranmıştı fakat şimdi bu gönül acısı başka bir şeydi. İğnesi, ilacı yoktu bunun. Zamanla küllenirse ancak küllenecekti. Dayandığı, güvendiği her şey sanki bir bir elinden alınmıştı. Başına gelecekleri az çok tahmin etmişti, hiçbir şey onun için sürpriz değildi. Fakat bildiği bir şey vardı: Tarifsiz bir kederin girdabında oradan oraya savrulmak…
Derin bir sessizliğe bürünmüştü Osman. Soru sorulursa kısa yollu cevaplar veriyor, mümkün mertebe insanlardan uzak duruyordu. Bazen susmak gerekliydi belki de. İnsan her şeyi sözle anlatamazdı ki...
***
Bu kadar kederin neticesinde Osman hastalandı. Onun durumuna üzülen ve endişelenen kardeşleri, köyün bilgesi, hem de akrabaları olan Koca Hoca’ya durumu anlattılar. Hoca, dinledikleri karşısında Osman’a çok üzüldü, içi yandı. Onu hayata bağlayacak bir şeyler yapılması gerektiğini söyledi. “Araştıralım da münasip bir kız bulup evlendirelim” dedi.
O günlerde köyleri gezen devlet görevlileri onların köyüne de uğramıştı. Koca Hoca, köy odasında onları ağırlamış, Osman’ın durumundan söz etmiş, onlar da görmek istediklerini söyleyince Osman’ı sedye ile köy odasına kadar taşımışlardı. Osman, savaşta bulunduğu cephelerle ilgili gerekli bilgileri vermişti. En yakın zamanda şehre gelmesini, gazilik maaşı bağlayacaklarını söylemişlerdi.
Osman geçen zaman içerinde biraz toparlanınca, yol yordam bilen, görgülü, bilgili, medrese eğitimi almış Koca Hoca ile şehrin yolunu tuttu. Böylelikle Osman’a o yıllarda ciddî bir yekûn olan, üç ayda yirmi lira gibi bir miktarda gazilik maaşı bağlandı. Maaş bağlanma işi çözüme kavuşunca, Koca Hoca boş durmayıp Osman’a münasip bir de kız buldu. Boyu boyuna denk olmasa da huyu huyuna denkti.
Yanık buğday tenli, ufak tefek, zayıf ve çocukluğunda geçirdiği kalça çıkıklığı nedeniyle aksayarak yürüyen bir genç kızdı Kezban. Babasından istenmiş, o da başına talih kuşu konmuşçasına mutlulukla kızını Osman’a vermişti. Böylece Osman dünya evine de girmiş oldu. Kimseye minnet etmeyen, birbirlerinin eksikliklerini ve yetersizliklerini kapatan iyi bir çift oldular. Osman’ın bacaklarına sözü geçmese de maharetli elleriyle her işin üstesinden gelirdi. Asla boş durmaz, oturduğu yerde komşularına sepet, küfe, arı kovanı örer, çarık ve lastik ayakkabı tamir eder, bağ budamak gibi birçok iş yapardı. “Bu kadın işi”, “Bu erkek işi” demeden elinden gelen her şeyi yüksünmeden yapar, evde her konuda hanımına yardımcı olur, çocuklarıyla ilgilenirdi.
***
O yıllar, köylünün meteliğe kurşun attığı zamanlardı. Bütün bir yaz kendilerinin ve hayvanlarının kışlık yiyeceğinin temini için uğraşır, üç beş kuruş bir kenara para ayırabildilerse onunla diğer ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlardı. Devlet kapısından maaş almak nedir bilinmez, geçimlerini hayvan besleyerek veya tarladan kaldırdıkları mahsulü satarak yaparlardı. Yokluk ve kıtlığın hüküm sürdüğü zamanlarda paraya ihtiyacı olan kimse Osman ağanın kapısını çalar, borç alırdı. Ondan başka köyde düzenli geliri olan kimse yoktu. Düğün yapacaklar, bakkal açacaklar, şehre alışveriş için gidecekler ona uğrardı. O ise kapısına geleni boş çevirmez, yüzünü ekşitmezdi. Karısı bazen “Daha geçen aldıklarını geri getirmediler bey!” diyerek serzenişte bulunacak olsa, “Ben bu ülkenin insanı için canımı ortaya koymuşum hanım, hani kâğıt parçası gibi değersiz bir şeyi mi veremeyeceğim? Nasibimizde olan döner dolaşır, geri gelir, gelmeyene de uğurlar olsun” diyerek karısını sustururdu.
Osman Ağa, karın haftalarca kalkmadığı uzun kış gecelerinde bazen köy odasında, bazen de eve akşamları hanımları ile misafirliğe gelen komşularına Çanakkale Harbi’yle ilgili anılarını anlatırken sol yanıyla hüznün yastığına yaslanır, vatan aşkıyla şehit düşen arkadaşları aklına her geldiğindeyse burnunun direği sızlardı. Ekseriyetle okumaktan büyük keyif aldığı, her seferinde ilk defa okuyormuşçasına heyecanlanıp duygulandığı, artık sayfaları sararmış ve yıpranmış “Veysel Karanî” kitabını okurdu. Sanki bu kitabın arasına biriktirmişti tüm hüzünlerini. En sevdiği yatsı vakitlerinde bütün yaşanmışlıklarını bu vesile ile bir bir bağrına basardı. Bu onun için sevilen bir türkünün tekrar tekrar dinlenmesi gibiydi. Bu kıssa onun iç âleminde söylenmedik hangi cümlelerin hasretiydi? Bir zamanlar içten içe kimselere duyurmadan yaşadığı aşkın korunun İlâhî aşkın yangınını körüklemesi miydi? Ya da Veysel Karanî’nin Peygamber Efendimize duyduğu hasretin yanık kokusunun onun ruhuna düşmesi mi?
Osman Ağa kendisi ile Veysel Karanî arasında kurduğu özdeşim, şehit olmak için gittiği cepheden Peygamber Efendimizin hırkası ile eğnine kuşandığı gazilik hırkasının sembolik bir anlam ilişkisi oluşturabilir miydi? Onu bu kıssaya bu kadar bağlayan ve sevdiren neydi? Bütün bu soruların cevabı Osman Ağa ile sırlandı.
***
Nesilden nesle anlatılan bu olay gerçek bir hayat hikâyesidir. Topal Osman, büyük dedemdir.
Bu aziz vatan için canını ortaya koymuş şehit ve gazilerimizin ruhları şâd, mekânları Cennet olsun!