ESKİ filmlerden hatırımda kalan bir sahne…
İki polis, şehir içinde bir suçluyu kovalıyor.
Polislerden biri yorulunca, diğeri peşinde koşmaya devam ediyor. Suçlu daha
hızlı. Arayı biraz açıyor. Polis bir yol ayrımına gelince duraksıyor. Acaba sağ
tarafa mı gitti, sol tarafa mı?
Köşedeki binanın merdivenlerinde durmuş lâflayan üç
beş genç var. Onlara “Hey” diye sesleniyor, “Ne tarafa gitti?”.
Gençler “Şu taraf” diye işaret ediyorlar.
Polis, gençlerin gösterdiği tarafa değil, tam aksi
yöne koşmaya başlıyor. Çünkü oradaki gençlerin ters istikameti gösterdiğini
biliyor. Tecrübe.
Bizim durumumuz biraz bu sahneye benziyor.
Diyelim ki, bir işin memleketin hayrına olup olmadığı
hususunda tereddütlüyüz.
Hemen muhalefetin tavrına bakmalıyız.
Ne diyorlarsa, tersi doğrudur.
“Köprü yapılmasın” mı diyorlar? Demek ki yapılması
gerek.
Havalimanına karşı mı çıkıyorlar, hiç tereddütsüz
desteklemek gerek.
Şurada bir fabrika, ötede bir başka tesis, beride
İHA-SİHA…
Neye karşı çıkıyorlarsa, ondan yana tavır
sergilemeliyiz.
Hiç şaşmaz.
Pusula gibidirler Allah onların eksikliğini
göstermesin, pusula!
Kıblenin yönünü öğrenmemiz gerekse, çıkarıp pusulaya
bakarız. Malûm, daima kuzeyi gösterir. Tam tersi istikamete dönüp seccadeyi
serebiliriz. “Allah-u Ekber…”
Önceki köprülerin hepsine, tünellere, havalimanlarına,
otoyollara, otomobil fabrikasına, İHA’ya, SİHA’ya, akla gelen hangi yatırım
varsa karşı çıktılar.
Memleketin hayrına ne varsa…
Reis’in yaptığı her işe, attığı her adıma, söylediği
her söze…
Biz de gönülden destekledik.
Bazen “Acaba” dediğimiz anlar olduysa, o polisin
köşede bekleyen gençlere bakması gibi biz de yerli Daltonlara baktık. Karar
vermekte zorlanmadık. Kafamızdan geçen “Acaba” kayboldu, tam anlamıyla emin
olduk.
Çanakkale Köprüsü’ne de karşı çıktılar. Hiç şaşırmadık
tabiî.
Adı bile rahatsız etti.
Ne demek “1915 Çanakkale Köprüsü”?
Gelmişiz iki bin bilmem kaç yılına!
İtirazlara rağmen yaptınız madem, niye “Atatürk” değil
adı?
Hiç değilse “Mustafa Kemal” olabilirdi, değil mi?
İstanbul’daki köprülerin isimleri de târih kokuyor.
Fâtih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim…
Hele 15 Temmuz Şehitler Köprüsü demek çok şey edici… “Rahatsız”
diyelim.
Bizim “Demokrat Amca” iktidara gelince, ilk gün
değiştirecek o ismi.
Darbe yapan askerleri de, darbeye karışan askerî okul
öğrencilerini de hemen affedecek.
“Devlet askerlerle barışsın” diyor ya…
KHK’lıları savunup duruyor ya…
Sabahın ilk saatlerinde değiştirir.
İstanbul’da üç köprü, bir de Çanakkale’dekini
ekleyelim, toplam dört köprü…
İşte olması gereken şekilde isimleri: (1) Gazi, (2)
Mustafa, (3) Kemal, (4) Atatürk.
Ne kadar şık!
Keşke gerçek Atatürkçü olsaydılar.
İsminin arkasına sığınıp günde kırk takla atıyorlar.
Taklaların hiçbiri memleketin hayrına değil.
1915 Çanakkale Köprüsü için söylemediklerini
bırakmadılar.
Siyâsî rant için yapılmış. Karşılığında oy almak gibi
bir niyetleri varmış.
Ne kadar kötü!
Siyasetçi oy beklemeyecek de her bir vatandaşın
yumurta getirmesini mi umacak?
Sonra o yumurtaları bakkala verip karşılığında birer
gazoz mu alacak? (Eskiden öyle yapardık.)
Hizmet verirsin, oy beklersin. Oy alırsın, hizmet
edersin. Siyasetin kuralı budur.
Tabiî bunlar ne oy almayı ve istemeyi biliyor, ne
hizmet etmeyi. Zerre kadar tecrübe yok bu konuda.
Biri de şöyle dedi:
“Oraya tünel yapılsaydı, daha iyiydi. Köprü yaptılar,
çünkü o aynı zamanda göze hitap ediyor. Tünel yapsalar, görülmeyecekti. Yerin
altında bir tünel, yeterince oy getirmez…”
Mantıklı elbette. Yanlış değil.
Tünel köprü gibi görülmez. Fakat şunu göz ardı
etmeyelim. Oraya yakın zamanda bir de tünel yapmalı.
Bakmayın o Daltonların “Yeterince araç geçmez ki”
demesine.
Vızır vızır geçer ve bir süre sonra yetersiz bile
gelir.
Tünel de yapmak şart olur.
Hatta şimdiden harekete geçilmeli.
Zira konunun bir başka cephesi var. Cehapesi veya
cehepesi demedik, cephesi dedik.
O da şu:
Bölgemiz ateş çemberi.
Savaş ihtimâli çok uzak bir yerde eğleniyor sayılmaz.
Hep bu mesafede kalsa neyse de… Kalmayabilir.
Allah hiç göstermesin, günün birinde ateş çemberi
daralırsa, biz de ülke olarak savaşa mecbur kalırsak, köprüler risk barındırır.
O yüzden Çanakkale’ye de bir tünel şart. İstanbul
Boğazı’na da ikinci, üçüncü tüneller.
Gerçi Daltonların eleştirdiği üzere, boğazın altındaki
tünelden geçerken balıkları göremiyoruz ama… Olsun.
Onun da çaresi var.
Tünelin iç duvarlarına balık resimleri çizilebilir.
Nice ressamımız var.
Şayet resim kurtarmaz görüşü hâkim olursa, duvarlar
boyunca büyük ekranlar yerleştirilir ve kamera yukarıdaki görüntüleri canlı
olarak yansıtır. Hem de televizyoncuların pek sevdiği şekilde “saniye saniye”…
Balık mı geçiyor, alık mı geçiyor, herkes görür.
Bakınız, Ukrayna-Rusya Savaşı dışında olduğumuz hâlde,
serseri mayınlar yüzünden İstanbul Boğazı tehlikeye maruz kaldı.
Eski dünya savaşından kalma mayınlar sürüklenip
geliyor ve biz risk altına girerek, onları tek tek toplayıp imha etmeye mecbur
oluyoruz.
Bir de aramızda konuşarak ve yazarak dolaşan serseri
mayınlar var.
Kimi SİHA’ya “oyuncak” diyor, kimi köprüyü yanlış ve
lüzumsuz buluyor.
Kimileri de “Şunu yapsınlar, ellerinden öperim” diyor
fakat yapılınca sözünü unutuveriyor.
Onları da her gün yeniden imha etmek gerekiyor;
yazarak ve konuşarak. İşimiz ne?
Sözün kısası, tünel şart! Hatta şapşart!
Temeli gecikmeden atalım.
Atalım ki, “Tünel görünmediği için oy getirmez”
diyenlerin yüzünü seyredelim. Bakalım ne renge bürünecek.
Bitirirken aklıma şu geldi:
Dünyanın bütün köprüleri yerine, pekâlâ tünel
yapılabilirdi. Avrupa’sından Amerika’sına, Afrika ve Avustralya’sından Asya’sına
kadar her ülkede boy boy köprüler var. Niye tünel yapmadılar ki?
Yoksa onlar da mı oy devşirme derdinde?